AKP'nin aklıkla sınavı

AKP'nin aklıkla sınavı

AKP'nin aklıkla sınavıAhmet İNSELBaşbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın gerginlikleri, oruçtan falan değil, bu kez toplumsal muhalefetin onların...

A+A-

AKP'nin aklıkla sınavıAKP'nin aklıkla sınavı

Ahmet İNSEL

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın gerginlikleri, oruçtan falan değil, bu kez toplumsal muhalefetin onların esas yumuşak karnına saldırıya geçtiğini fark etmesinden mi kaynaklanıyor?

Almanya’daki Deniz Feneri yolsuzluğunun Kanal 7 televizyonunun finansmanı için kullanıldığı konusunda güçlü karinelerin ortaya çıkması, Şaban Dişli vakasından sonra, AKP Genel Başkanı’nın kendini kaybetmesine yol açtı. Böyle bir kendini kaybediş, söz konusu olan kişinin aynı zamanda Başbakan olduğu dikkate alınırsa, Türkiye’de hükümetin karar alma güvenilirliği açısından endişe vericidir. Bu denetimi kaybetme hali, Bülent Arınç’ın kabul ettiği gibi oruçlu olmakla ilişkili ise, bu da gelecek açısından son derece kaygı vericidir.

Bilindiği gibi önümüzdeki 10 yıl boyunca, Ramazan yaz aylarına denk geleceği için, oruç süresi epey uzayacak. 13-15 saat süren bir orucun sonuna doğru denetimlerini bugün kaybedenlerin, gelecek yıllarda 16-18 saat sürecek bir oruçlu günün iftara yakın saatlerinde iyice zıvanadan çıkmalarından endişe edebiliriz.

Demokrasi ihlali

Başbakan’ın, seçmenlerini ve partisinin üyelerini isim belirtmeden bazı gazeteleri satın almamaya, bazı televizyon kanallarını izlememeye çağırması, elbette kan şekeri seviyesiyle izah edilemeyecek bir davranıştır. Partisinin ilçe kongrelerinde günbegün ve isim vererek dile getirdiği bir eleştiri bombardımanının ardından geldiği için, boykot çağrısının adresi çok açıktır. Böyle bir çağrı, başbakanlık koltuğunda oturan bir şahsın ağzında, hiçbir isim verilmeden yapılmış olsa da, etik olarak ağır bir demokrasi ihlalidir. Ayrıca böyle bir çağrı, elinde bu boykotu etkili biçimde kullanma gücü olan bir kişinin ağzından çıktığı için, ifade özgürlüğü açısından gerçek ve yakın bir tehlike oluşturur. Boykot çağrısında bulunan kişi, bir medya patronu, bir muhalefet partisi lideri, bir sivil toplum eylemcisi değil, Başbakandır. Erdoğan kendini zaman zaman öyle görmeyebilir ama toplumsal alanda ettiği her sözün, attığı her adımın başbakanın sözü ve adımı olarak değerlendirilmesi doğal olarak kaçınılmazdır.

Ayrıca bu tehditin sözde kalmadığının, AKP’ye yapılan eleştirileri hükümet yetkilerini kullanarak bastırmaya yönelik bir girişime yeşil ışık yaktığının işareti gelmekte gecikmedi. 23 Eylül günü, Ankara’da ÖDP’nin Keçiören İlçe örgütünün bulunduğu binanın dışına astığı afişi polis binayı basarak, indirdi. Afişte, “Deniz Feneri ‘DİŞLİ’ çıktı... Durmadan Çalanlardan Hesap Soracağız...” yazıyordu. Afiş, polis yetkililerine göre, “rahatsızlık yarattığı için, verilen talimatla” indirilmişti. Bir siyasal partinin afişinin talimat yoluyla ve rahatsızlık yarattığı bahanesiyle indirilmesi, AKP yönetimi ve hükümetin Deniz Feneri davası vesilesiyle ortaya dökülen yolsuzluklar, güven suistimalleri, bazı kuruluşların yasadışı kaynaklarla finanse edilmesi gibi konular karşısında suçluların rahatsızlığı içinde olduklarını ele veriyor. Bu yasadışı eylemlerin doğrudan aktörü olmasa da, bunlardan dolaylı biçimde yararlanan, bu ilişkiler içinde bulunan kişileri koruyup kollayan kişilerin ruh halinin dışavurumudur bu.

Adalet ve Kalkınma Partisi kurulduğu ilk günlerde, kendini AKP olarak tanıtmıştı. Daha sonra, kimin aklına geldiyse, partinin kısaltılmış adının AK Parti olmasının vereceği mesaj önemsendi. Böylece adalet ve kalkınma gibi, toplumsal dönüşüm hedefli projelere işaret eden parti ismi, birdenbire partide bulunduğu iddia edilen varoluşsal bir niteliğe dönüştürüldü. “Sütten çıkmış ak kaşık gibi AK Parti” imasıydı bu. Yapmak istediği ile değil, olduğunu iddia ettiğiyle kendini tanımlayan bir siyasal tavır kaymasının işaretiydi.

Türkiye’de soyadı kanunu yürürlüğe girdiğinde, “ben neyim, adım ne olsun?” sorusuna yanıt arayan insanların, oldukları değil, olmak istedikleri sıfatları benimsedikleri anlatılır. Aziz Nesin’in ustalıkla işlediği zengin bir mizah konusudur bu. Bugün AKP yönetiminin, kullanılmasında son derece ısrarlı oldukları AK sıfatı konusunda önümüzdeki dönemde Aziz Nesin’lik olma endişesi duyduğunu görür gibi oluyoruz.

Sığ kalemler

Tayyip Erdoğan’ın boykot çağrısı, onun demokrasi anlayışının sığlığını ele veren en önemli örneklerden biridir. Demokrasinin özüne karşı olan böyle bir çağrıyı mazur göstermeye çalışan Sünni Müslüman camianın önde gelen kalemleri, bu sığ demokrasi anlayışını paylaştıklarını bu vesileyle bir kez daha gösterdiler. Erdoğan’ın partisinin Ankara örgütünün iftar yemeğinde başbakan olarak değil, parti genel başkanı olarak konuştuğunu iddia eden Ekrem Dumanlı’nın veya “‘Müslümanım, davranışlarımda İslam’ı rehber ediniyorum’ diyenlere, ahlak, insaf, vicdan sınırlarını aşan, ideolojik veya ekonomik menfaati için her şeyi mübah sayan, sahip olduğu imkanları (gazete, dergi, televizyon, reklam, sanat...) kötüye kullanan medyayı boykot etmenin farz, onları desteklemenin haram olduğunu ifade etmek isterim” fetvasını vererek, Erdoğan’a dolaylı destek veren Hayrettin Karaman’ın yaklaşımları, sorunun Erdoğan’ın kişisel zihniyet dünyasını aşan boyutlarını ele veriyor.

Erdoğan, o konuşmasında, “Tamam, biz de en doğal, en tabii olan hakkımızı kullanıyoruz, size karşı bu kampanyayı başlatıyoruz, almıyoruz. Hangi dilden anlarsanız o dilden konuşacağız ve biz bu ülkede bu hizmetleri canla başla sürdürürken bir de sizle mi uğraşacağız ya. İşimiz gücümüz var arkadaş” diyordu. Ülke için hizmetlerin canla başla yürütüldüğü iddiası, parti genel başkanlığına değil, hükümetin başı olmaya, hükümette yer almaya veya belediye başkanlığına vurgu yapar. Ayrıca, hükümetin işi ve gücü doğal olarak ülkeye hizmet götürmektir. Muhalefetin işi ve gücü ise, doğal olarak bu hizmetin nasıl götürüldüğünü denetlemektir. Çünkü hem hizmet götürmek hem de kamu kaynaklarını götürmek birçok ülkede olduğu gibi, ülkemizde de yaygın bir gelenektir. AKP, ne kadar kendini AK olarak göstermeye çalışsa da, az veya çok ama bu geleneğin içinde yer aldığını, Deniz Feneri konusunda olduğu gibi, başka vesilelerle de gösteriyor. Belki de AK sıfatına ısrarla yapışması gerçekten Aziz Nesin’lik bir davranışın somut tezahürüdür... Olmak istediği ama olamadığının göstergesidir.

Erdoğan’ın boykot çağrısının “Müslümanım, davranışlarımda İslam’ı rehber ediniyorum” diyen bir kişinin yapması farz, yapmamasının haram olduğu bir davranış olarak ele alınmasının, bu kişinin başbakan olduğu dikkate alınırsa, ne anlama geldiğini tarif etmeye herhalde gerek yok. Ayrıca Hayrettin Karaman’ın tarif ettiği gazete türü için mümtaz bir örnek olan Vakit gazetesinden Tayyip Erdoğan ve genel olarak AKP çevresinin bir rahatsızlık duymuyor olması, söz konusu farz ve haramın kişiye ve kuruma göre değişen bir içeriğe sahip olabileceğini ele veriyor. Sorun tam da burada yatıyor zaten.

Ayak sesleri mi?

Bütün bunlara karşılık, Tayyip Erdoğan’ın boykot çağrısını Almanya’da Nazilerin toplu kitap yakma gösterilerine benzetmek, burada faşizmin ilerleyen ayak seslerini bulmak, abartıyı aşan bir yanlış değerlendirmedir. Bu ancak, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin neredeyse tamamında böyle bir faşizmin yürürlükte olduğunu kabul etmek koşuluyla, doğru bir değerlendirme olabilir. Böyle kapsayıcı bir faşizm tanımı ise, faşizm kavramını sulandırmak anlamına gelir. Tayyip Erdoğan’ın tavrı, Türkiye otoriter yönetim geleneği anlayışının kesintisiz bir uzantısıdır. Hatta değişen toplumsal koşullar çerçevesinde bu geleneğin yaptırım gücü daha törpülenmiş bir uzantısı olduğunu söyleyebiliriz.

Bu geleneğin AKP yönetiminde temsil ediliyor olması, elbette Türkiye’deki demokratik gelecek açısından hep bir tehlike potansiyeli içeriyor. Bu otoriter yönetim zihniyeti ve çıkarcı yönetim pratikleri ile mücadele etmek, bugün hegemonik biçimde iktidarı elinde tutan AKP yönetimine karşı demokrasi hareketlerinin boynunun borcudur. Ama, son Ergenekon tutuklamaları sonrasında yapıldığı gibi, “Deniz Feneri 1-Ergenekon 9” türünden sinik bir denklemle tavır almamak koşuluyla, Türkiye solu bu mücadeleye önderlik edebilir.

Başbakanın gerginlikleri, oruçtan falan değil, bu kez toplumsal muhalefetin onların esas yumuşak karnına saldırıya geçtiğini fark etmesinden mi kaynaklanıyor? Ama AKP’li veya değil, durmadan çalanlardan hesap sorarken, durmadan demokrasiyi lağvetmek peşinde olanlardan da neden hesap sormayalım ki? Ayrıca bu demokrasi katillerinin bazılarının yakın tarihteki zenginleşmeleri de anlaşıldığı kadarıyla pek ak olmayan kaynaklara dayanıyorsa, neden böyle bir denklem kurmak gereği duyuyoruz?

RADİKAL İKİ - 28 Eylül 2008

Etiketler : ,

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.