Mum Söndü iftirasının tarihi kökeni

Mum Söndü iftirasının tarihi kökeni

Kısaca şunu söylemek mümkündür. Aleviler geçmişlerinde ne kadar Hıristiyan oldularsa bugün de o kadar müslümandırlar.

A+A-

I.Konstantin, MS. 323 yılında Roma İmparatorluk tahtına çıktığında mutlak iktidarının önünü kapatan iki büyük güç odağı ile karşı karşıya kaldı. Başkent Roma çok çeşitli siyasi baskı guruplarının yoğun faaliyetlerini sahneye koydukları bir yerdi.Bu şehir Konstantin’in İmparatorluğun tek egemeni olabilmesinin önündeki ilk engeldi. Konstantin yönünü doğuya çevirerek, faaliyetlerini Roma şehrinde kümelenmiş siyasi baskı guruplarının etki alanından uzağa, Boğaziçi kıyılarına, İstanbul’a taşıyarak bu engeli kolayca aştı.

Konstantin’in mutlak egemenlik arayışının önünde bir engel daha vardı ki bu engel hem kolayca aşılabilecek türden bir mania değildi hem de Konstantin başkenti İstanbul’a naklederken bu engele yakınlaşmış, hatta bu engelle yüz yüze gelmişti.Bu büyük engel Ana Tanrıça kültünün ve Işık inanışının yaşandığı ve yaşatıldığı ‘devlet içinde devlet’ olan Anadolu dergah-devletleriydi. Bu dergah-devletler İmparatorluk yönetiminin denetimi ve tasarrufu dışındaydılar ve halk üzerinde mutlak etkiliydiler.Bu kutsal güç odaklarının kendi yasaları, kendi kutsal ve dokunulmaz yönetimleri altında, yüksek gelir getiren, geniş toprakları vardı.

Bütün bunların ötesinde bu devlet içindeki devletlerin yeminli yurttaşları kendi mürşitlerinin buyruklarını, Roma İmparatoru’nun emirlerinden üstün sayıyorlar, kendi mabetlerinden yayılan ruhani güce sorgusuz sualsiz boyun eğiyorlardı. Dergâh-devletlerin kendi yeminli yurttaşları üzerindeki sınırsız egemenlikleri mutlak iktidar arayan Roma İmparatoru’nu korkutacak boyutlardaydı.

Konstantin, kendi siyasi iktidarının ve devletin devamlılığının önünde en büyük tehlike olarak gördüğü, dergâh-devletlerin İmparatorluk sınırları içindeki nüfuzlarının ortadan kaldırılmasının yolunun Roma İmparatorluğu’nun bir ‘resmi din’e kavuşturulması ve bu resmi dinin İmparatorluğun güdümünde olmasından geçeceğine inanıyordu.

325 yılına gelinceye kadar silik ve önemsiz bir dini yapı olan Hıristiyanlık I. Konstantin’in bir din tekeli inşa etme düşüncesi doğrultusunda İznik konsilinde yeniden dizayn edildi.


İsa Dini İznik’te resmi din olarak yeniden biçimlendirilirken I.Konstantin dergâh-devletlerin bu yeni dine karşı direneceklerini biliyordu.Bu nedenle İznik Konsili’nde yeni dinin dış görünüşü ve ritüelleri düzenlenirken Alevi/Işık inanışının baskın formları öne çıkarıldı.Bunda amaç Hıristiyanlığın Anadolu’da karşılaşabileceği olası direnci olabilecek en alt düzeye indirmekti. I.Konstantin İznik konsilinde hamiliğini yaptığı yeni dine halkın kolaylıkla kabul edebileceği, kendilerine yabancı gelmeyecek, eskiyi anımsatan, çekici bir dış görünüş verilmesinde ısrarcı oldu. I. Konstantin’in çabalarıyla ‘Yeni İsa Dini’ Anadolu Işık inanışının baskın motifleri ile donatılmış olarak yeniden yaratıldı..Bu cümleden olarak Alevi Ayin-i Cem’in on iki hizmetlisi, İsa’nın on iki havarisine dönüştürüldü. Alevili erkanında evren-dünya-insan birlikteliğinin ifadesi olan üçlü teslis Kutsal Ruh-Meryem–İsa özneleri içinde Hıristiyanlaştı.Alevilikteki ‘dara çekilme’ Hıristiyan üst meclisine taşındı adı ‘kutsal sorgulama’ oldu. Bugün bile Anadolu’da hemen her Alevi köyünde kutlanan yumurta bayramı, Hıristiyan ikliminde paskalya oldu.. Aleviliğe ait ‘Düşkünlük’ kurumu Hıristiyanlık tarafından ‘Aforoz’ adı altında yeniden biçimlendirildi.

Öyle ki ,Erken Hıristiyanlar başlangıçta reddettikleri ve lanetledikleri kimi Alevi ritüellerini de halkın yeni dine karşı gösterdiği dirence paralel olarak bünyelerine alıp içselleştirmek zorunda kaldılar.

Yılbaşı kutlaması buna bir örnektir.Erken Hıristiyanların vaazlarında yılbaşı kutlamasını o ünlü ‘mum söndü’ iftirasını da katarak lanetlediklerini görüyoruz.

“… Ocak ayının birinci gününde kutlama adını verdikleri bir toplantı için bir araya gelen, ancak akşama kadar içki içtikten sonra ışıkları kapatıp yaşa, cinsiyete ve akrabalık derecesine bakmadan birbirine girip seks alemi yapanlara lanet olsun.”

Yılbaşı kutlaması, bugün bile, azalmış olmakla birlikte hala Sivas, Tunceli, Erzincan, Bingöl ve Muş illerinin kırsal kesiminde yaşatılmakta olan kadim bir Alevi geleneğidir. Bu kutlamanın, adına Dersim dilinde ‘Khal Gağan’ denir. ‘Khal Gağan’ Dersim dilinde, eski yılın uğurlanması ve yeni gelen yılın kutlanması anlamına gelir. ‘Khal Gağan’ kutlamaları Aralık ayının son haftasında, ‘Khal Khelk’ adı verilen, ak saçlı, aksakallı, gün yüzlü,ipek sakallı bir ihtiyar adamın, köy çocuklarıyla beraber kapı kapı dolaşarak çocuklar için hediye toplaması ile başlar, yeni yılın ilk gününde kurulan bir Ayın-i Cem ile sona erer.

325 yılında İznik’te toplanan Ekümenik Hıristiyan konsili ile birlikte de Anadolu’daki Alevi mabetlerinin dokunulmazlıkları ve özerklikleri kendiliğinden ortadan kalkmış oldu.Binlerce yılın inanç barınakları ve Anadolu’da sosyal hayatı düzenleyen, iç barışı ve huzuru sağlayan ruhani yapılar İmparatorluk askerleri tarafından tarumar edildiler.

Hıristiyanlık Anadolu’nun kadim inanç motifleri ile süslenmiş pırıltılı bir tepsi içinde halka sunulmuş olsa da Anadolu’nun yerli halkı ‘Yeni İsa Dini’ni asla kabul etmedi.Görünüşte benzerlikler olsa da, esasta ayrılık vardı, bu halkın gözünden kaçmadı. Halk binlerce yıldan beri kutsal saydığı değerlerinden ve sadakat ile bağlı kaldığı ‘ma-beth’ lerden kopmadı.

Anadolu halkının Hıristiyanlığa karşı direnişi önceleri,aleni,fütursuz hatta biraz da alaycı oldu.

Kendilerini umursamayan, ciddiye almayan ve bıyık altından kendilerine gülen bu insanlara karşı Hıristiyan Kilisesi çok sert tepki verdi.

Hıristiyan Kilisesi kendi yayılmasının ve kurumlaşmasının önünde büyük engel olarak çıkan Anadolu’nun eski inanç merkezlerinin direncini kırmak ve bu merkezlerin halk üzerindeki etkinliklerini ortadan kaldırabilmek için, ağır şiddete, zorunlu göç ettirmeye ve soykırıma varan insanlık dışı çok çeşitli tedbirler aldı.

Anadolu’nun kadim halkı devletin gücünü arkasına almış olan Hıristiyanlara karşı açık ve pervasız bir biçimde muhalefet etmenin kendilerini çok hızlı bir yok oluşa sürüklediğini çok geçmeden fark ettiler. Varlıklarını korumak için açık muhalefeti terk ederek, yeni bir savunma anlayışı geliştirdiler. Yok olmanın eşiğinde gelen bu insanlar inançlarını terk etmeden yeni oluşan şartlara uygun ‘nefs-i müdafaa’ mekanizmaları geliştirdiler. Kendilerini inkar ettiler.


Madem ki Hıristiyan kilisesi Anadolu’da Hıristiyan olmayanlara yaşam hakkı verilmiyordu. Onlar da takiyye yaptılar, Hıristiyanlarmış gibi göründüler. Daha da ileri giderek dışarıya karşı asıl Hıristiyanların kendileri olduklarını iddia ettiler.


Bugünkü manzara da aynı.Bugün nasıl dışarıdan Alevilik İslamiyet’in sapkın bir kolu olduğu düşünülüyor ve Aleviler de kendilerinin asıl Müslümanlar olduklarını öne sürüyorlarsa; Bin beş yüzyıl önce de benzer şekilde aynı coğrafyada yaşayan insanlar dışarıda sapkın Hıristiyanlar olarak görülüyorlar ancak onlar kendilerini asıl Hıristiyanlar bizleriz diye savunuyorlardı.

Aleviler, başka dinlerin hükümranlık zamanlarında kendilerini hep olduklarından farklı gösterdiler.Bu onların varlıklarını devam ettirebilmek sığındıkları bir aldatmacaydı Son bin yılda, İslam coğrafyası içinde,mezalimden,soykırımdan ve katliamlardan olabildiğince kurtulabilmek için olduklarından başka kisvelere bürünen Aleviler’in, önceki bin yılda da aynı korunma gerekçesi ile Hıristiyanlığa karşı takiyye içinde oldular.
İslam egemenliği altında yaşamaya mecbur kaldıklarında “asıl Müslümanlar biziz” demelerine rağmen kendilerine ucuz bahaneler yaratıp, sudan sebeplerle camiye gitmeyenler, oruç tutmayanlar, namaz kılmayanlar, haccı reddedenler, geçmişte aynı coğrafyada Hıristiyan eziyeti ile kuşatıldıklarında gerçek Hıristiyanlar bizleriz deyip,sudan bahanelerle; Kiliseyi, kilisenin dogmalarını, kurumları, kilise hiyerarşisini ve ruhban sınıfınının otoritesini reddettiler. Hıristiyan azizlerine, kutsal ekmeğe ve ikonlara yapılan kutsal ibadete şiddetle karşı çıktılar Hz. İsa’nın düpedüz bir insan olduğunu, onun babasın dünyanın yaratıcısı olamayacağını savundular . Asla kiliseye gitmediler, ibadetlerini inatla ‘proseuchai’ denilen evlerde (dua evi/cem evi) yaptılar.

Alevilere yönelik o ünlü ve iğrenç ‘mum söndü’ iftirası da ilk defa bu dönemde Hıristiyan kilisesinin vaazlarında görülmeye başlandı.

Kilisenin kurumlarını ve hiyerarşisini tanımamak. Hz İsa’yı ve Hz Meryem’i küçümsemek,kilise dışında toplanmak, kendilerine kusursuz boyun eğilmesini bekleyen, koşulsuz itaat edilmesini isteyen kilise ruhban sınıfının tahammül sınırının ötesinde bir durumdu . İşte bu nedenle Ortodoks Kilisesi, kilise dışında yapılan geleneksel ibadetleri Ayin-i Cem’leri sapkın cinsellik iftirası ile donatarak lanetledi. O döneme ait bir başka kilise vaazı aynen şöyledir.

“Kız kardeşleri, kayınvalideleri veya görümceleriyle kirlenmiş olanlara, ziyafet için toplanıp içki içtikten sonra ışıkları kapayan ve akrabalığa, yaşa ve cinsiyete bakmadan âlem yapanlara lanet olsun”.

Bu coğrafyanın insanları ne geçmişlerinde Hıristiyan oldular ne de İslam ikliminde yaşamaya başladıklarında Müslümanlığı seçtiler. Onlar varlıklarına kast eden, bitmez, tükenmez tehlikeleri savuşturmak için bir çeşit güvenlik kalkanı oluşturdular.

Kısaca şunu söylemek mümkündür. Aleviler geçmişlerinde ne kadar Hıristiyan oldularsa bugün de o kadar müslümandırlar.

 

E. Çınar

Etiketler :

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.