Yavuz Sultan Selim’den Ebusuut’a, Cumhuriyetin İlanından Açılıma Alevilik – Temel Demirer

Yavuz Sultan Selim’den Ebusuut’a, Cumhuriyetin İlanından Açılıma Alevilik – Temel Demirer

Yavuz Sultan Selim (YSS) İyi de kimdir? bir kere daha hatırlayıp/ hatırlatalım!YSS Osmanlı tahtının IX. padişahıdır. YSS özellikle Alevî-Şiî topluluklara...

A+A-

Yavuz Sultan Selim (YSS) İyi de kimdir? bir kere daha hatırlayıp/ hatırlatalım!

YSS Osmanlı tahtının IX. padişahıdır. YSS özellikle Alevî-Şiî topluluklara karşı katliamcı bir tutum almıştır. Resmî tarihin inkârı bile, bu hakikâtin acı yazgısını silemedi.

YSS, 1512 -1520 arası 8 yıl padişahlık yaptı.

Öz babası Beyazıt’ı zehirleterek öldürdüğü yaygın bir kanıdır.

YSS tahta darbe ile çıkan darbeci bir padişahtır.

YSS 8 yıl padişahlık döneminde 2 kardeşini, 6 yeğenini boğdurarak öldürtmüştür.

YSS ve Şeyhülislâmları, Anadolu’ya kin ve nefret tohumları ekmişlerdir.

abdalmusa

“Büyük Dönüşüm” Karşısında Alevîler [1]- Temel Demirer

“Cevizin içini görmeyen, hepsini kabuk zanneder.”[2]

Alevîlik felsefi bir bakış açısıdır; mazlumların ideolojisidir; ezilenlerin eşitlikçi kültürdür; yoldur; toplumcu laikliktir; hümanizmdir; hoşgörüdür; bir ahlâk anlayışıdır; devrimcidir; çağdaştır; moderndir; muhaliftir…

Kadın ile erkeği yüzde yüz kucaklayan Alevîlik’te kadın ile erkek eşittir.

Geleneksel İslâmdan farklıdır. İslâm dini, inancını benimsettiği tüm toplumlarda iki biçimde işlemiştir. Birincisi; resmî, hukuksal ve dogmatik devlet dinidir. Ortodoks bir nitelik gösterir. Medrese ve ulema kesimi bu çığırın yürütücüsüdür. İkicisi ise kendisini büyük derviş tarikatlarında ortaya koyar. Geniş yığınların popüler, mistik ve sezgisel inancıdır. Genellikle heterodoks bir karakter gösterir. Sünnî eğilimler birinci gruba, Şiî-Alevî-Bektaşî eğilimlerse ikinci gruba girer.

Birinci eğilim devletlerin genellikle resmî inancı olmuş, bu durumundan yararlanarak korunan bir konum (statü) kazanmıştır. İkinci eğilim çoğunlukla devletin ve yönetici çevrelerin resmî inancı olamamış, muhalefette kalmış, bu da yasaklanmasına, baskı altına alınmasına neden olmuştur. Şiî-Alevî-Bektaşî inancının ve buna dayanan tarikatların genelde yazgısı bu olmuştur.

Söz konusu çerçevede Osmanlı’da mezhep olarak Hanefiliğin resmen benimsenmesi, Sünnî tarikatların egemenliğini sağlarken; Osmanlı’da din “bütünleşmeye giden tek yol” gibi görünmüşse de, aslında birbirine alternatif iki yol izlemiştir. Bunlar; din, siyasal din, yani Sünnîlik ile halk dini, yani Alevîliktir. Bu ikisi zahiri bir İslâm kisvesi altında, birbirinden ideoloji, kuram, öğreti, itikat ve muamelat olarak ayrılırlar.

Her ne kadar SDÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Bilal Sambur, “İslâmist, devletçi, nasyonalist ve sosyalist çevreler, Alevîliği yeniden icat etmeye dönük illiberal yaklaşımlar içinde. Alevîliği herhangi bir tanım içerisine sokmayan liberal yaklaşım, Alevîliğin inanç sisteminin, ibadet uygulamalarının ve cemaat yapısının dini ya da İslâmi olup olmadığını sorgulamaz,” dese de Alevîlik farklıdır.

Tam da bunun için sınıflı sömürücü yapılarda her devrin mağduru ve kaybedenleridir.

Hayır bu saptamalar abartma değil, gerçeğin dile getirilmesidir.

Bunun böyle olmasında en önemli etken Alevîlerin (Avrupa’da orta ve yeniçağların en önemli sosyal hareketlerine) köylü isyanlarına yaslanmış olmalarıdır.

Örneğin XIII. yüzyılda Baba Resul önderliğindeki Babailer İsyanı sosyal mücadeleler tarihimizin en önemli olaylarından birisidir; arkası da gelmiştir.

Mesela Celali İsyanları ve Alevî katliam(lar)ı… Bektaşî Dergâhlarının II Mahmut tarafından kapatılması (1826)… Dersim Soykırımı (1938)… Malatya Saldırısı (17 Nisan 1978)… Sivas Kırımı (3-4 Eylül 1978)… Kahramanmaraş Katliamı (1978)… 12 Eylül 1980 Darbesi… Sivas Katliam/ Yangını (2 Temmuz 1993)… Gazi Mahallesi Katliamı (1995)…

YAVUZ SULTAN SELİM’DEN EBUSUUT’A

Yavuz Sultan Selim’den (YSS) Ebusuut’a; oradan da günümüze YSS Köprüsü’ne uzanan ve gerek ismiyle, gerekse güzergâhıyla tartışma konusu olan 3. köprü ile ilgili açıklamasında Binali Yıldırım’a, “Alevî katliamı bir efsanedir, gerçeklikle âlâkası yoktur.” “Yavuz Sultan Selim isminde geri dönüş olmayacak. Bu konuda reaksiyon almadım,” dedirten zihniyet bir tarihin özetidir ve boşuna değildir.

Cafer Solgun’un işaret ettiği gibi,[3] Yavuz Sultan Selim’le birlikte Osmanlı egemenliği altındaki Anadolu’da yaşayan Kızılbaş-Alevîler, günümüze değin uzanan karanlık bir döneme girmiştir. Bu tarihe kadar Alevîler kaynaklarda yer alan bilgilere göre Anadolu’da nüfusun en az yarısını teşkil ediyordu. Sünnî İslâm’ın Halifelikle birlikte “resmî din” hâline gelmesi, insanların Sünnîliğe geçmelerine neden oldu. “Yol”u terk etmeyenler ise, kırsal, dağlık bölgelere çekilerek yaşamlarını ve inançlarını devletin egemenlik kuramadığı bu bölgelerde korumaya çalıştılar.

Türkmen ve Kürt Alevîlerinin daha çok kırsal kesimlerde yaşıyor olmalarının nedeni budur…

İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “tarihçilerin kutbu” olarak nitelendirilen, uzmanlık alanı ömrünü adadığı Osmanlı tarihini incelemek olan ve Osmanlı tarihinin belgeleriyle incelenmeden, kanunname ve arşivi okunmadan doğru anlaşılamayacağını savunan bir tarihçidir.

Konuyla ilgili verdiği bilgiler şöyle:

“Yavuz Sultan Selim, şehzadeler gailesini iki senede bertaraf ettikten sonra İran seferine hazırlanıyordu; fakat Şah İsmail’in Anadolu’da el altından yaptığı tahrikatiyle Osmanlı idaresinde bulunan Kızılbaşlar o tarafa meyletmişlerdi ve bunu şah kulu hadisesi göstermişti. Bundan dolayı Şah İsmail ile yapılacak harpte memleket içinde yer yer Alevî isyanlarıyla devletin başına büyük bir gaile çıkması durumu pek ziyade tehlikeye düşürebilirdi; bunun için Anadolu’daki beylerbeyliği ve sancakbeylerine verilen emirler üzerine bunlar araştırılarak Şah İsmail’e taraftar olan ve ayaklanmak ihtimalleri bulunanların bir defteri yapılmış bu suretle nazarratları dokunacak olan kırk bin kişi haps ve idam ettirilmiştir.”[4]

Aynı yerde 2 No’lu dipnotta da aynı bilgi yineleniyor: “Bundan akdem padişah Anadolu’da aram eden Kızılbaşları teftiş için hükkam-ı memalike hükümler gönderip yedi yaşından yetmiş yaşına varınca Kızılbaş olduğu sabit olanların isimlerini deftere kayıt ile kendisine gönderilmesini emretmişti. Padişahın emri ile kırk bin kişi tevkif olunarak kimi katledilmiş ve kimisi hapis olunmuştur.”

Fransız tarihçi Alphonse de Lamartine de aynı bilgiyi teyit ediyor:

“Sultan Selim casusları aracılığı ile Anadolu ve Rumeli’nin bütün köy, kasaba ve aşiretlerinde yaşayan Alevîlerin listelerini hazırlattı. Bu listelerde yedi yaşından ihtiyarlara kadar kırk bin kişinin adı yazılmıştı. Bursa sarayından verilen bir işaret üzerine bu kırk bin kurban milli inanç adı altında acımasızca boğazlandı. Bu kıyımın yarattığı dehşet havası, buna benzer olaylar İtalya, İspanya ve Fransa’da da oluyor gerekçesiyle Osmanlı tarihçileri tarafından önemsenmedi.”[5]

Bu da bir başka İslâm tarihçisinin anlatımı:

“İbn-i Kemal gibi bir âlimden de gerekli fetvayı aldıktan sonra, Anadolu’yu kasıp kavuran ve Kızılbaş adı altında her yerde Osmanlı Devleti’ne karşı kıyam eden bu insanların teftiş ve tahkik olunarak, uslanmayanlarının katil edilmelerini ve uslanması muhtemel olanlarının ise haps edilmelerini emretmiştir. Bunların sayıları bazı tarihçilere göre yaklaşık 40.000 kişidir ve bunlardan ne kadarının öldürüldüğü de kesin belli değildir. Ancak bu isyancı grupların bastırılmaması hâlinde, Şah İsmail’in üzerine gitmenin tamamen yararsız olduğu da gün gibi ortadadır. Olayı inceleyen Uzunçarşılı, Kızılbaşların ne kadar insan öldürdüğüne dair binleri bulan rakamlar verdikten sonra, Yavuz’un başka çaresi yoktu demektedir.”[6]

“Kızılbaşları nice defa perişan eyledi…”

Bu da Yavuz’un tarihçilerinden Hoca Saadettin Efendi’nin anlatımı:

“Bundan önce ayağı uğurlu padişah Rum diyarında yerleşmiş bulunan Kızılbaş tutkunlarını ve Alevî tavşanlarını araştırmak için ülke yöneticilerine uyulması gerekli buyruklar gönderip, yediden yetmişe varınca ol yaramazlardan ne idüğü saptanan eşkıyanın adları defter olunup, mutlu kapıya bildirilmelerine Ferman-ı Hümayun çıkmıştı. Cihanda geçerli bu buyruk gereğince yöneticilerin araştırma ve taramalarıyla sayıları kırk bini bulan bunların kimi ortadan kaldırılıp, kimi de hapse attırıldı.”[7]

Bilerek Alevî tarihçilerini kaynak göstermiyorum ve bu kadarı herhâlde “nereden çıktı bu 40 bin Alevînin katledilmesi” sorusunun yanıtı olmaya yeter diye düşünüyorum… Solakzade Mehmet Handemi Efendi’nin Yavuz Selim’in Anadolu’daki eylemlerini övdüğü şu satırları da naklederek: “Bundan başka kan damlayan kılıcının başı, Kızılbaş kalabalığını nice defa perişan eyledi.”[8]

Taha Akyol’un dahi, “XVI. asırda Yavuz ve Kanuni dönemlerinde, İran savaşları sırasında maalesef Alevîlere zulüm yapılmıştır,” demek zorunda kaldığı eksende ya Şeyhülislâm Ebusuut Efendi mi?

Erdoğan’ın “adaletli”, “hakkı hukuku gözeten” bir kadı olarak takdim ettiği, Alevîlerin öldürülmeleri, kadınlarının ve mallarının yağma edilmelerinin sevap olduğuna dair fetvaları unutulup/ unutturulan Şeyhülislâm Ebusuut!

Birini anımsatmakta fayda var; Şeyhülislâm Ebusuut şunları demişti:

“Peygamber, ‘ehl-i sünnet topluluğunun da içinde bulunduğu yetmiş üç topluluktan yalnız ehl-i sünnet kurtulacak, ötekiler ateşe atılacaktır’ buyurmuştur. Bu Kızılbaş topluluğu o yetmiş üç topluluktan bile değildir. Her birinden biraz kötülük, biraz suç, biraz ortalığı karıştırıcılık almış, kendi inançlarına göre benimsedikleri küfre, sapkınlığa katıp karıştırmış, yeni bir küfür yolu yaratmışlardır. Gün geçtikçe de çoğalmaktadırlar. Şimdiye kadar sürdürdükleri bilinen kötülükleri, suçları konusunda şeriat kuralları gereğince geniş anlamlı yargı şudur: O acımasız kişiler yüce Kur’an’ı, yüce şeriatı, İslâm dinini küçümsemekle, şeriat kitaplarını yermekle, ocağa atıp yakmakla, din bilginlerini kendi bilimleri uğruna acımasızca suçlamakla, liderleri (şeyhleri) olan arabozucu kötü kişiyi Tanrı yerine koyup önünde eğilmekle, haram olduğu kesinlikle ortaya konan, dince yasaklanan içkileri üretip içmekle, Ebubekir ve Ömer’e sövmekle kâfir olduklarından başka; Peygamber’e bile kötü sözler söyledikleri ortaya çıktığından, çağlar boyunca gelen bilginlerin ortak konuda birleşen yargıları gereğince katledilmeleri uygun görülmüştür. Suçlulukları konusunda kuşkuya kapılanlar da suçludur.”[9]

Yukarıda da ifade ettiğim gibi YSS’den Ebusuut Efendi’ye uzanan zihniyet günümüzde de güncellenen bir tarihin özetidir. Söz konusu zihniyet, tüm tarihsel egemenlik biçimlerini bir potada mezcederek günümüze ulaştıran resmî ideolojide somutlanırken, derin tarihi köklere sahiptir.

Örneğin Rum Patrikhanesi’nin önündeki caddeye, Sadrazam Ali Paşa isminin verilmesinin nedeni, bu kişinin Fener Patriği Grigoryos’u, 22 Nisan 1821 yılında bu cadde üzerinde asan Osmanlı sadrazamı olmasıdır…

Söz konusu gerçeklere karşın Başbakan Erdoğan diyor ki; “Kendi tarihiyle, tarihinin karanlık noktalarıyla yüzleşemeyenler, yüzleşme cesaretini gösteremeyenler bir gelecek inşa edemez.” Ama aynı Başbakan, yeni Osmanlı’yı, eski Osmanlıdan beslenerek inşa etmeye çalışıyor. Demokrasiyi karanlık ve katliamcı tarihiyle yüzleşerek inşa etmekten kaçıyor.

YSS bu karanlık tarihin adı ve sembollerinden biridir. Evet yüzleşmek, samimiyet ve cesaret ister! Bunlar ise AKP’nin eksiğidir. 40 bin Alevî ve Türkmen’in başının, Yavuz zulmünün zalim kılıcıyla düşürüldüğü bu topraklarda, zalimin ismini köprülere, sokaklara, okullara ve hastanelere vererek yaşatmak yerine, Alevîlerin mazlum öyküleriyle ve katliamın soğuk iklimindeki dondurulmuş mağduriyetleriyle yüzleşme cesareti gösterilmelidir.

Bu noktada AKP’ye kızmanın faydası yok, herkes kendine yakışanı yapıyor. Biz kendimize yakışanı yapmadığımız için. AKP kendisine yakışanı yapabiliyor! Değişen, etnik milliyetçilikten, dinsel milliyetçiliğe dönüştür söz konusu olan…

Cumhuriyet döneminde, katillerin isimleriyle gurur duyan resmî ideolojiye sığınma hâlinde bir değişim yok. Dün, gurur duyulan cellâtların ve katillerin işkenceci paşaların isimlerinden medet umanlar, bugün padişahların, şeyhülislâmların adlarını sokaklara, okullara, kışlalara, hastanelere ve köprülere veriyor. Yakın zaman öncesine dek etnik kimlik üzerinden kutsal semboller inşa edenler, şimdi dinsel sembollerin kutsallığını ve dokunulmazlığını öne sürüyor.

İyi de kimdir bu YSS? Bir kere daha hatırlayıp/ hatırlatalım!

YSS Osmanlı tahtının IX. padişahıdır. YSS özellikle Alevî-Şiî topluluklara karşı katliamcı bir tutum almıştır. Resmî tarihin inkârı bile, bu hakikâtin acı yazgısını silemedi.

YSS, 1512 -1520 arası 8 yıl padişahlık yaptı.

Öz babası Beyazıt’ı zehirleterek öldürdüğü yaygın bir kanıdır.

YSS tahta darbe ile çıkan darbeci bir padişahtır.

YSS 8 yıl padişahlık döneminde 2 kardeşini, 6 yeğenini boğdurarak öldürtmüştür.

YSS ve Şeyhülislâmları, Anadolu’ya kin ve nefret tohumları ekmişlerdir. Ekilen bu tohumlar, Dersim, Koçgiri, Çorum, Maraş, Sivas ve Gazi’de boy vermişler, “Alevîlerin katli vacip” geleneği, günümüzde dek süregelmiştir.

DÜNDEN BUGÜNE

Böylesi bir tabloda yüzyıllar boyunca Osmanlı zulmüne maruz kalmış olan Alevî toplumu özellikle XVI. ve XVII. yüzyıllardaki son büyük isyan dalgalarında on binlerle kırıldıktan sonra, kendini koruma güdüsüyle daha içe kapalı bir yaşam sürmeye başladı. Ancak bu ne yoksul göçebe ve yerleşik Alevîlerin gördüğü baskıyı ortadan kaldırdı, ne de onların egemen Sünnî sınıfa karşı kuşkularını. Değişik biçimler altında süren baskı ve isyancı eğilimlerin de büyük ölçüde kırılmış olması, kendini koruma amaçlı içe kapanma eğilimi dışında belirli ölçülerde bir asimilasyon da doğurdu.

Sünnî şeriatına dayalı Osmanlı’nın yıkılışı ve yerine Kemalist kadronun önderliğinde Cumhuriyet’in kurulması süreci, uzun yüzyılların ardından Alevîlerde bir “umut” yaratacaktı. Mustafa Kemal bu süreçte Kürtlere, İslâmcılara, SSCB ve komünistlere yaptığı gibi Alevîlere de mavi boncuk vererek onların desteğini istedi. Her ne kadar efsanelerin aksine tüm Alevî nüfusun mutlak desteğini aldığı söylenemese de, geleneksel Alevî cemaatinin önde gelenlerinin gayretleriyle geniş destek verilmiştir ve o günlerden itibaren de Alevî kitleleri genel bir Kemalizm sempatisiyle doldurulmuştur.

Kemalizmin Osmanlı’daki Şeyhülislâmlığın devamı olan Diyaneti kurarak Sünnî İslâmı din hâline getirmesiyle ettiği ihanete ve Kemalizm’in doruğu olan tek parti döneminin Alevîler için hiç de güllük gülistanlık olmamasına rağmen bu sempati sürmüştür. Bu bir bakıma Alevî toplumunun Osmanlı egemenliği altında yüzyıllar boyunca maruz kaldığı baskıların ardından bir tür “yılana sarılma” refleksiydi. Cumhuriyetin laikliği ne kadar yarım yamalak olsa ve Kemalizme duyulan muhabbet karşılıksız kalsa da, Alevîlerin yeni rejimi bir can simidi olarak algılamaları gerçeği pek değişmedi. Somut dayanaklardan tümüyle yoksun bir sempati değildi elbette bu. Bu dayanakların en önemlisi, Kemalist rejimin Alevîler için en büyük korku kaynağı olan İslâmcı harekete de vuruyor ve şer’i esaslara dayalı rejim arayışlarına set çekiyor oluşuydu.

Ancak, yüzyılların baskısıyla ezilmiş, sindirilmiş, dağınık, örgütsüz Alevî topluluğunun bu sempatisi esasen pasif bir nitelikteydi. Alevîlikle ilgili herhangi bir aktif siyasal hareket ya da oluşum söz konusu olmadı. Ta ki 60’lı yıllarda kabuğunu kırmaya başlayana dek, Alevî toplumu geleneksel kırsal yaşam koşulları içinde, içe kapalı niteliğini sürdürüyordu. Ancak Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi, kente göç ve Alevî gençlerin üniversitelere akını bu durumu değiştirmeye başladı. Bu nesnel gelişmelere paralel olarak yaşanan genel toplumsal, siyasal ve kültürel uyanış sürecinden Alevîler de kaçınılmaz olarak etkilendi.

Nitekim, 1966’da kurulan Alevî kökenli bir siyasal parti (Birlik Partisi) 1969 genel seçimlerinde yüzde 2.8 oy alarak sekiz milletvekili çıkardı. Ne var ki ertesi yıl bu milletvekillerinden bazıları Birlik Partisinden ayrılarak Adalet Partisine geçecekti. Daha sonraki yıllarda ise bu Alevî partisinin oyları giderek eriyecek ve seçimlerde hiçbir milletvekili çıkaramayacaktı. Ve süreç içinde bu partinin siyasal etkinliği de sona erecekti. Fakat bunun yanı sıra, Alevî gençlerin 60’ların genel yükselişinden etkilenerek sola ve devrimci harekete yönelen kesimleri olmuştu. Dolayısıyla bu koşullar Alevî toplumunun uzun durağanlığının en azından sol hareket ve gençlik üzerinden kırılması ve Alevî toplumunun genelde devrimci harekete sempatiyle yaklaşması anlamına geliyordu.

Türkiye’deki sınıf mücadelesi işçi hareketinin çok daha güçlü bir yükselişiyle 70’lerin ortalarından itibaren iyice şiddetlenince, egemenler 1977’den itibaren sonu faşist darbeye giden bir kitle pasifikasyonu stratejisini hayata geçirmeye başladı. Yükseltilen faşist terörden, devrimci hareketin beslendiği önemli kaynaklardan biri olan Alevî halk da doğal olarak nasibini aldı. Bu dönemde Alevî halkı hedef alan Maraş ve Çorum katliamları pogrom provaları gibiydi. Bu işi tezgâhlayanlar yüzyıllardır halkın beynine işlenen ve hiçbir zaman temizlenmemiş olan Alevî karşıtı hayasız karalamaları da kullanmaktaydılar. Bu tecrübeler, düzenin, başı sıkıştığında potansiyel bir günah keçisi olarak Alevîleri hedef yapabileceğini kanla göstermiştir. Alevî işçi ve emekçiler açısından çok daha önemli olan şey ise, büyük acılara neden olan bu katliamların arkasındaki güçlerle, 28 Şubat sürecinden bu yana İslâmcı harekete de vurduğu için alkışlanan güçlerin aynı olduğunu görüp kavrayabilmektir. Bunlar, Sivas katliamının arkasındaki güçlerdir. Bu acı gerçeklere rağmen genişçe bir Alevî kesimin hâlâ, Kemalizm bayrağı altında toplanan düzenin statükocu “laikçi” güçlerinin içyüzünü ve aldatmacalarını kavrayamamış olması üzüntü vericidir.

‘80 darbesiyle devrimci hareketin aldığı ağır yenilgi ve sonrasında işçi sınıfının ağır baskı koşulları altında tutulduğu vahşi kapitalist gelişme, tüm toplumu olduğu gibi Alevîleri de olumsuz etkiledi. Kaldı ki Alevîler zaten faşist darbenin balyozundan da nasiplerini almışlardı. Yenilgi koşullarının üzerine, hızlanan göç ve sınıfsal ayrışmanın etkilerinin de binmesiyle, devrimci harekete bütününde daha mesafeli bir yaklaşım sergilenmeye başlandı. Bu dönemde nasıl hızlı bir yeşil sermaye oluşmaya başladıysa, bir Alevî burjuvazisi de oluşmaya ve Alevîlik kisvesi altında yoksul Alevî işçilerin sömürüsüyle palazlanmaya başladı.[10]

Bunun yanı sıra siyasal bir gelişme olarak Kürt hareketinin yükselişiyle birlikte Kürt Alevîlerin bu kanala meyletmesi de, Alevîlerin değişik burjuva siyaset kanalları için kullanılması sorununa yeni bir aciliyet kazandırdı. Öyle ki geleneksel olarak Alevî düşmanı eğilimlerle dolu olan MHP gibi faşist partilere varıncaya kadar burjuva partiler birden Alevîlere dönük sempati mesajları verme ve onları tavlama yarışına giriştiler. Bu tür okşamaların kimi Alevîleri cezbettiği ve bu tür partilerde bile Alevî unsurların boy göstermeye başladığı görülmektedir.

ALEVÎLİK -FARKLIDIR- BİR YOLDUR

Burada yeri gelmişken bir kere daha anımsatmam gerek: Alevîlik farklıdır; bir yoldur; Hallac-ı Mansur’dur; Hoca Ahmet Yesevi’dir; Hacı Bektaş Veli’dir; Hubyar Sultan’dır; Yunus Emre’dir; Abdal Musa’dır; Şeyh Bedrettin’dir; Şah Hatayi’dir; Pir Sultan Abdal’dır…

Siz bakmayın “Alevîliği, İslâm dışı veya İslâm öncesi ilan etmeye çalışmak; ya kopkoyu cehalet ya da kötü niyetten başka bir anlam taşımaz…

Türkiye Alevîliği’nin kültüründe elbette Türk kültürünün Türkistan’dan, tarihinden, Türkiye coğrafyasından derin izleri vardır. Türkiye Alevîliği elbette Cumhuriyet’in değerlerini özümsemiştir.

Ve işte CEM VAKFI kökü ve gelişmesiyle bu Alevîlik bilincinde olanların VAKFI’dır,” diye haykıran Namık Kemal Zeybek’e…

Veya Hasan Celal Güzel’in, “Her Türk, biraz olsun Alevî’dir. Hz. Ali denilince içi sımsıcak bir sevgiyle dolu olmayana rastladınız mı? Ehl-i sünnetten olmama rağmen, Hz. Ali’yi sevme açısından ben de bir Alevî’yim. Ehlibeyt sevgisi bir iman nişanesidir. Türk Milleti, her zaman ehlibeyte büyük bir muhabbetle bağlı olmuştur. Alevîler, elbette Müslümandır. Anadolu Alevîliği, İslâmiyetin bir yorumudur. Alevîler, Alevîliğin ‘İslâmın özü’ olduğunu ifade ederler”; Mehmet Metiner’in, “Bilinen tanımıyla Alevîlik, Hz. Ali’nin izi sıra gitmek anlamına geliyor. Hz. Ali’nin yolunun takipçilerine de Alevî denir… ‘Alevîlik bir dindir!’ diyenler, elini Hz. Ali’den ve Hz. Hüseyin’den çeksin, öyle konuşsun derim!”; SHP eski PM Üyesi Perihan Ergun’un, “Alevîlik, İslâmın Anadolu’ca yorumu ve yoludur,” saptamalarına…

Onlar Alevîliği devletleştirip, Türkleştiren egemen zırvalardır…

“Yedi kere ben bu cihana geldim/ Arşta duran iki nişan bendedir/ Yerde gökte tanrı diye ararlar/ Biz Hakk’ı severiz Hak da bendedir,”[11] diye haykıran Alevîlik bir yoldur.

Alevîler inanışlarına bağlı kendi yaşam biçimini adlandırırken yol derler; buna bir din, mezhep ya da tarikat demek yerine bizim yolumuz vardır diye tanımlarlar. Bu bütün Alevî ozanlarında vardır örneğin, Pir Sultan “Yolumuzu yol eyledik/ Hâlimizi hâl eyledik/ Her çiçekten bal eyledik/ Arıya saydılar bizi” der.

Bu konuda en çok bilinen ise Nesimi’nin, “Sorma be birader mezhebimizi biz mezhep bilmeyiz yolumuz vardır,”[12] haykırışıdır.

Tıpkı ‘Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’ Beyoğlu Şube Başkanı Vedat Kara’nın dediği gibi: “Biz Başbakan’ın anladığı İslâmın ibadethanesi değiliz. Bizim inancımız ve yolumuz farklı. Başbakan’ın inancına hapsolacak değiliz. Alevîlik sadece Başbakan’ın söylediği gibi Ali’yi sevmek değil. Alevîlik ayrı bir yoldur ve o yolun kuralları vardır…”

Alevîliğin egemen dayatmadan yani resmî ideolojiden farklı bir yol olması, Türk-Sünnî/ Hanefîliğin onu ötekileştirmesine, asimilasyonuna yol açmıştır.

Örneğin ‘Le Figaro’, “liberal Müslümanlar” olarak adlandırdığı Alevîlerin karşılaştığı sorunlara vurgu yaptığı haberinde, “AKP hükümetinin Suriye politikasının mezhebi boyutu, Türkiye’nin sosyal kohezyonu için tehlikeli olarak görülüyor” derken; Alevîlerin Gezi eylemlerinin “merkezi”nde olduklarını belirterek, “Ülkede 15 milyona ulaşan bu liberal Müslümanlar, hükümet karşıtı protestolarda başlıca bir yer alıyor,” diyor…

Aynı konuda “Alevîler Türkiye’de kendini güvende hissetmiyor,” diyen ‘The Independent’ da ekliyor: “Suriye politikası Alevî düşmanlığını Türkiye sınırları içine taşıyor.”

DEVLETİN TUTUMU: AYRIMCILIK

Kırıkkale F Tipi Cezaevi’nde, Pir Sultan kartpostalına “terör örgütü simgesi” diye el konulduğu[13] T.“C” nin Diyanet’ine göre, “Alevîlik sosyo-kültürel bir yapı”dır![14]

Sünnî/ Hanefi fıkıhın Müslümanlık tanımı içinde Alevîlik yoktur.[15]

Öte yandan Alevîler/ Alevîlik, Diyanet üzerinden tanımlanmaktadır.

Yani Türkiye, “Sünnî-Türk kimliği” üzerinden yapılan “kodlama”nın, başından beri egemen olduğu bir ülkedir. Yakın tarih, egemenlerin “kimlik dayatmaları”nın yol açtığı trajedilerle biçimlendirilmiştir.

Dayatmacı kültürün “merkez gücü” hep devlet olurken; buna Ülkücüler, Sünnî muhafazakârlar da (paramiliter) yardımcı olmuşlardır.

12 Eylül’e giden süreçte Alevîlere yönelik kitle katliamları ve sonrası herkesin malumudur.

Örneğin Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hakkında açılan 12 Eylül darbe davası için Genelkurmay Başkanlığı tarafından gönderilen “Türkiye’ye Yönelik İç Tehdit” başlıklı rapor, Alevîlerin de fişlendiğini ortaya koydu. Raporda, Alevîlerin dış güçlerin kışkırtmalarıyla siyasal etkinlik sağlamak için devlet organlarına sızmaya çalıştıkları ileri sürülüyordu.

Yine “12 Eylül döneminin emniyet müdürlerinden Refet Küçüktiryaki’nin Malatya merkezde yaşayan 40 bin Alevîye nasıl “kan kusturduğunu” anlattığı… mektupta Küçüktiryaki övünçle kendini “Yavuz Sultan Selim’den sonraki en büyük Alevî Kızılbaş düşmanı” ve Türkiye’de “resmî olarak Alevî soykırımını devlet adına” başlatan kişi ilan ediyordu.”[16]

Söz konusu anlayış ve tutumda hiçbir zaman temelli bir değişim olmadı.

Mesela TBMM Başkanlığı, CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün açtığı cemevi davasında, cemevinin ibadet yeri olmadığını savunmak için Osmanlı belgelerini kullanırken; savunmaya tepki gösteren Aygün de, “Osmanlı devleti zamanında Alevîlerin ibadet hakkı bir yana, yaşam hakları dahi yoktu,” dedi.

Ayrıca yine Hüseyin Aygün’ün, “Alevîlik bir ulustur” açıklamasına, hükümet kanadından AB Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, “Bu zat, daha önce Alevîliğin ayrı bir din olduğunu söylemişti. Şimdi de Alevîlik bir ulus diye saçmalıyor. Hatta bu, saçmalamanın ötesinde bir sapkınlık,” sözleriyle tepki verdi.

Bunlar boşuna değildir; devlet tutumudur.

Ötekilerin asimilasyonudur; devletleştirilmesidir. Devletleştirilme, devletçi tanım demek de müdahale ile yeniden biçimlendirmektir. (Ama sormadan geçmeyelim: “Alevî hakkında kararı neden Sünnî veriyor?”[17])

NEFRET SÖYLEMİ

Bu böyle olunca da egemen(lik)in Alevîlere yönelik nefret söylemi ve eylemi kaçınılmaz oluyor.

‘Alevî Bektaşî Federasyonu’nun (ABF) Alevîlere yönelik hak ihlâllerini konu edinen “AlevîRAPOR”a göre, Alevîlere yönelik hak ihlâlleri iki yılda iki kat arttı. Raporda, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2011 yılında 9, 2012 yılında 6 kez Alevîlere yönelik “nefret” söyleminde bulunduğu belirtildi.

Alevî Bektaşî Federasyonu Başkanı Selahattin Özel, Türkiye’de hakları en çok ihlâl edilenlerin başında Alevîlerin geldiği vurgusuyla ekledi:

“2011 yılında; kamu kaynaklı ihlâl, ayrımcılık, ötekileştirme vakası 18, yasama alanına giren 1, siyaset kurumuyla bağlantılı vaka 1, toplum baskısından kaynaklı vaka sayısı ise 7’dir. 2011 yılında bizzat hükümet kaynaklı vaka sayısı ise 10. Bu 10 vakanın 9’unda nefret dilini kullanan kişi, Başbakan Erdoğan” dedi.

Rapora göre 2011 yılında kamu kaynaklı ihlâl, ayrımcılık, ötekileştirme vakası ve nefret suçu 18 olarak geçti. Siyaset kurumuyla bağlantılı vaka sayısı ise 1 olarak açıklandı. 2012 yılında ise kamu kaynaklı suç sayısı 32. Bunların büyük bir kısmı ise eğitim kurumlarında Alevî öğrenci ve öğretmenlere yönelik uygulamalar. Toplumsal kaynaklı suçların sayısı ise 19.

Bu kapsamda ise Alevî evlerinin işaretlenmesine yönelik olaylar sıralanmış. Yürütme alanına giren vaka sayısı 9, yasama alanına giren vaka sayısı ise 6 olarak belirtilmiş. 2012 yılında Başbakan Erdoğan’ın 6 kez nefret söyleminde bulunduğu belirtildi. [18]

TÜRK EDEBİYATTAN BİR KAÇ ÖRNEK!

REŞAT NURİ GÜNTEKİN “Balıkesir Muhasebecisi-Tanrı Dağı Ziyafeti’ adlı eseri, dönemin Milli Eğitim Bakanlığı tarafından basılıp dağıtılıyor. Devlet veya şehir tiyatrolarında da sahneleniyor. Kitabın 13. sayfasında yer alan bir diyalog: “Karı amma vurdu ha. Eh bu da olur… Kızılbaşların mum söndü gecesi gibi tövbe olsun…”

HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR “Toraman” isimli eserinden bir iki satır: “Karşısında dolaşan ay gibi evlatlığı görünce kendini tutamadı. Mezhebi geniş adam… Kızılbaş mıdır nedir?”

HALDUN TANER “Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu”dan “Bırak allasen müdür bey. Bazen kanıma dokunuyor vallaha. Sen onun oruçlu olduğuna inanıyor musun? O ne hinoğluhindir o, ne kahpe dinli Kızılbaş’tır o!Müslüman olsa acımak bilir.” (s.46)“Ve işte o anda, tövbeler olsun, abla-kardeş, Kızılbaşlar gibi sarmaş dolaş oluverdik.” (s.61)

ÖMER SEYFETTİN Milli Eğitim Bakanlığı’nın “100 Temel Eser” arasında yer alan “Harem” isimli kitabından “Sermet: Evvel zamanda, insanlar daha hayvanlara pek yakın iken, ferdi izdivaç yokmuş. Sürü hâlinde yaşarlarmış. Kabilenin bütün erkekleri, bütün kadınların musavi (eşit) surette kocası imiş.”“Nazan şaştı: Doğan çocukların anası babası da kabilenin bütün halkı imiş. Bu hâl ayin gibi hâlâ bazı cemaatlerde devam eder. Mesela Kızılbaşlar gibi…” (s.29.)

YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU “Nurbaba” başlıklı yapıtında Alevîleri alenen aşağılanır.

MUSAHİPZADE CELAL “Mum Söndü” başlıklı eseri Adı bile ne amaca hizmet ettiğini gösteren bir eser. Devlet ve şehir tiyatrolarında 1970’li yılların sonuna kadar temsil edilir.

Bunlarla bağıntılı olarak, “Bâtınîlerin ve Karmatîlerin İçyüzü” başlıklı skandal bir kitaptan bahsetmeden geçmemeliyim:

Kitabın ilk baskısını 1948 yılında devlet yapmış! Yayınlayan; Diyanet İşleri Başkanlığıdır. Yeni baskısını 2004 yılında İslâmî yayınlarıyla meşhur, Sebil Yayınları yapmış.

Bu yayınevleri “günümüz ihanetlerini anlayıp değerlendirmede çok müessir bir kıstas olarak rol oynayabilecek böyle bir eseri yayınlamaktan şeref” duymuş! Skandal ve toplumsal barışı zedeleyen kitapla şeref duyulur mu? Duyulur!

Kitap günümüz ihanetçilerini şöyle tarif etmiş; “Bugün de bunların bakiyeleri vardır. Çünkü bunlar da tıpkı Sasaniler devrinde Mazdek’in ortaya attığı mal ve kadında herkesin ortak olduğunu, bunlarda temellük ve tasarruf olamayacağını da söylüyorlardı. Horasan’da bunlara Talimiye ve Melâhide denildiği gibi;.. Şam’da Nusayriye, Dürzü, Tayamine adını alır. Filistin’de Bahaiye, Hint’te Behere ve İsmailiye, Yemen’de Yamiyye, Kürdistan’da Alevîyye, Türkler arasında Bektaşî ve Kızılbaş, Acemistan’da Babiye diye anılırlar.”

İhanetçiler belli; Alevîler, Kızılbaşlar ve Bektaşîler!

Peki, bu ihanetleri neymiş? Kitap bunları da yazmış!

“Mal ve kadını ortak kullanırlar”…

“Haramı helal sayarlar”, “sapıklar”…

Alevî dedelerine “Ehli Beyte muhabbet iddia eden bu soysuzlar’dan bir takımları”…

“Ehli Beyt’e muhabbet iddia eden soysuzlar”…

“Bunlardan kız alıp vermek caiz değildir; kestikleri yenmez”…

“Yahudi ve Hıristiyanlardan daha kafirdirler” ifadeleriyle, Alevîlerle birlikte gayri Müslimler de hakaret ve aşağılamaya maruz bırakılmış.

“Akşam karanlığı basıp kadehler dolaşır; başlar kızar; nefisler çakır keyf olunca, bu mel’ün tarikatın bütün mensupları karılarını getirirler; her kapıdan erkeklerin yanlarına girerler; çıraları ve mumları söndürürler ve her biri eline geçeni tutar.”

İşte bu nedenle, Diyanet İşleri Başkanlığı “Kötü emeller peşinde koşan bu Şeytan ruhlu kimselerin tuzağına düşmekten milleti korumak” adına bu kitapları basmayı vazife edinmişler.

Tıpkı İslâmcı yazar Hidayet Şefkatli Tuksal’ın 31 Ekim 2013 tarihinde CNN Türk’te yayınlanan ‘Tarafsız Bölge programında Sivas katliamını yorumlarken, “Yakmak da bir mağduriyettir” demesi ve Sivas Katliamı ile ilgili olarak, “Alevî arkadaşlarla yaptığımız toplantılarda onların da anlamadığı şey buydu. Biz de Sünnîler olarak mağdur olduk. Yakılmak bir mağduriyettir. Yakmak da bir mağduriyettir,” diye eklemesi gibi… Nefret söylemi tam da budur!

Tıpkı CNN Türk’te ‘Tarafsız Bölge’ programına katılan AKP Adıyaman Milletvekili Mehmet Metiner’in, cemevlerinin ibadethane olup olmadığına ilişkin tartışmada “Ama Dev-Sol’un merkezi de olmamalı cemevleri. Dev-Sol’un da, terör örgütlerinin de merkezi olmamalı,” demesi gibi…

İşte tam da bunlardan ötürü Özdurmaz Dede, “İşyerinde Alevîliğini gizleyen çok. Alevî olduğum için atıldım,”[19] derdi…

NEFRET EYLEMİ

Tablo böyle olunca şöylesi ayrımcılık örnekleri de kaçınılmaz oluyor elbette!

i) Alevî yurttaşlara yönelik hak ihlâlleri 2012 yılında da hız kaybetmeden sürdü. ‘Alevî Bektaşî Federasyonu’nun (ABF) üç dilde yayımlanan ve AB Delegasyonu’na da verilen raporuna göre 2011 yılına 37 olan hak ihlâli sayısı, 2012 yılında 70’e çıktı… [20]

ii) Adana’da Alevîlerin yaşadığı mahallelerde, cihat çağrısı yapan ve “Suriye Devlet Başkanı Esad’a destek verenlerin başının gövdesinden ayrılacağı” gibi tehditlerin yazılı olduğu bildiriler dağıtıldı. Alevîlerin yoğun olduğu Hadırlı, Mıdık, Sucuzade, Havuzlubahçe, Mirzaçelebi gibi mahallelerle kent merkezindeki Küçüksaat kesiminde, “Muaz El Hatip Taburu” imzasıyla 10 Nisan 2013 günü cihat çağrısı yapan, tehdit ve hakaretlerin yer aldığı bildiride şunlar denildi: “Biz Allah yolunda cihat etmiş ve şehitlikle nasiplenmiş önderimiz Şeyh Muaz-El Hatip Taburu’nun askerleri olarak Eset ve işbirlikçilerine sesleniyoruz. Kâfire destek vermeyin. Allah yolunda olun. Yoksa başınız bedeninizden Allah yolunda kesilecektir. Sen Eset köpeğinin salyasında abdest alan kâfir, Suriye kutsal Sünnî devletinin toprakları sizin dökülen kanlarınızla yunup arınacak. Yüce Allah’ın kolumuza vereceği kudretle hepinizin sonu yakındır”…[21]

iii) Mersin Gazipaşa Ortaokulu’nda sözleşmeli olarak görev yapan din kültürü dersi öğretmeni din dersi sırasında kurban ibadeti anlatılırken bir öğrenci ailesinin farklı bir zamanda kurban kestiğini söyledi. Bunun üzerine öğretmen M.K, “Senin ailen Alevîdir o zaman” dedi ve Alevîlerin Müslüman olmadığını savundu. Öğretmen M.K. ile öğrenciler arasındaki Alevîlik konuşmaları daha sonra da sürdü. Bir başka derste M.K, “Alevîlerin ellerinden yemek yenmez” gibi ifadeler kullanınca öğrenciler tepki gösterdi…[22]

iv) Ankara’daki Akdere Çağrıbey Anadolu Lisesi’nde mescit açmak isteyen tarih öğretmeni, dağıttığı dilekçeleri imzalamayan öğrencilere mezhepsel ayrımcılık uyguladı ve hakaret etti. Dilekçeleri kabul etmeyen öğrencileri sınıfta Alevî ve Sünnî olarak ayrı yerlerde oturtan öğretmenin öğrencilere “Komünistler ve Alevîler kucak kucağa oturan milletlerdir,” dedi…[23]

v) Ankara’da Yunus Büyükkuşoğlu Anadolu Lisesi Müdür Yardımcısı Tuncer Küllücek’in, kendisi hakkında soruşturma açılmasına neden olan öğretmeni ve müfettişini Alevî oldukları gerekçesiyle Milli Eğitim Bakanlığı’na şikâyet etmesi, bakanlık müfettişlerinin de okulda “Alevî sorgusu” yapması skandalında ödül gibi ceza geldi. İlk soruşturmada başka bir okulda görevlendirilme cezası almasına karşın 1 yıl boyunca okulu ile ilişiği kesilmeyen Küllücek, skandalın ortaya çıkmasının ardından başka bir okula “sürüldü”. Ceza gibi görünen işlemde Küllücek, evinin çok yakınında yeni açılan Ayvalı İmam Hatip Lisesi’nde öğretmen olarak görevlendirildi…[24]

vi) Tokat’ın merkeze bağlı, Alevî yurttaşların yaşadığı Çatalkaya köyüne bir süre önce Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından imam atandı, ancak imam köyde göreve başlamadı. Köy camisinin kapısı kilitli dururken radyo frekansı ile yapılan bağlantı ile köyde 5 vakit ezan okunmaya başlandı. Köylüler, toprak köy yolunun yıllardır tüm çabalarına karşın asfaltlanmadığını, köydeki okulun kapatıldığını, sağlık ocağının da bulunmadığını anlattı. Bölgede birçok Alevî köyünde, imamların cemaat gelmediği için geri döndüğü, Diyanet İşleri’nin de radyo frekansları ile ezan okuttuğu belirtildi…[25]

vii) Alevî evlerinin işaretlenmesi Ocak 2012’de Adıyaman’da başlıyor. Eyüp’te ‘X’ işaretiyle mimli 10 evin 9’u Sivaslı… Ev işaretlemeleri İstanbul Eyüp’ün Güzeltepe Mahallesi’nde de gerçekleşti… Mahallenin yüzde 65’nin Alevî olduğuna değinen muhtar ev işaretlemelere de polisin delilleri karatmasına da bir anlam veremiyor. İşaretlenen evlerin ortak özelliklerinin ne olduğu sorulduğunda da şaşkınlığını ifade ederek olanların devletin bir oyunu olup olmadığını sorguluyor: “İşaretlenen 10 evin 9’u Sivaslı. Üstelik işaretlenen evler Sivaslı Alevîlerin ağırlıkta yaşadığı sokaklarda…[26]

viii) Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin (PSAKD) muharrem orucu nedeniyle merkez Dörtyol mevkiinde kurduğu çadır, 18 Kasım 2012 gecesi 10-15 kişilik bir grup tarafından yakıldı. Emniyet, PSAKD yetkililerine “birkaç sarhoşun işidir” dedi. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, Adıyaman’da Alevî yurttaşların evlerinin işaretlenmesine ilişkin “çocukların yaptığını belirledik” açıklamasında bulunmuştu…[27]

ix) İstanbul Maltepe’de Alevîlerin yaşadığı 10 ev işaretlenerek kapılarına “Ölüm” yazısı yazıldı. Aynı bölgede 2012 yılında da Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Kartal Şubesi Cem Evi ve Kültür Merkezi kimliği belirsiz kişilerce yakılmak istenmişti. Bölgede Alevîlerin oturduğu evler de işaretlenmişti…[28]

x) Adıyaman, Erzincan, İzmir ve İstanbul’da Alevî evlerinin işaretlenmesi ve tehdit içeren mesajlar yazılması olaylarının bir benzeri de 22 Mayıs 2013’de Amasya’da yaşandı. Amasya’ya cemevi yaptıran Hamdullah Efendi Yaşatma ve Kültür Derneği Başkanı Ahmet Çelebi’nin evinin duvarına çarpı işareti konularak “ölüm” yazıldı…[29]

xi) İstanbul Maltepe’deki Esenkent Mahallesi’nde 9 Alevî ailenin evinin çarpı ve ölüm yazısıyla işaretlendiği Osman Bey Sokağı’nda tedirginlik sürüyor…[30]

xii) İzmir’in Bornova İlçesi’nde Alevîlere ait 20’ye yakın mezar kimliği belirlemeyen kişilerin saldırısı sonucu tahrip edildi…[31]

ERDOĞAN İLE AKP’Sİ

Alevîlere yönelik nefret söylemi ve eyleminin giderek derinleşip, yaygınlaştığı Erdoğan ile AKP’sine gelince…

Hatırlayın: 21 Ağustos 2001 günü gazetelerin birinci sayfalarında Erdoğan’ın bir konuşması yayımlandı…

Recep Tayip madde madde diyor ki: 1) “Laiklik tabii elden gidecek…” 2) “Laik ve Müslüman olunmaz…” 3) “Egemenlik Allah’ındır…” 4) “AB’ye girmeyeceğiz…” 5) “Anayasayı sarhoşlar hazırladı…” 6) “Ümmetçilik tutar…” 7) “Terör Meclis’te…”[32] 8) “Doğumları kadın yaptıracak…” 9) “Hazmettirerek geliyoruz…” 10) “Kıyam başlayacak…”[33]

“Cemevleri ibadet yeri değil. İslâm da ibadet yeri camidir,” diyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, üçüncü köprüye Yavuz Sultan Selim isminin verilmesine karşı çıkan Alevîlere tepki göstererek, “Ceddimizin içinde ülkesini 2.5 katına 8 yıllık iktidarında büyüten bir padişahın ismini veriyoruz. Niye rahatsız ediyor? Böyle bir padişah ama yafta mı arıyorsun, yafta çok. Kendilerine göre bir şeyler söyleyip duruyorlar,” diye ekliyor.

Alevîlerle ilgili açıklamaları üzerine gelen tepkilere de değinen Erdoğan, “Ben diyorum ki ‘Eğer Ali’yi sevmek Alevîlikse ben hepsinden daha Alevîyim’ diyorum. Bundan niye rahatsız oluyorsun? Benim kayınbiraderim Ali, en büyük ağabeyi Hüseyin, bir ufağı Hasan. Bizim bu Sünnî toplumunun içinde böyle bir ayrımcılık var mı? Hepimiz ailelerimize, çocuklarımıza bu isimleri göğsümüzü gere gere veriyoruz. Hiç böyle bir dert, böyle bir sıkıntı yok. Peki sizde bu dert niye?” diye konuşmasına konuşuyor ama “İlk yerli insansız hava araçlarına Çaldıran, sağlık ocaklarına, okullara, köprülere Yavuz Selim adının verilmesinin elbette bir anlamı var ve bu anlamın içeriği herkesçe malum”dur…

Başbakan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’yken, Karacaahmet Dergâhı’nı “kaçak” olduğu iddiasıyla yıktırmak istediğinin altını çizerken; “Benim bakanım”, “benim müsteşarım”, “benim Kürt kardeşim”, “benim Dışişleri Bakanım”, “benim çiftçim”, “benim memurum” laflarını ağzından düşürmezken, sıra Alevîlere geldiğinde “ilgili konu”, “onlar”, “bunlar” sözcüklerini kullanmayı yeğlediğini de belirtelim.

“Zaten Başbakan, … Alevîlere karşı nefret dili kullanmaktan hiç mi hiç hicap duymuyor. Aksine Sünnî blok oluşturmanın temel stratejisi olarak değerlendiriyor. Mümkünse hiçbir yerde hiçbir şekilde ‘Alevî’ sözcüğü geçmesin istiyor. İki nedeni olabilir: Ya Alevî sözcüğünü ağzına yakıştırmıyor ya da ‘Alevî’ dediğinde, Alevîleri ve Alevîliği meşrulaştıracağını düşünüyor. Alevîleri ötekileştirmek istediğinde ‘Alevî’ sözcüğündeki vurgusu alabildiğine keskin olurken meşrulaştırma durumlarında sesi alabildiğine kısık çıkıyor.”[34]

SPD Türkiye Koordinasyon Grubu üyesi Uta Zapf, “Türkiye’de bazı şeyler yolunda gitmiyor,” derken; uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu ‘Moody’s’in, “Laik ve dindar/bölgesel ve etnik çatışmalardan kaynaklanan politik riskler var,” tespitinde dillendirdiği koordinatlarda mesele “kısık sesle konuşma”nın da ötesindedir. Örneğin, “Türkiye’de iktidarların, kendi halkının bir kısmını tehlikeli düşman ilan etme geleneği vardır,”[35] diyor Christiane Schlötzer…

Özellikle liberal Fuat Keyman’ın bile, “Demokrasi karnesindeki zayıflık’la betimlen Türkiye’de özellikle, 2011’den itibaren, AKP’nin ve Başbakan Erdoğan’ın, … millet, muhafazakârlık, ahlâk, din, tarih, kültür, ecdad v.b. gibi kavramları toplumun tüm kesimlerine empoze etme isteğini gördük. ‘Dini, ahlâki, manevi bir yeni topum hayali’ sıklıkla seslendirilmeye başlandı,” demek zorunda kaldığı tabloda “Olan bitenler demokrasi gibi laikliğin de elden gitmekte olduğunu yeterince gösteriyor. Eğitim sisteminde yapılan değişiklikler bile olan biteni anlamaya yeter ya, tanımlamakta hâlâ duraksıyoruz. Oysa, biz burada isim vermek konusunda duyarlı olmaya çalışırken, orada birilerinin, harcını tuğlasını yığmış, kendine göre bir toplum inşa etme yolunda ilerlediğini görmemek mümkün değil. İnşa edilmekte olanın, demokratik ya da laik kaygılar taşıdığı ise söylenemez. Bir zamanlar niyet okumakla suçlanırdı demokrasi ve laikliğe önem verenler, şimdi ise niyet okumanın değeri her geçen gün daha fazla ortaya çıkmakta. O nedenle, kabaca da olsa, ‘polis devleti’ ile ‘din devletine’ gidiş yolunda olduğumuzu söylemek yanlış olmayacak.

Emniyet güçlerinin olanakları, her olaya yetişip ilgili ilgisiz herkesi cezalandırması yetmiyormuş gibi şimdi özel polis birlikleri geliyor; ‘hassas noktaları ‘bekleyeceklermiş! Yani olaylara meydan verilemeyecek! Yani herkes sus pus, herkes işinde gücünde, herkes gayetle itaatkâr! Mesela üniversiteler… Ne kadar tepelerine binilse, ne kadar yönetimler ele geçirilse de, doğası gereği özgürlük ve hakkın en azından konuşulduğu, arandığı yerler buralar. Bugüne kadar yapılanlarla bilimsel yaklaşım, eleştirel düşünce, hak arama alışkanlığı açısından ‘hayatiyetlerine’ büyük darbeler indirilmiş olsa da, içindeki potansiyel tümüyle ele geçirilemiyor…

Mesela, İslâm iktidarda ama Türkiye dinsel özgürlükler açısından çok gerilerde. Sünnî inancı temsilen Diyanet’e bakanlık bütçelerini aşan milyar dolarlar, 100 bini geçen kadrolar, 85 binden fazla cami… Farklı dinler, farklı mezhepler ise, inancını yerine getirebildiği için şükretsinler! İnancı olmayanlar ise, ne yaşarken ne ölürken tanınmayı isteyebiliyorlar.

İslâm’a laf etmek de giderek daha ‘tehlikeli’ hâl almakta; mesela Fazıl Say’dan sonra Sevan Nişanyan davasında olduğu gibi hapis yatmayı göze almak gerekmekte. Yani her tür ideoloji, yaklaşım, düşünce yerle bir edilebilir, ama İslâm’a ‘dokunulamaz’. Gerçi şimdilik, ‘toplumun kutsalına hakaret’ gibi bir kılıf uydurulmakta ama kutsal da, hakaret de birilerinin yorumu.

Örneğin, ‘toplumun kutsalı’ meselesi… Ne kadar tartışılır bir şey! Geçmişte ‘dünya dönüyor’ demek kutsala karşı çıkmak oluyordu; kadınların bitkisel ilaçları cadılık sayılıyordu. Şimdiyse…

Öte yandan şimdi dine karşı eleştirel duruşu kaba güçle değil, hukuka dayanarak, hukuktan destek alarak tabulaştırmak niyetleri var ki, daha tehlikeli. Bu konuda meşruiyet sağlandıkça, şimdi ‘kutsala hakaret’ iddiası üzerinden dolananların yarın kılıf uydurmaya gerek duymadan dine karşı söylenen her şeyi suç sayacakları da beklenir.”[36]

Özellikle muhafazakâr İslamizasyonun giderek toplumsal örgütlemenin eksenine dönüştürüldüğü güzergâhta şu örneklerin anımsanması/ anımsatılması önemlidir.

i) AKP Kırklareli teşkilâtınca Hz. Muhammet’e “Nüfus Cüzdanı” çıkarıldı… Kırklareli’den 2012 yılında AKP İl Başkanlığı’nca Hz. Muhammet için nüfus cüzdanı çıkarılıp dağıtılmıştı… Hz. Muhammet için hazırlanan nüfus cüzdanının altında AKP sembolü olan ampul ve il başkanının telefonları vardı…[37]

ii) Tüm-Din-DER’in Fatih Camisi’nde düzenlediği “7 yaşındayım namaza başlıyorum” etkinliğe, yaklaşık 8 bin çocuk katıldı…[38]

iii) Üsküdar Kaymakamlığı ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü öğrencilere imza karşılığında vermek üzere “Peygamberimizin Hayatı” başlıklı kitaplar dağıttı. Üsküdar Kaymakamlığı ve Üsküdar İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, 21 Ocak 2013 günü ilçedeki tüm ve özel okullara “Acele” başlıklı bir yazı göndererek bir yetkili ve iki hizmetli ile birlikte İrfan Yücel tarafından yazılan “Peygamberimizin Hayatı” isimli kitabın öğrencilere imza karşılığında dağıtılmasını istedi. Yazıda imza sirkülerinin bir nüshasının da İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü Din Öğretimi Bölümü’ne gönderilmesi talep edildi. Bunun üzerine ilçedeki okullarda görev yapan Eğitim-Sen’li öğretmenler bunun öğrencileri fişleme anlamı taşıdığını belirterek dağıtım yapmayacaklarını belirttiler…[39]

iv) Afyon’da kamuya açık alanlarda alkollü içkilerin yasaklanması, okullara mescit girişiminin ardından şimdi de harem-selamlık otobüsler devrede! Kamuya açık alanlarda alkollü içkilerin yasaklanması, okullara mecsit önerisiyle gündeme gelen Afyonkarahisar’da, bu kez AKP’li belediye, tacizi gerekçe göstererek kadınlara yönelik otobüsleri devreye soktu…[40]

Tüm bu ve benzeri veriler ışığında ekleyeyim: Türkiye’de vergi, din ve devlet ilişkisi, dinin finansmanı laikliğe ve hukuka aykırı bir konudur.

Devlet, 6 milyar dolar civarındaki payı merkezi bütçeden sadece Sünnî-Hanefi inancına aktarmaktadır. Razılığımız olmadan vergilerimiz, Diyanet’e, camilere, mescitlere, imamlara, ilahiyat fakültelerine, İmam Hatiplere, Kur’an kurslarına, TRT’ye, bakanlıkların din bütçesine, dindarlaştırma eğitimi için Milli Eğitim Bakanlığı’na, “zorunlu seçmeli din derslerine” ve hizmet satın almak amacıyla Türk Diyanet Vakfı’na aktarılır.

Yani, devletin mezhep eksenli din hizmeti vermesi ve bunu vergilerimizle finanse etmesi sır değil.

Her yıl vergi gelirlerinin yüzde 85’den fazlasını çalışan Alevî, Sünnî, Hıristiyan, Musevi ve ateist vatandaşlar ödüyor. Fakat Maliye Bakanlığı vergilerin bir bölümünü “din bütçesi” olarak belirli bir mezhebin kurumlarına aktarıyor…

Bu vergilerin muhafazakâr İslamizasyonun otoriter örgütlenmesi de karşı kullanılıyor…

MUHAFAZAKÂR İSLAMİZASYON, OTORİTER DÜZENLEME (VE DÖNÜŞÜM)

‘The The Times’ın, Ankara’nın “gittikçe daha fazla otokratik” bir yapıya dönüştüğü yorumunu yapıp, AKP hükümetini dünyanın en büyük gazeteci hapishanesini kurmakla suçladığı otoriterleşme tablosunda liberal Prof. Mehmet Altan bile, “12 Eylül rejimi aynen devam ediyor… Vesayet el değiştirdi,”[41] derken; Gezi Parkı Direnişi’nde ortaya konan tavır nedeniyle Âkîl İnsanlar Heyeti’nden istifa eden, ‘Taraf’ yazarı Prof. Dr. Murat Belge, AKP hakkında, “Askeri vesayet dediğimiz şey ortadan kalktı, yerine başbakanın da zihnindeki Müslüman vesayeti geliyor… İslâm demokratik ilkeler içermiyor…”[42] saptamasını dillendiriyordu…

Bilindiği gibi muhafazakâr/liberal İslâmî hegemonyanın geçtiğimiz süreçte toplumsal muhalefet hattındaki bütün siyasetleri -özellikle polisiye tedbirlerle- zayıflattığını gözlemledik.

Bu öyle bir süreçti ki solunun, AKP’ye ve yeni devlete karşı mücadelesini sekteye uğratacak donanımı bünyesinde taşıyordu. Althusser’in “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları” eserinde savunduğu bütün tezler, belki de ilk kez bu denli yoğun bir şekilde Türkiye toprakları içerisinde hayat bulmuştu. “Yetmez Ama Evet” kapitalistleşen ve muhafazakârlaşan “yeni Türkiye”nin “mutlu sol” ayağı oluverirken; bu hikâye de pek uzun ömürlü olamadı.

Otoriter devletin, sıkça yinelediği “demokratiklik” savına karşın konumunu güçlendireceğini bildiğinden denetimi altına altığı hukuk sistemi, eğitim sistemi ve medya gibi kurumlar aracılığıyla kendi ideolojisini benimseyen “yandaş yurttaşlar” yaratıldı. Devlet ideolojisi “resmî ideoloji” ile payandalandırılıp, polis devletine tahvil edildi.

Bilindiği gibi otoriter rejimler, esas olarak kamu alanındaki temel hak ve özgürlükleri yok eder, belli sızıntılar dışında, özel yaşama pek karışmaz. Totaliter rejimler ise, hem kamu yaşamına hem de özel yaşama müdahale eder. Bireylerin hangi değerlere, ideolojiye, ahlâka sahip olacaklarını, kişiliklerinin nasıl biçimleneceğini, nasıl bir aile kuracaklarını, çocuklarını nasıl yetiştireceklerini, sözün kısası, nasıl yaşayacaklarını düzenler.

Örnek mi? Mesela Sayıştay, gerekli bilgi ve belgeler gönderilmediği için Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hesaplarını denetleyemezken; Emniyet’in 2012 yılı bütçesinin tamamını harcayarak 1 milyar liralık yedek ödenek kullandığı anlaşıldı.

Genel Müdürlüğün 2012 yılına ilişkin mali raporunda sadece Emniyet’e ilişkin bazı sayısal bilgiler yer aldı. Polis teşkilâtının, 255 bin 239 personeli ile hizmet verdiği belirtilen raporda, “2011 yılında bir polis memuru ortalama 297 vatandaşa hizmet verirken, 2012 yılı itibarıyla bu sayı 291’e düşmüştür” ifadesi kullanıldı.

Emniyet’in bütçesini aşarak yedek ödenek kullandığı saptaması yapılan rapora göre, Emniyet Genel Müdürlüğü’ne 2012 yılında 12 milyar 119 milyon 314 bin TL ödenek tahsis edildi. Ancak mali yıl içerisinde “birimlerin artan ihtiyaçları doğrultusunda” yedek ödenek alındı ve geçen yıl toplam 13 milyar 125 milyon 872 bin 117 TL harcama gerçekleştirildi. Bu harcamanın 1 milyar 360 milyon 40 bin 398 TL’sini mal ve hizmet giderleri oluşturdu. Silah, biber gazı, araç ve diğer gereçler bu giderlerin içinde yer aldı. Bu rakam çok sayıda bakanlığın bütçesini geride bıraktı!

Bu somut tabloda Kur’an kursunu bitiren öğrencilere bisiklet dağıtma törenine katılan İçişleri eski Bakanı İdris Naim Şahin, ‘İmam hatipliden terörist olmaz’ diyen Erdoğan gibi konuşup, “Dindar insandan zarar gelmez. İnançlı, dindar insanlardan sokağa, şehre, bölgeye, ülkeye, dünyaya asla zarar gelmemiştir, gelmez, gelmeyecektir,” derken “Başbakan ‘tehdit’ etti, okul yönetimleri harekete geçti. Din derslerini seçmek istemeyenler bile bu derslere kaydedildi… Karşı çıkan velilere, ‘Hangi partidensiniz’ dendi. Bir velinin evini arayan bir kişi, ‘Niye ortalığı karıştırıyorsun,’ diyerek tehdit savurdu”![43]

Söz konusu otoriter muhafazakâr İslamizasyon, toplumsal bir düzenleme ve dönüşümdür…

“II. Cumhuriyet”, “Pasif Devrim”, “Renkli Devrim”, “Yeni Rejimin İnşası” vb.’i adlandırma ve kavramlaştırmalarla paketlenen AKP otoritaryanizminin “ustalaşması” sürecinde Türkiye “dönüştürülüyor”.

Ki onlar da bunu inkâr etmiyor: “Erdoğan kuvvetler ayırımını ayak bağı gördüğünü ilan etmiştir. Bu demektir ki, HSYK, Yargıtay, Danıştay aracılığıyla Yargıyı kontrolüne almış olması yetmemekte, Yargıdan daha daha çok tâbiyet ve siyasi otoriteye itaat istemektedir.

Yasama organına gelince: TBMM bir aksesuardan ibaret değilse bile, Erdoğan’a bağlı bir bileşimden fazlası da değildir.”[44]

Mesela “Mevlana anmaları için gittiği Konya’da şehrin Ekonomi Ödülleri 2012 töreninde konuşan Erdoğan, ‘Sistem düzgün kurulmamış, sistemde yaşadığımız sıkıntılar var. Düzgün kurulmadığı içindir ki umulmadık yerde, umulmadık şekilde bakıyorsunuz bürokrasi karşınıza dikiliyor, bürokratik oligarşi karşınıza dikiliyor, umulmadık yerde yargıyla karşı karşıya kalıyorsunuz. Yasama, yürütme, yargının bu ülkede öncelikle bu milletin menfaatini düşünmesi lazım ve ardından da bu devletin menfaatini düşünmesi lazım. Eğer biz güçlü hâle geleceksek böyle güçlü hâle gelebiliriz’ dedi.

‘Benim yapacağım yatırımı bir kelimeden dolayı kalkar da 3 ay, 6 ay erteletirsen, bu bir sene, iki sene giderse o zaman bu ülkenin, halkının bedelini asla ne tarihe hesabını verebilirsiniz, ne de bu toprağın altında yatanlara hesabını verebilirsiniz’ diyen Erdoğan, şehir hastaneleri projesini de bürokratik oligarşi ve yargı sebebiyle hayata geçiremediklerini savundu… Erdoğan’ın 2010’lar modeli bir çeşit padişahlık gayesi güttüğünü biliyoruz.”[45]

Alın size bu konuda kimi örnekler:

i) Diyanet İşleri, güncel konularda fetva veren kurum hâline getiriliyor! Siyasi çıkışlarıyla “hükümetin fetva kurumu” eleştirilerine hedef olan Diyanet’in, en yüksek karar organı olan Din İşleri Yüksek Kurulu daha etkili bir konuma getiriliyor. Kurulun güncel konularda fetva verecek kurum hâline getiriliyor…[46]

ii) Diyanet İşleri Başkanlığı’nın imamlara sosyal görevler yüklemesinin ardından Milli Eğitim Bakanlığı da, imam hatip öğretmenlerine “halka tebliğ” görevi verdi. Artık imam hatip öğretmenleri 7 gün 24 saat “dini konularda halkın bilgilendirilmesine” yönelik faaliyetlerde bulunacak…[47]

iii) Prof. Dr. İştar Gözaydın diyor ki: “2013 Şubat ayında Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez tüm il müftüleriyle buluşmuş, uzun konuşmasında dikkatimi çeken şöyle bir ifade kullanmıştı: ‘Bizler sadece şehirlerde yapılacak cami inşaatlarıyla değil, bu camileri dolduracak bedenlerin imar edilmesiyle ve bu mümin vicdanların oluşturacağı ahlâka dayalı toplumsal bir yapının oluşturduğu mamur kentlerin oluşmasıyla ilgilenmeliyiz.’

‘Camileri dolduracak bedenlerin imarı’ net bir vazife alanını işaret ediyor. Bu yaklaşımda yeni bir yan var mı? Şöyle yeni bir yan var: Diyanet İşleri Başkanlığı son yıllarda görev alanını bir şekilde genişletmekte. Bu örgütsel yapısına da yansıdı. Mesela din hizmetleri çerçevesinde daire başkanlıklarıyla yeni hizmetler başlatıldı. Aile ve dini rehberlik bir tanesi; bir de sosyal ve kültürel içerikli din hizmetleri daire başkanlığı var…”[48]

iv) Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) altyapı desteği ile yurttaşlara evlerinde anket uygulayarak “dindarlık düzeylerini” ölçtürmesi tepki çekti… Diyanet’in TÜİK belirlediği örneklem üzerinden yapılan anketinde çarpıcı sorular ve seçenekler yer almıştı. Bu çerçevede katılımcılara “Kendinizi ne kadar dindar buluyorsunuz?” sorusu yöneltilmiş ve “Çok dindarım”, “Dindarım” “Ne dindarım, ne değilim”, “Dindar değilim”, “Hiç dindar değilim”, “Herhangi bir dine inanmıyorum” seçenekleri sunulmuştu…[49]

v) Başbakan Tayyip Erdoğan, TBMM’de kabul edilen alkol yasakları düzenlemesiyle ilgili olarak “Hangi din olursa olsun, bir din yanlışı değil doğruyu emrediyor. Doğruyu emrediyorsa bunu din emrediyor diye karşısında mı duracaksın? İki tane ayyaşın yaptığı yasa, sizin için muteber oluyor da inancın emrettiği bir gerçek, bir vaka, niçin sizler için reddedilmesi gereken bir olay hâline geliyor” diyerek “dinin gereği” mesajı verdi…[50]

vi) Afyonkarahisar İl Milli Eğitim Müdürlüğü Din Öğretimi Şube Müdürü İbrahim Özkul, “Müdürler kusura bakmasın. Bundan sonra işler ve işlemler, din kültürü ve ahlâk bilgisi öğretmenlerinin kontrolünde gerçekleşecek. Bunu Ankara da böyle istiyor. Bunu valilik de böyle istiyor. Allah da böyle istiyor,”[51] diyor…

vii) Amasya İl Emniyet Müdürlüğü, Müftülük, Evrensel Hafızlar Derneği ve Çocuk Şube Müdürlüğü işbirliği ile başlatılan ortak çalışmada suça itilen çocukların topluma kazandırılması, rehabilitasyonu ve “manevi ve ahlâki yönden” bilgilendirilmeleri amacıyla dini sohbet düzenlendi…[52]

viii) İzmir’de sağlık çalışanlarına özel Kur’an-ı Kerim kursu açıldı. Buca Seyfi Demirsoy Hastanesi’nde Buca Müftülüğü’yle yapılan anlaşma sonucu özellikle kadın çalışanlara yönelik haftada iki gün kurs başlatıldı…[53]

ix) İstanbul Kâğıthane’de, okullarının imam hatip ortaokuluna dönüştürülmesini protesto eden Gültepe ilkokulu öğrenci ve velilerine tekbir getiren bir grup sopalı demirli saldırdı…[54]

x) Ordu’da aralarında kadınların da bulunduğu heykellere yönelik saldırılar sürüyor. Daha önce sprey boyayla üzerlerine ‘Edep yahu’ diye yazılan heykeller siyah örtüyle kapatılmıştı. Heykeli korumak için üzerine örtülen örtüler de kesilerek tahrip edildi. Örtüler daha sonra yama yapılarak onarıldı…[55]

xi) Düzce’nin Akçakoca ilçesinde Sky Tower Otel’de düzenlenen kadınlar matinesinde Nadide Sultan’ın erkeklerden oluşan orkestrasının görünmemesi için ise otel yönetimi tarafından ilginç bir önlem alındı. Şarkıcının parçalarını seslendirdiği sahne ile orkestrası arasına paravan koyularak erkeklerin görünmesi engellendi…[56]

xii) Avrupa’dan ithal edilen kan ilaçlarına, Avrupalıların yeme içme kültürleri nedeniyle alkol veya domuz eti bulaşması olasılığı üzerine Kızılay tarafından başlatılan “helal kandan helal ilaç” tartışmasına yeni bir boyut eklendi. Ankara Tabip Odası Başkanı Özden Şener, kan verirken bugüne kadar sorulmayan “Alkol kullandınız mı” sorusunun, helal kan için bundan sonra sorulabileceğine dikkat çekti…[57]

xiii) Askeri liselerde Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed’in Hayatı’nın seçmeli ders olarak okutulacağı yönünde Genelkurmay Başkanlığı tarafından yazılı bir açıklama yapıldı…[58]

xiv) Üniversiteye giriş sınavlarında adaylara yöneltilen sorular arasına, Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersi de girdi…[59]

xv) Ankara metrosunda “Sayın yolcularımız lütfen ahlâk kurallarına uygun hareket ediniz” anonsu yapıldı…[60]

xvi) “RTÜK, ‘Ben eş demem zevce derim, çalışan kadın yuvasını dağıtır,’ diyen ilahiyatçı Ömer Tuğrul İnançer için ceza vermezken, dansçı için Star’a para cezası kesti”…[61]

xvii) Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın hazırladığı yasa taslağına göre, alışveriş merkezi, işhanı, büro, yönetim binası gibi umumi ve binalarda; fabrika ve benzeri sanayi tesislerinde; düğün salonu, lokanta, gazino, sinema, tiyatro, müze, kütüphane ve kongre merkezi, yurt binaları, spor tesisleri gibi sosyal ve kültürel yapı ve tesislerde; eğitim yapılarında; hastane ve benzeri sağlık tesislerinde çalışanlar ve müşteriler için mescit açılacak…[62]

MUHAFAZAKÂR İSLAMİZASYONDAN KARELER

Devasa bir muhafazakâr İslamizasyon ile yüzyüzeyiz!

Siz bakmayın bel kemiksiz liberallerin, AKP yalakalarının zırvalarına!

“Türkiye’de muhafazakârlık hem artmıyor hem de yeni nitelikler kazanıyor. Ben bu kompozisyonu yeni muhafazakârlık diye nitelendiriyorum,” diyen Hasan Bülent Kahraman’ı ciddiye almak mümkün mü?

Veya Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Hakan Yılmaz’ın, “Toplumda muhafazakâr kesim ılımlılaşıyor, daha hoşgörülü olmaya başladı,” saptamasına ne demeli?

Ya da “Tekrar tekrar söylüyorum: Türkiye muhafazakârlaşmıyor. Muhafazakârlaşmış gibi yapıyor,” vurgusuyla şunları zırvalayan Ertuğrul Özkök’ün dedikleri:

“Şunu da iddia ediyorum: Bu beyanat muhafazakârlığı, AKP iktidarının, özellikle de Başbakan Tayyip Erdoğan’ın güçlü liderlik karizmasıyla ilgili bir şeydir…

Biliniz ki, post-Erdoğan döneminin Türkiye’si çok daha farklı olacaktır…

Kendimden son derece emin bir ifadeyle şunu iddia ediyorum: Türkiye’de demode muhafazakârlığın geleceği yoktur…”

Bu demogojik zırvaların tümünü yaşam tekzip etti, ediyor, edecek de…

Mehmet Tezkan’ın, “Gelecekten kasıt; 10 yıl, 15 yıl, 20 yıl sonrasıysa ‘muhafazakâr iklim kalıcıdır’ derim. Çünkü; Müslüman toplumlarda o iklimi yerleştirmek kolaydır. Yerleştikten sonra değiştirmek zordur,” saptamasının altını çizerek birkaç örnek daha sıralayalım:

i) Türkiye Alimler Birliği Girişim Grubu Sözcüsü Hüsnü Kılıç, Müslüman kimliğine yönelik artan tehditlerin Türkiye Alimler Birliği’nin kurulmasını ihtiyaç hâline getirdiğini, girişim için geç bile kalındığını belirterek, “İslâm dünyasının gerçekleriyle ilgiliyiz, ilgili olmak zorundayız” dedi.

Alimler Birliği’ne uzun zamandır ihtiyaç duyulduğunu ve yakın tarihte yaşanan dramatik süreçlerin bu ihtiyacı kaçınılmaz kıldığını söyleyen Kılıç, “Tarihimize, ilim-irfan ve medeniyet dünyamıza, müesseselerimize, Müslüman kimliğimize, ümmet bilincimize, İslâm algımıza, hayat tarzımıza yönelik yozlaştırıcı tehditler, baskıcı ve imhacı politika ve uygulamalar bu nitelikte bir birlik ihtiyacının ne kadar zaruri ve hayati olduğunu gösterirken, toplum olarak bu girişimde ne kadar geç kaldığımızı da itiraf etmeliyiz,” dedi…[63]

ii) TRT ile imzaladığı protokolle bir süre önce Diyanet TV yayınlarını başlatan Diyanet İşleri Başkanlığı, medyadaki atılımını sürdürüyor. Başkan Prof. Dr. Mehmet Görmez tarafından 81 ilin müftülüklerine gönderilen yazıda televizyon için birer yayın temsilciliği oluşturulması istendi. Mülakatla seçilecek temsilciler Diyanet’in dergilerine ve diğer yayınlarına da katkı sunacak, söyleşiler düzenleyecek. TRT ve Diyanet İşleri Başkanlığı, Diyanet TV için protokol imzalamıştı. Protokol uyarınca TRT Anadolu kanalında başlangıçta 12 saat süreyle yayın yapılması, ilerleyen dönemlerde bu sürenin artırılması planlanmıştı. Diyanet TV’nin yayın akışı da tartışma programları, cami öyküleri, tefsir saati, dini soruları cevaplama saati, meal saati, hatim saati, naklen cuma namazı, kültür-sanat, çocuklar için dini eğitim programları, belgesel programları, kadın ve müzik programları gibi programlardan oluşacaktı…[64]

iii) Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu, televizyon kanallarında izlenme rekorları kıran yarışmalarla ilgili bir vatandaşın sorusunu cevaplandırırken; kazananın, üçüncü kişi tarafından vaat edilen ödülü alması ile kaybedenin bir zarara girmemesi esasına dayalı yarışmalara katılmanın caiz olduğuna hükmetti. Kurul, yarışmaya katılabilmek için normal ulaşım ücreti dışında kontör göndermek gibi ilave ücret ödemek ya da bir ödeme taahhüdünde bulunmanın haram olduğuna dikkat çekti…[65]

iv) Diyanet, giderek yaygınlaşan yogaya ilişkin bir fetva verip, dini misyonlar yüklenmesi hâlinde yoga’nın sakıncalı olduğunu belirtti…[66]

v) Sağlık Bakanlığı, anne sütü bankası için Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan fetva aldı… Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu, anne sütü bankası ile ilgili sütkardeşliği konusundaki tereddütleri gidermek için çeşitli tedbirler aldıklarını, “Kız çocuğu olan annenin kız çocuğa süt vereceğini, erkek çocuğu olan annenin erkek çocuğa süt vereceğini, süt kardeşliği bilgisinin nüfus kütüklerine ekleneceğini, çocukların 25 yaşına kadar 5 yıl arayla bilgilendirileceğini,” belirtip, konu ile ilgili olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan olumlu görüş alındığını, Yahudi cemaatinden görüş beklediklerini, Hıristiyan cemaatinden ise dönüş alamadıklarını açıkladı…[67]

vi) Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, İzmir’deki etkinlikleri sırasında 25 Mart 2013’de Balçova Kaya Termal Otel’de din görevlileriyle bir araya geldi. Burada yaptığı konuşmada, İzmir Müftülüğü’ne, “Kentin manevi hayatını yeniden ayağa kaldıracak” birisini atadıklarını dile getirdi. Prof. Dr. Ramazan Muslu’nun İzmir’e müftü olarak atanmasının “tesadüf” olmadığını belirterek, “İzmir’in farklı bir dindarlığı var. Bu dindarlığın irfan geleneğine ihtiyacı var. Öyle olduğu için tasavvuf profesörünün, irfan geleneğinden geçmiş birinin İzmir’e müftü olarak atanması tesadüf değil,” dedi…[68]

vii) Diyanet İşleri Başkanlığı, ‘Uluslararası İlahiyat Projesi’ kapsamında gurbetteki Türkler için yurt dışına 2 dil bilen 600 imam gönderecek…[69]

viii) TBMM Dilekçe Komisyonu, eski Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın karşı çıktığı “Ayasofya’nın ibadete açılması” istemiyle yapılan başvuruları kabine değişikliğinin ardından yeniden işleme koydu…[70]

ix) Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, dini eğitiminin zorunlu olduğu vurgusuyla, bunun “kabullenilmesi” gerektiğini söyledi…[71]

x) Türkiye Psikiyatri Derneği üyesi ve Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Burhanettin Kaya, AKP hükümetinin son yıllarda “din psikologluğu” diye bir kavram geliştirdiğini, bunu psikiyatri klinik hizmetine sokmaya çalıştığını belirtti…[72]

xi) Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, 10 yılda Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan üniversite ve Milli Eğitim Bakanlığı’na 5 bin 360 geçiş olduğunu açıkladı…[73]

xii) ‘Adana Otistik Çocuklar Sağlık ve Eğitim Derneği’ Başkanı sosyolog Fehmi Kaya, bütün otistik çocukların ateist olduğunu öne sürüp, “Otistik çocukların beyinlerinde inanç alanı olmadığı için Allah’a inanmayı bilmiyorlar” dedi…[74]

xiii) Kız-erkek öğrencilerin aynı ev ve yurtta kalması tartışmaları devam ederken Isparta’daki Ahmet Melih Doğan Anadolu Lisesi’nde kız ve erkek öğrencilerin öğle yemeklerini ayrı yemesi yönünde uygulama başlatıldı…[75]

“BÜYÜK DÖNÜŞÜM”ÜN ALEVÎ CEPHESİ: “AÇILIM”, “PAKET” YALANLARI

AKP, hedeflediği “Büyük Dönüşüm”ü, Alevîleri de asimile ederek, tamamlamayı amaçlıyor. Bu konudaki ilk yalanlardan biri “Alevî Açılımı”, öbürüyse “Demokratikleşme Paketi” yaygaralarıdır…

AKP patentli “açılım süreci”ndeki Alevî çalıştayına Alevî toplum önderlerinin kimisi şüpheyle yaklaşırken, genel eğilim -maalesef- katılım yönünde olmuştu. Ancak çalıştaydaki sahte umutlar, konuşulanların uygulamasındaki tutarsızlık nedeniyle yerini karamsarlığa bıraktı ve AKP’nin de ne olduğunu bir kez daha ortaya koydu.

Her ne kadar 7 ayrı Alevî çalıştayına öncülük eden Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, “İnsanlar nasıl inanıyorsa, bu tercihe saygı duymak gerekir,” dese de; Alevî örgütleri, AKP tarafından seçim zamanında gerçekleştirilen Alevî çalıştaylarının sözde kaldığını, Alevîlerin isteklerinin sürekli göz ardı edildiğini, din dersinin zorunlu olmaktan çıkarılmadığının, cemevlerinin ibadethane sayılmadığının altını çizdiler.

Bu kapsamda Diyanet İşleri Başkanlığı, Alevî kurumlarını dışlayarak Alevîlerle yakınlaşma çabası içine girdi. Alevîlerin Diyanet’te temsiline ve bütçesinden Alevîlere de pay aktarılması yönündeki taleplere “Alevîlik bir inanç ya da mezhep değil tarikattır” savıyla karşı çıkan Diyanet İşleri Başkanlığı, 2005 yılında kuruma ayrılan hac kontenjanını bazı Alevî dedeleri için kullandı.

Bu koordinatlarda Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Veli Ulusoy, Devletin dini olmayacağını vurguluyor. Laiklikten söz edilebilmesi için Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması gerektiğini belirten Ulusoy, “Devlet hiçbir inanca karışmasın, maddi manevi hiçbir destek sağlamasın, tüm inançlara aynı uzaklıkta olsun. Nasıl Başbakanlık’a bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı yanlışsa Alevîlerin temsil edileceği bir genel müdürlük de yanlıştır,” dedi.

Devletten maaş alan dedelerin Alevî toplumu tarafından hiçbir zaman kabul edilmeyeceğini belirten Ulusoy, bunun “devletin kendi Alevîliğini yaratma amacı taşıdığı” anlamına geleceği vurgusuyla, “Devletten maaş alan dede bizim dedemiz olamaz,” demekte.

Ya “Demokratikleşme Paketi” yaygaralarına ne demeli?

Her ne kadar Avrupa Komisyonu’nun Türkiye İlerleme Raporu’nda “demokratikleşme paketi” olarak övülüp, “Hükümet daha fazla demokratikleşme ve siyasi reformlara yönelik taahhüdünü koruyor” mesajı verilse de;[76] her şey “Nice Paketler Gördüm Boştular!” vurgusuyla Fikret Başkaya’nın işaret ettiği üzereydi:

“AKP iktidarı on yıldır ‘demokrasi paketleri’ üretiyor. Üretim fazlasının bir kısmını da Libya’ya, Suriye’ye ve başka ülkelere ihraç ediyor. Elbette ihtiyaç fazlasının ihraç edilmesi, demokrasinin ‘küreselleşmesinin’ de bir gereğidir. Fakat son bir kaç aydan beri demokrasi ihracı hayli zorlaşmış görünüyor…

Uzun lâfın kısası artık tartışma zeminini değiştirme zamanı gelmiş olmalıdır… Aksi hâlde içi boş daha nice yeni paketleri bekleme aymazlığından kurtulmak mümkün olmayacak…”[77]

Aynı konuda ‘Alevî Bektaşî Federasyonu’ Genel Başkanı Selahattin Özel de, AKP’nin seçim öncesine denk getirdiği açılımların kandırmacadan ibaret olduğunu, iktidarın devlete bağlı bir Alevîlik yaratmak istediğini söylüyor ve ekliyordu:

“Anadolu topraklarında yüzlerce yıldır var olan Alevîler, Sünnî inancının baskısı altında bugünlere geldi. AKP’nin iktidarıyla birlikte Alevîlere yönelik baskılar da artarken, ‘açılım’ adı altında uygulamaya konulan ‘paketlerin’ de içi boş çıktı.”

Bu arada Başbakan Erdoğan, hazırlamış oldukları ve kamuoyuna demokratikleşme adı altında sundukları pakete gelen eleştirilere şu cümle ile cevap verdi; “Biz bu paketi bütün beklentilere cevap verebilecek şekilde yaptık. Beklentilerin sonu hiçbir zaman gelmez. Ülkemizdeki tüm inanç gruplarının kendilerine göre beklentileri vardır” dedi…

Yani Alevîler ve diğer gayri Sünnîler bu paketten bir kez daha ötekileştirilerek çıktılar.

Nihayetinde Ali Akay’ın, “Demokratikleşme mi: O da neymiş?” notunu düşüp; Cengiz Çandar’ın dahi, “Bu içerikteki bir ‘paket’e ‘yetmez ama evet’ tavrı göstermek, ömür boyu aşağılanmayı ve alay edilmeyi kabullenmek anlamına gelir. ‘Yetmez ama evet’ artık yok. ‘Yeter artık’ var,”[78] demek zorunda kaldığı manipülasyondan özetle, “Alevîlerin hak ve taleplerine paketten çözüm çıkmadı. Cemevlerine ibadethane statüsü tanımak ve zorunlu din derslerini kaldırmak, Heybeli Rum Ortodoks Ruhban Okulu’nun açılması gerekiyordu. Olmadı! Gelen eleştirilere ‘paket son değildir, yenileri gelecektir’ diyerek, hak gaspı inadı sürdürüldü.

11 yıllık AKP iktidarı, Alevîliği inkâr etti ve Alevîleri oyaladı; oyaladıkça da istismar etti. 2007’de ‘Alevî açılımı’, 2008’de ‘Alevî iftarı’, 2009 – 2010’da ‘Alevî çalıştayları’, 2013’de ise ‘demokrasi paketi’ ile oyalayarak, Alevîleri siyasal istismar malzemesi hâline getirdiler.

Sanki özel talepmiş gibi, üniversite tabelası değişikliği ile Alevîlere bir parmak bal verip, 11 yıllık Alevî istismarını devam ettirdiler. Alevîlerden gizlenen ‘çalışmalar’, Alevîlere teolojik kimlik dayatması olup, Alevîlerin yaşadığı acı hakikâtlerin gizli ajandasıdır.”[79]

DÜŞKÜN İZZETTİN’İN CEM VAKFI İLE GÜLEN’İN CAMİ-CEMEVİ “PROJESİ”

Yukarıda işaret ettiğim üzere AKP patentli “Büyük Dönüşüm”, Alevîleri de düşkün İzzettin’in Cem Vakfı ve Gülen’in Cami-Cemevi “projesi”yle “teslim almak” istiyor!

Alevîlerin gasp edilen haklarına ilişkin hiçbir talebe olumlu yaklaşmayan Fethullah Gülen ve İzzettin Doğan’ın Alevîleri asimile edip, Türk-İslâm sentezinde buluşturma projesine ilişkin olarak Taha Akyol’un bile, “Sünnî muhafazakâr bir seçmen çoğunluğuna dayanan iktidarın cemevlerini ibadethane olarak kabul etmesi, toplumsal barış bakımından ne kadar yapıcı bir tavır olurdu. Ama iktidar maalesef alışılmış kalıpların dışına çıkamıyor,” diye “dert yanması”na yol açıyor söz konusu “asimilasyon projesi”, ‘Yeni Şafak’ yazarlarından Hayrettin Karaman tarafından, Müminlerin mabedlerini ikilemek birleştirmeye değil, bölmeye hizmet edecektir,” diye yorumlanması yanında; Mamak’taki cami-cemevi projesinin oturduğu alanın ibadet yeri olarak değil “kültürel tesis” alanı olarak ayrıldığı da ayrı bir vakıadır…[80]

‘Demokrat Yargı’ Eşbaşkanı Doç. Dr. Uğur Yiğit’in, “Yargıtay’ın ‘ibadethane’yi cami ve mescitlerle sınırlayan yorumu, İslâm’ın ibadet türlerindeki zenginliği açısından bakıldığında anlamsızlaşır… Dün başörtüsünün dini olup olmadığına karar veren devlet zihniyeti bugün Alevîlerin karşısına çıktı,” diye betimlediği tabloda iş bununla da sınırlı değil!

CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün, Meclis’te cemevi talebinin reddedilmesi üzerine açtığı davaya TBMM Başkanlığı’nın gönderdiği savunmada, “Alevîlik ayrı bir din değildir ve Alevî vatandaşların ibadet yeri camidir,” denilirken; Aygün’ün 7 Mayıs 2012’de TBMM Başkanlığı’na TBMM’de cemevi açılmasına ilişkin başvurusu 6 Temmuz 2012’de reddedilmiş; Aygün’ün ret kararının iptali için Ankara 6. İdare Mahkemesi’ne açtığı davaya, TBMM Başkanlığı Aralık 2012’de gönderdiği yanıtta özetle “cemevlerinin ibadet yeri olmadığını” savunmuştu.

TBMM Başkanlığı, 15 Ocak 2013’de mahkemeye ikinci kez yazılı savunma verdi. TBMM Hukuk Hizmetleri Başkanvekili Yıldız Bezginli tarafından gönderilen yanıtta, “Türkiye’nin çoğunluğunun Muslümanlardan oluştuğu” Diyanet İşleri’nin de dini ihtiyaçların sağlanması için “zaruretten kurulduğu” savunuldu.

Aygün’ün, Ankara 6. İdare Mahkemesi’ne açtığı davaya ikinci kez görüş gönderen TBMM Başkanlığı, kendi savını Osmanlı’daki fetvalarla savunurken; Ankara XVI. Asliye Hukuk Mahkemesi, Çankaya Cemevi Yaptırma Derneği’nin kapatılması istemini reddedip, derneğin tüzüğünde yer alan “Cemevi ibadethanedir” ifadesinin suç olmadığına hükmetse de; Yargıtay, “Cemevi ibadethanedir” diyen yerel mahkemenin kararını bozdu. Yargıtay VII. hukuk Dairesi, cami ve mescit dışında bir yerin ibadethane sayılamayacağını savunurken, karar gerekçesinde “tekke ve zaviye”ler ile Diyanet’in kuruluş ve görevlerini düzenleyen yasaları hatırlattı.

Özetle VII. Hukuk Dairesi eliyle, cami ve mescit dışında bir yerin ibadethane olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığına dikkat çeken Yargıtay, Cemevlerinin ibadet yeri olduğu yönündeki tüzüğünü değiştirmeyen Çankaya Cemevi Yaptırma Derneği kapatılması gerektiğine hükmetti.

Unutulmasın diye bir şey daha: AKP hükümetinin Alevîlerin cemevlerine ayrı statü isteğiyle açtığı davaya itiraz gerekçesi, “Alevîler de Müslüman” oldu. Cem Vakfı’nın açtığı davada savunma yapan Başbakanlık avukatlarından Selen Güneş, Alevîlerin de Müslüman olduğunu ve cemevlerinin ibadethane olmasının yasal olarak mümkün olmadığını ileri sürmüştü.

Geçerken anımsatmayı sürdürelim: Cem Vakfı’nın Alevî dedelerini Diyanet çatısı altına alma girişimine tepki gösteren Alevî dernekleri, “AKP eliyle türedi, devşirme bir Alevîlik yaratılmak isteniyor” diye reddettikleri Cem Vakfı, MHP’nin 2007 yılında semah gösterisini de dahil ettiği Zafer Kurultayı’na destek mesajı gönderdi.

Cem Vakfı Başkanı İzzettin Doğan, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’den davet gelmesi hâlinde, Alevî vatandaşları kurultayın düzenleneceği Tekir Yaylası’na gitmeleri için teşvik edeceğini söylemişti.

Evet İzzettin Doğan Hoca Efendi, CEM Vakfı’nı (Cumhuriyetçi Eğitim Merkezi) 12 Eylül Askeri Darbesi ile ortak kurmuştur. Bu güne kadar Alevîlere ve Alevî inancına karşı yapılan hiçbir saldırıya, katliama karşı çıkmamış, tavır almamıştır. Dersim kökenlidir ama Dersim soykırımına karşı çıkmamış ve etnik kimliğini de inkâr etmiştir. Maraş, Çorum, Malatya, Madımak katliamları karşısında sessiz kalmıştır. Son dönemlerde yapılan Sürgü saldırısı, ev işaretlemeleri gibi hemen her gün meydana gelen devlet güdümlü sistematik saldırlar karşısında “Görmemiş, duymamış, bilmemiştir!”[81]

Özetin özeti: ‘Alevî Bektaşî Federasyonu’ Genel Başkanı Selahattin Özel, Fethullah Gülen Cemaatinin öncülüğünde başlayan “Cami-Cemevi”ni, “Alevîliği asilimasyon projesi” olarak değerlendirirken; ‘HUBYAR Sultan Alevî Kültür Derneği’ Başkanı Ali Kenanoğlu’nun, “Cemevlerinin ibadethane olduğunu tartışmıyoruz,” dediği koordinatlarda Alevîler, cemevlerine ibadethane statüsü verilmemesini siyasi bir karar olarak görüyorlar; oysa hiçbir şey, bir Alevî vatandaşın cemevi talebi kadar masum ve gerçekçi ve doğal olamaz…

Çünkü “Alevîlikte… Temel dini ritüel cemdir ve Alevîlere özgü, cemal cemale kılınan halka namazı cem ritüelinin bir parçasıdır. Alevî geleneğine göre Hz. Muhammed ve Hz. Ali de ibadetlerini böyle yapmış, ‘namazlarını’ bu şekilde kılmıştır. Dolayısıyla ‘Hz. Ali de namaz kılardı, onun yolundaysanız siz de namaz kılmalısınız’ gibi argümanların Alevîler için anlamı yoktur. Ayrıca genel kanının aksine, cemlerin yapıldığı özel mekânlar hep olmuştur.”[82]

Bu nedenle de Alevîliğin alâmeti farikasının başında cemevleri geliyor. Dolayısıyla “İbadet yeri camidir” demek “Alevîlikten vazgeçin, Sünnî olun” demekle eşdeğerdir. Bu tarzın kendisi, bir yanıyla üstü örtük bir tehdit olarak algılanabileceği gibi, modern dünyanın çoktan terk ettiği eski tarz “homojenleştirme” anlayışının dışavurumu anlamına da gelmektedir…

ÇÖZÜME DAİR

Alevî sorununu yaratan Alevîler değil; inkârcı, ırkçı devlet zihniyetidir. Yani “Sünnî Fetvası’yla Alevî çözümü olamaz”!

2 Kasım 2013 gecesi Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi’nde verdiği konserde Sezen Aksu’nun, Alevîlerin Türkiye’de zulüm gördüğünü ve Alevîlerin tarih boyunca hiç huzur görmediği vurgusuyla, “Ben bir kardeşiniz olarak yanınızdayım. En çok zulmü onlar gördüler. Bunu görmezden gelemezsiniz. Vicdanı olan herkes bu zulmün karşısında durmak zorunda… Artık bunu çözmek zorundayız,” dediği üzere Alevîlerin yüzyıllardır Alevî olmaktan kaynaklanan bir baskı gördükleri şüphesizdir. Bugün Alevîler kimliklerini gizlemek zorunda kalmakta, istemedikleri hâlde zorunlu din dersleriyle çocukları Sünnî propagandasına maruz bırakılmakta, köylerine zorla cami dikilmekte, inançları muteber kabul edilmemekte, ibadetleri çeşitli biçimlerde engellenmektedir.

Bunlar ve sayamadığımız başka birçok baskı biçimi temelde demokrasi ve onun bir alt başlığı olan laiklik mücadelesinin konusu olan sorunlardır.

Marksistlerin hep yineledikleri ve modern sınıf mücadeleleri tarihinin de açıkça gösterdiği gibi, en azından yüz elli yıldır demokrasi mücadelesinin de tek tutarlı sahibi devrimci işçi sınıfıdır. Devrimci işçi sınıfının programı tek tutarlı demokrasi ve toplumcu laiklik programıdır.

Devlet ve din işlerinin tam ayrılığı, dinin bireylere ve cemaatlere bırakılması, dolayısıyla Diyanet gibi kurumların kesin lağvı ve tüm din personeline son verilmesi; hiçbir dinsel etkinliğe devlet yardımının yapılmaması, tüm dinsel faaliyetin finansmanı ve yürütümünün cemaatlere bırakılması…

Ancak birçok Alevî örgütü okullardaki din eğitiminin kaldırılması yerine, Alevî çocuklar için Alevîlik dersi konmasını ya da din dersinde Alevîliğin öğretilmesini istiyor. Örneğin Almanya’da uzun girişimlerden sonra okullarda Alevîlik dersi verilmesinin sağlanmış olması bir başarı olarak gurur vesilesi yapılmaktadır. Bunun laiklikle bir ilgisi var mı?

Din derslerinin ne seçmeli hâle gelmesi ne de içerik olarak tek bir dinin ya da mezhebin öğretisiyle sınırlı olması kabul edilebilir. Biçim, içerik ve uygulaması nasıl olursa olsun din dersleri okullardan tümüyle kaldırılmalıdır.

Diğer taraftan ibadethanelerin yasal statüye kavuşturulması talebi de özde devlet desteği talebi niteliğindedir. Çünkü bununla amaçlanan, devletten bedava yer tahsisi, bedava elektrik-su gibi beklentilerdir. Bunun daha ötesi de bazı Alevî dedelerinin devletten maaş talep etmeleridir. Bu talepler laiklik savunusuyla bağdaşmayan taleplerdir.

Lenin’in de vurguladığı gibi: “Kiliseye ve dinsel kurumlara hiçbir devlet yardımı yapılmamalı, hiçbir ödenek verilmemelidir. Bunlar, devletten tamamen bağımsız, aynı düşüncedeki kişilerin oluşturduğu kurumlar niteliğinde olmalıdır. (…) Ya içtenlikli ve dürüstsünüzdür, ki o zaman kilise ile devletin ve kilise ile okulun kesinlikle birbirinden ayrılmasından, dinin tamamen kişisel bir sorun olarak kabul edilmesinden yana olursunuz. Ya da özgürlük konusunda bu tutarlı istekleri benimsemezsiniz, ki o zaman da engizisyon geleneklerinin hâlâ tutsağısınız demektir; rahat memuriyetlerinize ve hükümet kaynaklı gelirlerinize bağlısınız demektir; silahınızın ruhsal gücüne inanmıyorsunuz ve devletten rüşvet almayı sürdürüyorsunuz demektir.”[83]

Evet ‘Hünkar Hacı Bektaş Veli Dergâhı’ Postnişini Veliyyettin Hürrem Ulusoy’un işaret ettiği gibi, “İnancımıza göre hükümet ya da devlet eliyle inançlara müdahale etmek ya da bir inancın yararına diğer inanç toplumlarına baskı uygulamak kabul edilemez. Çağdaş demokratik hukuk normlarına, insan hakları ilkelerine göre kimsenin görüşü zorla-şerle değiştirilemez, hiçbir toplum zorla asimile edilemez…”

Nihayetinde “Alevîlerin eşit yurttaşlık talebi olarak cemevleri sorunu yalnız Alevîlik değil, laiklik ve demokrasi meselesidir.”[84]

10 Kasım 2013 Ankara.

N O T L A R

[1] 15 Kasım 2013 tarihinde Ankara’da ‘Tuzluçayır Kültür Merkezi’nin dayanışma etkinliğinde yapılan konuşma… 16 Kasım 2013 tarihinde Kıbrıs Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin düzenlediği “4. Alevi Paneli”nde yapılan konuşma… Kaldıraç, No:150, Aralık 2013…

[2] Ermeni Atasözü.

[3] Cafer Solgun, “… ‘Kılıcından Kızılbaş Kanı Damlayan’ Yavuz…”, Taraf, 1 Haziran 2013, s.10.

[4] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, C.II, s.257-258.

[5] Alphonse de Lamartine, Osmanlı Tarihi, C.I, s.370.

[6] Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Bilinmeyen Osmanlı, Akt. www.sorularlaislamiyet.org

[7] H. Saadettin Efendi, Tacüt Tevarih, C.IV, s.176.

[8] Mehmet Hemdami Çelebi, Solakzade Tarihi, c.1 s.438, Kültür Bakanlığı Yay., 1989.

[9] M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislâm Ebussuud Efendi Fetvaları Işığında XVI. Asır Türk Hayatı, İstanbul, 1983.

[10] “Alevîlik inancının önemli temsilcilerinden Güvenç Abdal’ın adı marka olarak tescil ettirildi.” (Umay Aktaş Salman, “İnanç Önderini de Marka Yaptılar”, Radikal, 20 Haziran 2008, s.10.)

[11] Derviş Mehemmet Divanı, Merdiven Köy Şah Kulu Külliyesi Yay., 2.baskı, 1993, s.34.

[12] Rıza Aydın, “Alevîlikte Yol Ayrılıklarının Bilimsel Materyalist Sebepleri Üzerine”, Yalansız, 7 Ekim 2013… http://yalansz.wordpress.com/2013/10/07/Alevîlikte-yol-ayriliklarinin-bilimsel-materyalist-sebepleri-uzerine/#more-1254

[13] Mesut Hasan Benli, “… ‘Pir Sultan’ Terör Örgütü Simgesi!”, Radikal, 20 Eylül 2013, s.6.

[14] Elçin Yıldıral, “Diyanet’e Göre Alevîlik Sosyo-Kültürel Bir Yapıymış!”, Birgün, 4 Aralık 2012, s.6.

[15] Oral Çalışlar, “Alevînin İbadetine Sen mi Karar Vereceksin?”, Radikal, 13 Temmuz 2012, s.12.

[16] Ayfer Karakaya-Stump, “Alevîfobi ve Yüzleş(eme)mek”, Birgün, 5 Ocak 2013, s.6.

[17] Binnaz Toprak, “AKP ve Alevîler: Çifte Standart Örneği”, Radikal, 21 Ağustos 2012, s.15.

[18] Burcu Cansu, “Alevîlere Karşı Nefret Suçu Rekortmeni: RTE!”, Birgün, 8 Mayıs 2013, s.6.

[19] Demet Bilge Ergün-İsmail Saymaz, “Günlük Yaşamda Alevîler (1)”, Radikal, 29 Ocak 2006, s.4.

[20] Fırat Kozok, “Alevîye Ayrımcılık İkiye Katlandı”, Cumhuriyet, 7 Mayıs 2013, s.9.

[21] Savaş Kürklü, “Alevî Mahallesinde Tehdit Bildirisi”, Cumhuriyet, 12 Nisan 2013, s.9.

[22] Abidin Yağmur, “Din öğretmeninden Alevîlere Hakaret”, Cumhuriyet, 17 Nisan 2013, s.12.

[23] Mert Taşçılar, “Alevîlik Suç mu?”, Cumhuriyet, 15 Mayıs 2013, s.8.

[24] Sinan Tartanoğlu, “Alevî Şikâyetçisine İHL Kıyağı”, Cumhuriyet, 15 Ağustos 2013, s.6.

[25] Mehmet Menekşe, “Alevî Köyüne Sanal İmam Merkezi Sistem Ezan Okuyor”, Cumhuriyet, 6 Kasım 2012, s.4.

[26] Nil Mutluer, “Evi İşaretlenen Alevîlere Sünnî Komşu Desteği”, Milliyet, 14 Ocak 2013, s.12.

[27] Mehmet Menekşe, “Muharrem Çadırına Saldırı”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2012, s.5.

[28] “Maltepe’de Alevîlerin Evleri ‘Ölüm’le İşaretlendi”, Birgün, 8 Mayıs 2013, s.6.

[29] Mehmet Menekşe, “Alevî Başkana Tehdit”, Cumhuriyet, 23 Mayıs 2013, s.7.

[30] Zeynep Kuray, “İşaretlemenin Şüphelisi Devlet”, Birgün, 9 Mayıs 2013, s.6.

[31] “İzmir’de Alevîlerin Mezarlarına Saldırı”, Taraf, 23 Eylül 2013, s.13.

[32] Başbakan Erdoğan idamın geri getirilmesini dinsel referanslarla “kısas” hükümlerine göre istedi… (Türey Köse, “Laik Devlette Dini Referans Olmaz”, Cumhuriyet, 15 Kasım 2012, s.6.)

[33] Nilgün Cerrahoğlu, “Kamu Alanının Fethi”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2013, s.12.

[34] Kelime Ata, “… ‘İlgili Konu’nun İlgisizleri”, Radikal İki, 24 Şubat 2013, s.10.

[35] Christiane Schlötzer, “Erdoğan Yeni Düşmanlar Yaratıyor”, Süddeutsche Zeitung, 6 Ağustos 2013.

[36] Meryem Koray, “Din ve Kutsalları mı, ‘Din Devletine’ Doğru mu?”, Birgün, 24 Mayıs 2013, s.8.

[37] “Peygamber AKP’li Yapıldı”, Cumhuriyet, 20 Nisan 2013, s.3.

[38] “Binlerce Çocuk Aynı Anda Namaza Başladı”, Milliyet, 6 Ekim 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/binlerce-cocuk-ayni-anda-namaza/gundem/detay/1773565/default.htm?ref=yahoo

[39] Ali Açar, “Öğrenciler Fişlendi”, Cumhuriyet, 26 Ocak 2013, s.8.

[40] “Kadına Ayrı Otobüs”, Cumhuriyet, 13 Mart 2013, s.7.

[41] Cansu Camlıbel, “Vesayet El Değiştirdi”, Hürriyet, 13 Mayıs 2013, s.22.

[42] “Murat Belge: Askeri Vesayet Kalktı, Müslüman Vesayeti Geliyor”, T24, 8 Ekim 2013… http://t24.com.tr/haber/murat-belge-askeri-vesayet-kalkti-musluman-vesayeti-geliyor/241450

[43] “Din Dersi Seçmeyenlere Tehdit”, Sol, 4 Ekim 2013, s.7.

[44] Yalçın Yusufoğlu, “Tayyip Erdoğan’a Başkanlık Yolu”, ozgurlukcusol, 2 Mart 2013.

[45] Yalçın Yusufoğlu, “Kuvvetler Ayrılığı Ayak Bağı”, www.OzgurlukcuSol, 19 Aralık 2012.

[46] Fırat Kozok, “AKP Din Bürosu”, Cumhuriyet, 30 Mayıs 2013, s.5.

[47] Sinan Tartanoğlu, “İmam Hatip Öğretmenlerine Tebliğ Görevi”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2013, s.7.

[48] Pınar Öğünç, “Diyanet’in Görev Alanı Genişliyor”, Radikal, 31 Mart 2013, s.17-18.

[49] Fırat Kozok, “Esas Amaç Topluma Biçim Vermek”, Cumhuriyet, 13 Şubat 2013, s.7.

[50] “Eski Gömleği Giydi”, Cumhuriyet, 29 Mayıs 2013, s.4.

[51] “Allah ve Ankara Böyle İstiyor!”, Milliyet, 26 Haziran 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/allah-ve-ankara-boyle-istiyor-/gundem/detay/1728198/default.htm

[52] “Suça İtilmiş Çocuklara Dini Telkin”, Cumhuriyet, 5 Ocak 2013, s.7.

[53] Hicran Özdamar, “Şimdi de Hastanede Kur’an Kursu”, Cumhuriyet, 5 Ocak 2013, s.7.

[54] “Tekbirli Saldırı Meclis Gündeminde”, Cumhuriyet, 12 Mart 2013, s.8.

[55] “Kadın Heykelleri de Nefretten Payını Aldı”, Birgün, 22 Mart 2013, s.13.

[56] “Nadide’den de ‘The Wall’ Şov!”, Milliyet, 11 Ağustos 2013, s.14.

[57] Sinan Tartanoğlu, “Kan Bağışında Alkol mü Soracaklar”, Cumhuriyet, 22 Temmuz 2013, s.3.

[58] “Askeri Okula Seçmeli Din Dersi”, Radikal, 15 Kasım 2012, s.18.

[59] Umay Aktaş Salman, “Üniversite Sınavında Din Dersi”, Radikal, 18 Aralık 2012, s.10-11.

[60] “Metroda ‘Ahlâk Anonsu’ TBMM Gündeminde”, Cumhuriyet, 23 Mayıs 2013, s.7.

[61] Fırat Kozok, “İki Farklı Kadın Zihniyeti”, Cumhuriyet, 1 Kasım 2013, s.3.

[62] Mustafa Çakır, “Dağa Taşa Mescit!”, Cumhuriyet, 17 Mayıs 2013, s.4.

[63] Oktay Mehmet, “Alimler Birliği Gecikmiş İhtiyaç”, Yeni Şafak, 29 Nisan 2013, s.10.

[64] Fırat Kozok, “Medya Patronu Diyanet”, Cumhuriyet, 14 Aralık 2012, s.9.

[65] “Yarışmalara Katılmak Dinen Caiz mi?”, Haber Türk, 28 Ekim 2013… http://www.haberturk.com/polemik/haber/888952-yarismalara-katilmak-dinen-caiz-mi

[66] “Diyanet’ten Yoga Fetvası”, ntvmsnbc, 25 Ekim 2013… http://www.ntvmsnbc.com/id/25474773/

[67] “… ‘Süt’ün Fetvası Tamam”, Cumhuriyet, 27 Şubat 2013, s.7.

[68] Hakan Dirik, “İmanometre mi Var”, Cumhuriyet, 27 Mart 2013, s.7.

[69] Ayfer Mallı, “Gurbetçiye İki Dil Bilen İmam”, Yeni Şafak, 27 Mart 2013, s.17.

[70] Mahmut Lıcalı, “Ayasofya’da İbadet Yeniden Gündemde”, Cumhuriyet, 29 Ocak 2013, s.5.

[71] Mehmet Menekşe, “Din Derslerini Kabullenin”, Cumhuriyet, 23 Aralık 2012, s.6.

[72] Ozan Yayman, “Sıra ‘Din Psikologları’nda”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2013, s.8.

[73] Emine Kaplan, “Eğitime 5 Bin 360 İmam Transferi”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2013, s.8.

[74] Fatih Keçe, “Bütün Otistik Çocuklar Ateist”, Hürriyet, 22 Nisan 2013.

[75] Mehmet Erçakır, “Kızlar-Erkekler Ayrı Yemek Yesin Uygulaması”, Hürriyet, 5 Kasım 2013… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/25051154.asp

[76] “Pakete AB Desteği”, Sabah, 17 Ekim 2013, s.15.

[77] Fikret Başkaya, “Nice Paketler Gördüm Boştular!”, Kaldıraç, No:148, Ekim 2013, s.35-38.

[78] Cengiz Çandar, “Yetmez Ama Evet’e Son!”, Radikal, 4 Ekim 2013, s.14.

[79] Turan Eser, “Devletin Kimlik Dayatmasını Alevîlere Sorun”, http://www.birgun.net/yazi-goster/turan-eser/8-10-2013/devletin-kimlik-dayatmasini-Alevîlere-sorun-781.html

[80] İklim Öngel, “Cami-Cemevi Oyunu”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2013, s.7.

[81] Kemal Bülbül, “İki Hoca Efendi’nin ‘Hoşgörü’ Adı Altında Asimilasyon Politikası”, Gündem, 4 Eylül 2013, s.11.

[82] Ayfer Karakaya-Stum, “Diyanet, Cemevleri ve Tarih Dışılık”, Radikal İki, 5 Ağustos 2012, s.6.

[83] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Din, çev. Öner Ünalan, 1. baskı, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1994.

[84] Erdoğan Aydın, “Eşit Yurttaşlık Talebi: Cemevleri Sorunu Yalnız Alevîlik Değil, Laiklik ve Demokrasi Meselesidir”, Mesele Dergisi, No:82, Ekim 2013, s.16-23.

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.