Hindistan’dan Anadolu’ya “duvar yürütme” kerameti - Prof. Martin Van Bruinissen

İlk zamanlardan beri “yuvarlanan taşlar” olarak ün yaptıklarını dikkate alırsak, tarikatları içinde en yüksek mertebeye ulaştıklarında ise bir “Yürüyen...

İlk zamanlardan beri “yuvarlanan taşlar” olarak ün yaptıklarını dikkate alırsak, tarikatları içinde en yüksek mertebeye ulaştıklarında ise bir “Yürüyen Duvar” olacaklarını söylemek gayet mantıklı görünüyor.

Hindistan’dan Anadolu’ya kadar “duvar yürütme” kerameti. 

Makale: Prof. Martin Van Bruinissen

Çeviri: İbrahim Kılıç

Hacı Bektaş-ı Veli, Sultan Sahak, Şah Mina Sahib ve “Yürütülen Duvar”la İlgili Çeşitli Avatarlar:

1. Avatar: “PİRDİWAR‘DA”.

Dalahu’da yaşayan Ahl-i Haqq (Ehli Hak) tarikatı mensupları 15. yüzyılın ortalarında kök salmış tarikatın kurucusu Sultan Sahak’a ilişkin bir efsane anlatırlar. Efsane, Bektaşilik konusunda bilgisi olanlara yabancı gelmeyecektir:

Sultan Sahak, gizli öğretilerini dünyaya yaymaya hazır olduğunda, ilk dört yoldaşıyla beraber, Sirvan nehrinin yukarı kesimlerinde, Havraman’da, Pirdiwar denilen bir yerde yerleşmeye karar verdi. Yoldaşlarından biri olan Davud, usta bir duvarcıydı ve nehre uzak olmayan bir yerde bir ev inşa etmeye başladı. Ancak ev yapımı için seçilen yer, önemli sihirli güçlere sahip olan ve uzun süredir yörede ruhani hakimiyetini sürdüren Pir Mikail’e aitti. Pir Mikail, tahtına göz diken bu adamın ve müritlerinin gelişine çok sinirlendi ve gizli güçlerini kullanarak onları cezalandırmaya karar verdi.

Vahşi bir arslana bindi, zehirli bir yılanı kırbaç gibi kullanarak, vahşi bir savaşçı görünümünde Pirdiwar’a doğru sürdü. Pir’in yaklaştığını gören Sultan Sahak, Davud’a ördüğü duvarı yükseltmesini, duvarın üzerine tünemesini ve Pir Mikail’i karşılayarak ne istediğini sormasını emretti. Sultan’ın emriyle duvar, Davud’u sırtında taşıyacağından mutlu olarak yükseldi. İki binici (biri aslan’da, biri duvar’da) Sirvan nehrinin iki yakasında karşı karşıya geldiler.

Davud, Pir’i dostça selamladı. Ancak diğeri çok kızgındı ve “Nedir bu?” diye bağırdı.

“Ben Şeyh Sahak’ı bulacağımı sanmıştım. Oysa şu anda duvarlarla oynamaya çalışan sıradan bir büyücü çırağıyla karşı karşıyayım.” dedi. Davud, sakince cevap verdi: “Ben Sultan’ın sadece kölesiyim; Sultan’ın dışında, hiç bir şeyin varlığı yoktur!”. Pir Mikail, Davud’a; “efendisini çağırmasını” emretti. Fakat, daha arkasını dönmeden, Sultan Sahak aniden ortaya çıktı. Sultan’ı görünce Sirvan nehri coşkuyla kükredi. Bu ses öylesine güçlüydü ki, nehrin kenarındakiler birbirlerinin konuştuklarını duyamadılar.

Sultan, Pir Mikail’e; “O kadar güçlüysen, şu nehri yatıştır da görelim” dedi. Tabi ki Pir bunu beceremedi. Bunun üzerine, Sular Tanrısı olan Sultan Sahak, nehre “sakinleşmesini” emretti ve nehir hemen itaat etti. Sonra Sultan, Davud’a; “sihirli halısını nehrin üzerine serip, halının üzerine oturmasını” emretti. Ayrıca, Pir’in aç olduğunu da fark etti ve elini nehrin suyuna vurur vurmaz, tamamen pişmiş, yenmeye hazır bir balık ortaya çıktı. Balığı Pir’e vererek, “tek bir kılçığını kırmadan balığı yemesini” söyledi.

Pir, balığı yeyip bitirdiğinde nehirden canlı bir balık başını çıkardı ve Sultan’a; “Arkadaşıma ne yaptın? Onu geri istiyorum! Lütfen arkadaşımı geri ver ey Sular Tanrısı!” dedi. Sultan, kırılmamış balık kılçıklarını Pir’den geri aldı ve onları tekrar canlı bir balığa dönüştürdü. Sonra onu nehre bıraktı. Bütün bu olup biteni gören Pir Mikail, Sultan Sahak’ın ruhani üstünlüğünü kabul etti ve onun sadık müritlerinden biri oldu.

***

Bu efsane; her biri tarikatın aslına ilişkin ilginç ipuçları veren birbiriyle alakasız birkaç unsuru içeriyor. Efsane, “Dalahu’lu Ehli Hak tarikatı” mensupları için, en önemli ve başta gelen efsanelerden birisidir. Bunu sık sık anlatırlar ve birkaç değişik versiyonu daha vardır. Ancak bütün versiyonlardaki ortak bir ayinsel öneri vardır. Kurban hayvanlarının kemikleri kesinlikle kırılmamalı ve bir arada tutulmalıdır ki böylece “Sultan Sahak ruhlarını serbest bırakabilsin.” Bu kuralın bir ispatı olarak, tarikat müritleri, balığın kemiklerinden tekrar hayata dönüşünü ve öteki efsanelerdeki benzeri mucizeleri öne sürerler. Bu konuya daha sonra değineceğim, fakat önce “yürüyen duvarla” ilgili mucizeye ayrıntılı bir şekilde bakmak istiyorum.

***

Bir aslana binen, elinde yılan sallayan bir savaşçıyla, yöreye yeni gelen ve bir duvarı yürüten muhteşem rakibi arasındaki yarış konusu, çok geniş bir coğrafi açılıma sahiptir. Alan araştırması sırasında bu gerçeğin henüz farkında değildim; fakat eminim ki “Ehli Hak” tarikatına mensup dostlarım, aynı efsanenin başka yerlerde, Hacı Bektaş’la ilgili olarak anlatıldığını söylersem pek şaşırmayacaklardır.

Sultan Sahak’ın değişik pek çok kez kendini dünyada, -insan suretinde- gösterdiğine inanılır ve Hacı Bektaş’ta bunlardan biri olarak kabul edilir. Ayrıca kozmik önem taşıyan belli bazı olaylarında da, her bir dönüşü esnasında meydana geldiğine inanılır. O halde Sultan Sahak’ın günümüzde de, başka bir kılıkta, dünyanın herhangi bir yerinde; yürüyen duvarını, aslan süren rakibinin üzerine göndermesi ihtimali yok sayılmaz. Bu noktadan ortaya, Ehli Hak görüşünden kaynaklanan bir soru çıkıyor; Bu kadar sıklıkla tekrar eden bir olayın, kozmik veya sosyolojik anlamı nedir?

2. Avatar: “BEKTAŞİ – ALEVİ AVATARLARI“.

Bu yarışmanın, kazanan rolünde Hacı Bektaş’ın olduğu çeşitli anlatımları vardır. En eskisi, 15. yüzyıl sonlarına ait bir evliya hikayesi olan “Vilayetname’dir”. Bu hikayede rakip, Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin bir müridi olan Hacı Mahmud Hayrani’dir. O, hikayede; seccadesini bir kayalığın üzerine serer ve kayaya yürümesini emreder. Ardından Hacı Mahmud tövbe eder ve Hacı Bektaş’ın üstünlüğünü kabul eder.

Daha sonraki versiyonlarda, bu bir kaya değil de, Hacı Bektaş’ın sürdüğü bir duvardır. Ve karşısındaki rakip, -daima aslan ve yılanlı- sihirbazın kimliği; Ahmed Bedevi, Ahmed Rıfai ya da Hacı Bayram olarak değişmektedir. Bu üç rakip evliyanın, üç büyük tarikatın kurucuları olduğu gerçeği kesinlikle ortaya koyuyor ki Bektaşi dervişleri, rakip tarikatın liderlerine karşı kendi liderlerinin üstünlüğünü ortaya koymak için, hikayeyi kendi yararlarına göre uydurmuşlardır.

Bu tür uydurmaların en uç örneklerinden biri de, Yunanlı Aziz Karambolos’un, Hacı Bektaş’ın görüntülerinden biri olduğu yolundaki Hırıstiyan hikayesidir. Bu hikayeyi anlatanlar, Karambolos’u bir duvara bindirip, aslanı süren Muhammed’e karşı üstünlüğünü kanıtlarlar.

Günümüz Bektaşi çevrelerinde hikaye, derviş safları arasındaki yarışmalardan bahsetmez ve bir mucize yarışması olarak görülmez. Bana bilgi veren Alevi ve Bektaşi dostlarım, fikir birliği içinde, aslan sürücüyü meşhur bir Bektaşi azizi olan Karaca Ahmet olarak tanımladılar. Üsküdar’daki Karaca Ahmet Türbesi’ne yakın zamanlarda asılan bir yazıda, bu mucizevi kahramanlık gösterilerinin birbirlerine karşıt değil, uyum içinde olduklarını belirtiyor: “Azizler yan yana sürüyorlardı.” Böylece efsanenin dış bir çatışma ve rekabet yerine bir iç uyum haline gelmesi sağlanmıştır.

***

Buraya kadar Hacı Bektaş’ın kendisi duvarın ya da kayanın sürücüsü olarak gördük. Ancak Dersim’li Kızılbaş (Alevi) Kürtleri, hikayeyi daha değişik kahramanlar koyarak anlatırlar. Bu Dersim versiyonunda aslan sürücüsü, Kureyşan Kabilesi’nin mitolojik atasıdır. Duvarı süren adam ise, Bamasuran Kabilesi’ne adını veren, Baba Mansur’dur. Ancak kabul edilir ki Baba Mansur kendi üstünlüğüyle kazanmamıştır ve o duvarı “Hacı Bektaş’ın gücüyle” yürütmüştür. Bamasuran ve Kureyşan kabileleri bu bağlamda “talip”, “öğrenci” durumundaki diğer Dersim kabilelerine “rehber” “pir” (dini öğretmen) sayılırlar. Pir, talip kabileleriyle Hacı Bektaş arasında bir iletişim kanalı oluşturur. Diğer yandan rayber (rehber) ise talip ve pir arasında aracılık yapar.

***

Hayvan biniciliğine ait mucizevi efsaneler, değişik şekilleriyle Küçük Asya’da büyük bir popülarite toplamıştır. Çünkü pek çok yerin halkı “Yürüyen Duvar” kalıntılarının kendi bölgelerinde olduğunu söyleyerek böbürlenirler. Yerel Kızılbaş’larca hala saygı gören “Baba Mansur Duvar’ının, Baba Dujik Dağı’nın kuzey sırtlarındaki Kardere köyünde olduğu”, Molyneaux-Seel tarafından belirtilmiştir.

Diğer yandan Bumke’ye, bunun Mazgirt yakınındaki Mohonu’da olduğu söylenmiştir. Yerel inanışa göre ise, azizin bindiği şey, Hacı Bektaş köyündeki kayadır. De Cholet’e, duvar kalıntılarını Kırşehir yakınlarında gösterilirken, diğer yandan 17. yüzyılda yaşamış olan Evliya Çelebi, duvarı Saru Bey denen yerde görmüştür. Ayrıca Balkanlar ve Türkiye’de temsili resimlerin de olduğu iyi biliniyor.

Efsanevi popülaritesi Bektaşi ve Aleviler arasında da bilindiğinden, aynı meselenin Ehli Hak içinde de olduğunu söylemek pek şaşırtıcı gelmeyecektir. Bu toplulukların birbirleriyle iyi kötü ilişkide oldukları çeşitli dönemler olmuştur. Ve şimdi birisi çıkıp Sultan Sahak ile Pir Mikail arasındaki yarışın Hacı Bektaş mucizesinin başka bir adaptasyonu olduğunu da iddia edebilir. Ancak Hacı Bektaş etkisi hipotezi, aynı efsanenin daha eski Avatar’ları göz önüne alındığında, pek ikna edici görünmüyor.

3. Avatar: “HİNT ÇEVRESİ”.

Birkaç yıl önce Multan’da (Pakistan) satın aldığım popüler bir dini resim de, aynı mucizevi yarışa katılan iki Hintli Müslüman azizi gösteriyor. Burada da yine sol taraftan gelen rakip, kaplana biniyor ve elindeki yılanı kırbaç olarak kullanıyor. Sağ taraftan gelen “üstün” rakibi ise bir duvara binmiş olarak gösteriliyor. Aynen Ehli Hak versiyonunda olduğu gibi yarışma bir nehrin yanında geçiyor.

Bu resimde yaptığım bir diğer gözlem ise Hacı Bektaş duvarının, taştan bir köprüye benzemesidir. Buna daha sonra değineceğim. Resimlerden, kaplan üzerindeki azizin Şah Madar Sahib, diğerinin ise Şah Mina Sahib olduğu anlaşılıyor. Her ikisi de 15. yüzyılın tanınmış sufi’leridir. Resmin tam ortasındaki bölümde ise Şah Mina Sahib’i Luknow’daki tapınağı görünüyor.

Bu iki aziz hakkında yazılan yazılarda bu yarıştan hiç bahsedilmemektedir. (Ancak halk arasında bu hikaye anlatılır.) Şimdi bu iki azizin birbirlerine zıt yapıları hakkında biraz bilgi vermek çok yararlı olacaktır. Şah Mina’nın “Malfuzat’ı”, bilgili bir Ortodoks sufi olarak gösterir. Öte yandan Şah Madar ise gezgin bir mucize işçisidir.

Sonradan Müslüman olan Suriye’li bir Yahudi olan Madar, avare dervişlerin yüzlerce yıl gidip geldiği yollardan doğuya doğru seyahat etmiş ve en sonunda Hindistan’da tanınan bir aziz olmuştur. Mirat-i Madari adındaki bir 17. yüzyıl aziz hikayesi onu en olmayacak mucizeleri gerçekleştirirken gösterir. Şah Madar, Madari Dervişleri’nin koruyucusu oldu. Bu dervişler Ortaçağ Hindistan’ının çeşitli Kalender tip mezheplerinin, belki de Yogilere en çok benzeyenleri idi.

***

Kökeni ne olursa olsun, bu yarışma hikayesi Şah Mina’nın müritleri tarafından, liderlerinin Madari Dervişleri’nden ne kadar üstün olduğunu ve Sufi’liğinin de ne kadar ileri olduğunu göstermek amacıyla uydurulmuş olabilir. Azizlerin yaşadığı tarihler bilindiğinde, bu hikaye 15. yüzyılın ikinci yarısından biraz önce kurulmuş olabilir. Zaten ilk kez bu tarihlerde bir Bektaşi yazısında bu yarıştan bahsedilmiştir. Böylece Bektaşi versiyonunun Şah Mina hikayesinden alıntı yapmış olması ihtimali pek yoktur.

Dolaylı yönden alıntı olması zaman açısından mümkün olmasına rağmen, başka bir sebepten dolayı mümkün görülmüyor. Efsane, Digby ve Rizvi tarafından incelenmiş olan Yogi etkisinde ve sufi hikayelerine dayanan tipik Ortaçağ Hint kalıplarına uymaktadır. Böylece, belki de tamamen aynı iki hikayenin pek tanınmayan iki Hintli Müslüman aziz hakkında da anlatıldığını söylememiz pek ilginç gelmeyecektir: Seyyid Tajuddin Şersavar ve Şeyh Kutbuddin Mannavar Hansoi.

Dahası, yarışla ilgili olmamakla beraber, efsanemizin mucizelerini bir çok eski Hint-Müslüman kaynaklarında da bulailiyoruz. Örneğin 14. yüzyılda yaşamış olan Penjap’lı sufi Kalender Abu Ali’nin bir duvarı at gibi sürdüğü söylenir. “Yürüyen Duvar olayı” daha önceki bir tarihte de (1308) Delhi’li Şeyh Nizamüddin’in, Sarakhs’lı Şeyh Lukman’a ilişkin konuşmalarında geçer. Şeyh Lukman, şeriat kurallarında ihmalkar olmasıyla tanınırdı. Bu yüzden din adamları onu uyarmaya gelirler. Ancak Lukman oturduğu duvara, “Tanrı adına yürü!” diye emir verir ve kendini eleştirmeye gelenleri karşılamak için duvarı sürer.

Aynı Lukman, 1180 yıllarında derlenmiş olan ve Horasan’lı Şeyh Ebu Said bin Abilhayr’a ait olduğu söylenen Asrar-ı Tawhit ismindeki deyişler kitabının çeşitli hikayelerinde de ortaya çıkmaktadır. Burada Yürüyen Duvar’dan bahsedilmiyor, ancak Bayazit Bistami’nin bir aslana binip, zehirli bir yılanı da kırbaç olarak kullandığını anlatan bir bölüm bulunmaktadır.

Şimdi bu noktada, bu mucizelerin popüler sufi kültürüne ilk kez girdiği yer ve zamana gelmiş durumdayız. Daha sonraki bir tarihte de bu mucizelerin hemen hepsinin yer aldığı bir yarışma Horasan’da geçtiğini ve buradan da, efsanenin hem batıya, hem de Hindistan’a yayıldığını söylemek mantıklı bir yaklaşımdır. Fakat ne Beyazid, bir yılanı kavrayıp kaplana binen, ne de Lukman bir duvara yürümesini emreden ilk kişiler değildiler… (1. Bölümün sonu).

Makale: Prof. Martin Van Bruinissen

Çeviri: İbrahim Kılıç

2. Bölümde: “İslam Dünyası Dışında, Ortak Unsur: kemiklerden Yeniden Yaratılma, Mucize Yarışmasının Anlamı…

Hacı Bektaş-ı Veli, Sultan Sahak, Şah Mina Sahib ve “Yürütülen Duvar”la İlgili Çeşitli Avatarlar: (2. Bölüm)

4. Avatar: “İslam Dünyası” dışında.

Bir Hintbilimci dostum, aynı mucizelerin Hindu-Budist geleneğindeki “Seksendört Sidha” efsanesinde de geçtiğini dikkatimi çekti. Bu Sidha’lar, 11. ve 12. yüzyılda, Kuzey Hindistan Hinduları arasında çok popüler olan dinsel ve büyüsel bir akımın efsaneleşmiş ilk ürünleridir.

Brahman geleneğiyle pek ilişkisi olmayan bu akım; çoğu “Şivaist”, bazıları ise “Budist” olan, pek çok dini, sihirli ve simya gelenek ve uygulamalarını içeren bir konu çeşitliliği ortaya koyuyordu. “Büyüsel mükemmelliğe” ulaştıklarına inanan bu Sidhalar, Tibet Budizmi ve Sih Efsaneleri’nde olduğu kadar, özellikle popüler Hinduizm’de görülmektedir. Bu Sidhaların varlığını hala sürdüren en eski efsaneleri şu an Tibet dilinde mevcuttur. Bunlar 11. veya 12. yüzyıllarda derlenerek, Sanskritçe orijinallerinden tercüme edilmişlerdir.

Seksendört Sidha’dan biri olan Guru Dombipa, Tantrik ayinlerinde kendine aşağı kasttan bir kadını eş seçtiği için, tahtı elinden alınmıştı. Kral Dombipa, kadının ait olduğu şarkıcılar, dansözler ve cambazlardan oluşan “Dom” kastına geçmeyi kabul etti ve eşiyle birlikte tam on iki yıl boyunca ibadet edecekleri bir ormanda yaşamaya başladılar.

***

Bu sürenin sonunda çift, “dişi bir kaplana binip, ellerindeki zehirli yılanı bir kırbaç gibi kullanarak” ormandan ayrılırlar. On iki yıl sonunda mükemmel bir yogi olan kral, eski müritlerinin kendisini tekrar kral yapma önerilerini reddeder ve onlardan kendisini diri diri yakmalarını ister. Yakılmaları esnasında kral ve karısı dönüşüm geçirerek, Tanrı Hevayra ve karısının şekline girerler.

Bu sidha (kral), ismini kendi arzusuyla geçtiği “Dom” kastına borçludur. (Bu kast değiştirme olayı, toplumları bilinçli olarak küçümseyen Malamati Dervişleri’nin davranışlarını hatırlatıyor.).

Bu Dom toplulukları, Çingene benzeri bir kast olarak hala mevcuttur. Bunlar çeşitli eğlence olaylarında ve ölü yakma törenlerinde uzmandırlar. En çok gittikleri hac yeri Makanpur’daki Şah Madar Tapınağı idi. Bu durum bazı kişileri “Acaba tapınak, daha eski bir Dombipa manastırının yerinde miydi?” diye meraklandırmaktadır. Zira bu Dombipa manastırı, daha sonraları Madari dervişlerince benimsenip, kendi “kaplan binici aziz”lerinin tapınağı olarak gösterilmiştir.

Bu Tibet sidhasında yürüyen duvarlar yoktur. Fakat daha sonraki bir efsanede bunu görüyoruz. Sih Dini’nin kurucusu olan Guru Nanak’a ilişkin bir 17. yüzyıl aziz hikayesi Guru Nanak’ın “Seksen dört Sidha” ile karşılaşmasını anlatır. Sidhalar, ona karşı çeşitli mucizeler gerçekleştirirler. Bir tanesi de “bir duvarı yürütür.”!

  • Acaba bu; sidhaların “Ehli Hak ve Bektaşi büyü-işçileri”nin ilk Avatarlarına en yakın olduğu anlamına mı geliyor, yoksa başka bir yerde daha yakın örnekler bulabilir miyiz?..

Ortak Unsur: “Kemiklerden Yeniden Yaratılma”.

Tibetçe yazıda; sidhalardan biri ve Dombipa’nın Tantrik öğretmeni olan Guru Virupa güvercinleri öldürüp yedikten sonra, onları tüylerinden tekrar hayata döndürmekteydi. Bu da farklı bir mucize değil. Sidhalardan biri olarak kabul edilen yüce yogi Gorakhnath’ın da yine benzer şekilde, ölü insanları derileri ve küllerinden tekrar hayata döndürdüğü söylenir. Ve aynı tip mucizeler pek çok Hint halk hikayesinde görülür.


Dnyanashwar, kardeşleri ile birlikte bir duvarın üzerinde oturmaktadır. Dnyanashwar, kardeşlerine; “Büyük yogiyi karşılamamız gerek!” der ve üzerinde oturdukları ‘duvar yürümeye’ başlar…*[/caption]

Bu unsur, yukarıdaki de dahil olmak üzere pek çok “Ehli Hak” efsanesinde bulunur. Bektaşi çevrelerinde de çok iyi bilinir. Bu iki durumda ayrıca bir unsur daha bulunur:

Hayat, diğer vücut parçaları yerine sadece kemiklerden oluşturulmakta ve kemiklerin kesinlikle kırılmamış olması gerekmektedir. Efsanenin genel konusu bütün dünyada bilinir, ancak bu iki form tipik Orta Asya unsurlarıdır. İslam öncesi Türkleri ve Moğollar, başka bir dünyada tekrar yaratılacaklarına inandıkları için, kurban hayvanlarının kemiklerini kırmamaya dikkat ederek, bunları ya gömerler ya da yakarlardı. İnanışa göre kemiklerin zarar görmesi veya kaybolması halinde hayvan sakat olarak doğardı.

Bu durumda, Ehli Hak ve Bektaşi kültürlerinde ve sidhalarda görülen bir unsurun benzerliği, iki geleneksel soy arasında direkt bağlantılar olduğunu söylememizi gerektirmez. Ehli Hak ve Bektaşi versiyonlarının doğrudan kaynakları kesinlikle Türk-Moğol’dur. Roux, Mokri tarafından yayınlanan bir Ehli Hak metninde buna benzer pek çok Türk unsurunun bulunduğunu ifade etmiştir.

Bizim bu kaplan ve duvar efsanelerimiz, sidhalardan uyarlanmış ve onların kaynağı olabilecek olan Türk unsurları sınıfına ait olabilir mi? Bu motiflerin doğru kaynaklarının ve coğrafi dağılımlarının izini sürmek zor da olsa, ben buna pek inanmıyorum.

Çünkü bir defa benim bilgime göre, bunlar İslam öncesi Türk-Moğol kültüründe kayıtlı değildir. Görünüşe göre bu unsurlar, yılan ve kaplanın sembolize ettiği bazı Tantrik uygulamalarıyla birlikte, Horasan’lı dervişlerce gezgin yogilerden alınmıştır. Yukarıda değinilen yogi tipi Hint sufi hikayelerinin pek çoğunun kaynağı da 10. ve 12. yüzyıl Horasan’ına dayanmaktadır.

Müslüman mistiklerle, avare Budist ve Hindu sufileri arasındaki etkileşim, açıkça görülüyor ki burada, daha sonra Hindistan’da olduğundan daha verimlidir.

“Mucize Yarışmasının Anlamı”

Tantrik kültürdeki yılan ve kaplanın anlamı bir yana, Müslüman çevrede ve özellikle de “yürüyen duvar”ın yerleşik, ayık ve daha bir seriye odaklı anlamlarına karşılık, yılan ve kaplan unsurları, avare, sufist, büyülü, coçkun ve ruhani gibi çağrışımlar yapmaktadır.

Bir aslana binerek yılanı bir kırbaç gibi kullandığı söylenen ilk sufinin, sarhoş ve şaşkın sufi tipindeki Bayazid Bestami olması çok önemlidir. Ayrıca Dom kastının rolü burada ne olursa olsun, daha sonraki bir efsanede yine kaplana binen Şah Madar’ın tipi de bu kalıba uyuyor.

Diğer iki aslan- sürücüsü olan Pir Mikail ve Mahmud Hayrani‘nin kişilikleri hakkında hiç bir şey bilmiyoruz. Fakat yine bu iki kişinin hikayesinde de görülüyor ki efsane daima “avare” ve “disiplinsiz” bir ruhani geleneğin, “yerleşik” ve “ortodoks” bir geleneğin üstünlüğünü kabul etmesi çerçevesinde gelişiyor.

Farklı iki ruhani yol arasındaki karşıtlık, hem Ehl-i Hak hikayesinin anlatımında, hem de diğer iki hikayenin resimli tasvirlerinde açıkça görülmektedir. (Figür 1-2) Aslan (ya da kaplan) ve zehirli yılan; vahşi hayatı simgelerken, efendilerinin onlara karşı hakimiyeti ise İslam-dışı büyüyü gösterir. Diğer yandan duvar, yerleşik hayat ve medeniyeti temsil eder.

Figür 1’deki Hacı Bektaş duvarı bir köprüye benzemektedir; Ehli Hak hikayesi ve Figür 2’deki yarışma nehir kenarında geçer. Nehir, sulu tarım ve yerleşimi temsil eder. Bu durum yine, aslan sürücüsünün geldiği dağlar ile tam bir tezat halindedir.

Hacı Bektaş’ın deri namaz seccadesi (ayrıca elindeki tespih) şeriyeye bağlılığı ifade eder; Figür 2’de, yanında duran su testisi ve ayrıca yapılan açıklamadan anlaşılacağı gibi, Şah Madar geldiğinde, Şah Mina büyüsünü gerçekleştirmektedir.

Bu iki resimde ve gördüğüm diğer bazı resimlerde de “aslan-binici”nin soldan, “duvar-sürücü”nün ise karşı yönden gelmesi, raslantı olmasa gerek! Sağ ve sol ayrımı çoğu kültürlerde sembolik sınıflamanın bir parçasıdır. Ayrıca bu iki “yön”ün çağrışımları hemen hemen evrenseldir. Ancak burada, duvardaki adamı “dürüst”, aslandakini ise “uğursuz” olarak kabul etmemiz doğru olmaz.

O halde açıkça görülüyor ki; yarışma, küçük veya büyük farklarla, dünyanın her yerinde gerçekleşebilecek bir olayı sembolize etmektedir:

  • “Yüksek” bir mistik geleneğin, “popüler” bir gelenek üzerine; ya da yerleşik, dürüst ve “ağırbaşlı” bir geleneğin, avare, kötü ve “serseri” bir geleneğe karşı zaferidir bu.

Daha doğrusu bu, Kalanderizm’in çöküşü ve onun yerleşik düzene geçişini temsil eder. Sefil görünümlü, çok yoksul, avare dilenci kılıklı, dini ibadetlere apaçık saygısız ve aşırı alkol tutkunu ilk Kalenderler, Horasan’da 10. veya 11. yüzyıllarda ortaya çıktılar.

Moğol istilalarıyla sayıca çoğaldılar ve yolculukları onları Horasan sınırlarının çok ötesine götürdü. “Kalenderizm” 13. yüzyılda batıda Küçük Asya, Suriye ve Mısır’a kadar ve az zaman sonra doğuda Hindistan’a kadar yayıldı.

Bu tek yönlü bir trafik değildi; 13. ve 14. yüzyıllarda pek çok Kalender tipi avare, Küçük Asya’dan Hindistan’a hareket etti (Suriye’den gelen Şah Madar’da, doğu-batı arasındaki bu kitle akımının bir parçasıydı.) Daha sonraki birkaç yüzyıl içinde de Bengal ile Atlantik kıyıları arasında herhangi bir yerde hareket eden Kalenderlere rastlamak olasıydı.

  • 13. yüzyıldan itibaren, Hindistan’da olduğu kadar Küçük Asya ve Mısır’da da Kalenderler arasında kurumlaşma ve yerleşmeye karşı bir eğilim görülmeye başlandı. Bunlar belki küçük etkiler yaptılar ama sonunda, mirasını Bektaşiler, Aleviler ve Ehl-i Hak içinde gördüğümüz popüler dini akımlar içerisinde eridiler.

Hindistan’lı Madari’ler, varlıklarını ta 17. yüzyıla kadar koruyan Kalender tipi tarikatlardan biriydi. 17. yüzyıldan itibaren, Kalender ve benzeri grupların sayıları pek çoktu ve İran’daki halk kitleleri arasında etkiliydiler.

Ancak artık avare hayatını bıraktıkları, hanaka ve zaviyelere yerleştikleri açıkça görülüyordu. Benim inancıma göre bu, bizim mucize yarışmasının çeşitli avatarlarında yansımalarını gördüğümüz “yerleşme” ve “uzlaşma” sürecidir. Hikayenin uyarlandığı bütün çevrelerde kesin Kalender izlerinin bulunmasının tesadüf olması zordur. Ve hatta hikayenin çıktığı yer ve zaman bilindiğinden, bunu İslam dünyasına yayanlar büyük ihtimalle Kalenderlerdi.

“Şimdi bir kaç soru ortaya çıkıyor: Kalenderler, kendilerinin kaybeden taraf olarak göründüğü bir hikayeyi niçin yaysınlar? Ayrıca; Bektaşi, Kızılbaş ve Ehl-i Hak gibi kesinlikle heterodoks olan tarikatlar, niçin kurucuları ve atalarını ortodoks olarak gösterirler?”

Eğer iki mistik davranış yolu arasındaki mücadelenin Kalender tipi akımlara da geçtiğini varsayarsak, bu görülen tezatlar çözümlenmiş olur. Dahası, orijinal Bektaşi ve Ehl-i Hak tarikatları, ortodoks İslam’a sonraki nesillerden daha yakın görünmektedir.

  • Tarihi Hacı Bektaş ve onun müritleri, belki de Şeriyye’ye sadık Sünni’lerdi ve ancak daha sonraki bir safhada ‘düzen’, koyu Şii ve bunu Kalenderlere çekici gösteren İslam öncesi Yakın Doğu mistik fikirlerini birleştirdi.



Sah Madar bir kaplana binmiş vaziyette ve elindeki zehirli bir yılanı kaplanı yürütmek için kamçı olarak kullanmaktadır. Onu karşılamak için ise bindiği duvarı yürüten ise “Lacklow li Sah Mina Sahib”dir. Yer : Pakistan.*[/caption]

Kalenderlerin düzenle uyuşmaları aslında, Bektaşilerin Şeriyye’ye karşı rahat tutumlarına katkı sağlamış olabilir. Duvarına binmiş olan “yerleşik” ve “ortodoks” aziz böylece aslan-binicisi avare büyücüyü mucize yarışında geçmiş oluyor. Ancak alan-binici, duvar-sürücü azizin bir müridi olduktan sonra, bindiği aslanın bir “Truva atı” olduğu ortaya çıkıyor.

Ehl-i Hak içinde de benzeri bir gelişme oldu. Sultan Sahak’ın mirasçısı olan Baba Yadigar, kendi devrinden kalan bir belgede (16.yy.) sıradan bir Müslüman Şeyh olarak görünüyor. Oysa daha sonraki nesiller, inançlarını artan bir şekilde heterodoks ve İslam-dışı kalıplar üzerine oturttular.

Şah Mina Sahib’in müridleri arasındaki gelişmenin de aynı çizgiler doğrultusunda olduğu görülür. Konuşmalarından oluşan “Malfuzat” adlı eser, onu ciddi ve ortodoks bir sufi olarak gösterir. Fakat, 20. yüzyıla ait “hacı hikayesi”, onun Şah Madar’la görüştüğünden bahsetmekle kalmaz, onu Şah Madar’ın bir müridi olarak da gösterir. Bu eserde de bizim anekdotumuzun bahsi geçmesine rağmen, kendisiyle görüştüğüm, Şah Mina Tapınağı ‘seccade-nişin’i ve pek çok ziyaretçi, bunu iyi biliyorlardı.

***

Günümüz Bektaşileri gibi onlar da; olayı, bir yarışma değil de, farklı ruhani güçlere sahip iki adamın güçlerinin birleşmesi olarak yorumlamayı tercih ediyorlardı: “Her ikisi de olağanüstü mucizeler gerçekleştirdiler. Ancak hangisinin daha üstün olduğunu söylemek bize düşmez”.

Diğer yandan kendisine efsane hakkında soru sorduğum Şah Madar Tapınağı ‘seccade-nişin’i ise biraz rahatsız olmuştu. Efsaneyi çok iyi biliyordu ancak Şah Madar’la ilişkisini şiddetle reddediyordu. Ona göre “aslan-binici” başka birisiydi. Bu belki de iki azizin müritleri arasında geçen ve Şah Mina’nın üstünlüğünün gösterilmek istendiği daha evvelki bir yarışmaya işaret ediyordu.

Böylece hikaye art arda üç değişik fonksiyonu ortaya koymuş ve üç değişik anlam ifade etmiş görünüyor. Öncelikle “avare”; dilenci ve uyuşturucu kullanan dervişlerin yerleşik hayatı ve kurulu düzeni kabul etmelerini sembolize ediyor.

Daha sonraki bir safhada, pek çok benzeri “sufi hikayesi”nde olduğu gibi, başka aziz ve sufi tarikatlarının müritleriyle yapılan mücadelelerde bir “ruhani üstünlük” iddiası olarak kullanılageliyor. “Avareye karşı yerleşik” muhalefeti geriye gitmiş ve içerikteki anlam, İncil ve Kuran’daki Musa ve Mısır’lı Büyücüler Hikayesi’nin içeriğiyle aynı hale geliyor:

“Yanlışa karşı doğru” doğa üstüncülüğü. Son safhada ise, önceki rakipler arasında uzlaşmaya varılıyor ya da heterojen bir soy yapısı kabul ediliyor. Buna göre, her iki binici de farklı fakat eşit güçleri temsil etmektedir.

***

Hikayemizin gerçek kahramanları, çeşitli Avatar’ların vasıtaları olan Kalenderler ve onların Budist yahut Hindu öncüleridir. Bir yanda Bektaşi ve Kızılbaş diğer yanda ise Ehl-i Hak arasındaki benzerliklerin sebebi, paylaşmış olabilecekleri eski Yakın Doğu altyapısının yanı sıra, kuvvetli Kalender etkileri de olabilir.

Bu tarikatlar, İslami mucize hikayelerinden çok farklı olan ve kuvvetli Hint etkileri taşıyan efsanemizi kabul etmekle kalmamışlardır. Günümüzde de, Hindistan’dakileri anımsatan inanç ve uygulamaları ve hatta kutsal reenkarnasyon ve ruh göçü olaylarına karşı büyük bir inançları olduğu bilinmektedir.

Ruh göçü olaylarının çıkış yeri Hindistan’dan ziyade Yakın Doğu olmasına rağmen, bu tarikatlar içindeki eğitimli kişilerin, Budizm ve Hinduizm’i de “akraba dinler” olarak algılamaları sağlanmaktadır. Hint dini fikirlerinden haberi olan eski nesiller de çok farklı davranmış olamazlar. Askında Ehl-i Hak geleneğinde de, Hindistan’la bağlar olduğuna ilişkin birkaç kesin referans vardır.

Hindistan’daki ve Batı Asya’daki, görünürde bağımsız fakat birbirinin benzeri heterodoks tarikatlar arasındaki temasları ve karşılıklı etkileşimi sağlayanlarda yine büyük ihtimalle Kalenderler ve onların büyük bir coğrafyaya yayılan tarikatlarıdır. İlk zamanlardan beri “yuvarlanan taşlar” olarak ün yaptıklarını dikkate alırsak, tarikatları içinde en yüksek mertebeye ulaştıklarında ise bir “Yürüyen Duvar” olacaklarını söylemek gayet mantıklı görünüyor.

Makale: Prof. Martin Van Bruinissen

Çeviri: İbrahim Kılıç

Alevi Forum Haberleri

Sanatçımız M. Karataş'tan Alevi Pirlerine ve Kurumlarına zor sorular!
Alevilere yönelik Şii / Caferi misyonerliği
Alevilerde Kadının yeri
Alevilik: Ali'li mi, Ali'siz mi?