Siyasal İslam’ın Anadolu Aleviliği’ni Etkileme Çabaları

Konuk Yazar

Türkiye siyasetinin islamlaşması, yada siyasal islamın Türkiye’de iktidara taşınması, 1980 yılında yapılan faşist askeri darbe ile birlikte, özel bir biçim aldı. Türkiye’nin eğemen sınıfları, uluslararası finans kurumları ve ABD’nin desteği ile hazırladıkları ekonomik birikim modelini, o zamanın siyasi partileri aracılığı ile, uygulamaya koyamıyorlardı. Askeri diktatörlük, toplumsal sınıf ve tabakalar üzerinde uyguladığı baskı politikaları aracılığı ile, sonraki yıllarda bekçiliğini yaptığı ekonomik modeli, zoraki uygulamaya koyuyordu.

Ekonomide, ihracata dayalı birikim modeli ve siyasi yapılanmada askeri faşist diktatörlük olarak özetleyebileceğimiz bu düzen, Türkiye’nin hiç bir sorununa çözüm getirmedi. Çok küçük bir elit kesim ekonomik olarak zenginleşirken, emekci sınıflar ve geniş halk tabakaları dahada yoksullaştı. Bu sömürü ve zulüm düzeninin devam ettirilebilmesi için, toplumun haklarını arama ve koruma aracı olarak geliştirdiği, bütün siyasi, sosyal, kültürel faaliyetleri ve örgütlenmeleri yasaklandı.

Faşizm koşulları altında Türkiye’de, sadece ekonomik ve siyasi olarak değil, ama aynı zamanda, etnik, kültürel ve inançsal olarak da yeni bir düzenleme, yada yapılanma, uygulamaya konuluyordu. Devlet zoru ve zorbalığı altında, çok kültürlü Türkiye toplumu, homojen bir Sünni-Türk toplumu haline getirilmek isteniyordu. Kürtler’i türkleştirilmek, Aleviler sünnileştirilmek istiyorlardı. Kürtlerin dili ve isimleri yasaklanırken, Alevilerin inanç ve ibadetleri yasaklanıyordu. Kürtlerin ve Alevilerin varlıkları yok sayılıyor, normal laik-demokratik bir ortamda birlikte yaşama arzuları, reddediliyordu.
Türkiye’de var olan etnik ve inançsal azınlıklar, varlık ile yokluk arasında, bilinçli olarak bir kriz ortamına sürükleniyordu.

Kürtlere yapılan insanlık dışı uygulamaları, yazının konusu gereği, bir yana bırakıp, Alevilere yapılanlara yeniden dönüyoruz. Alevilerin inanç ve ibadetleri yasaklanıyordu. Alevi köylerine Cami yaptırılıyor ve sünni İmam atanıyordu. Alevi çocukları zorunlu sünni din dersine tabii tutuluyordu. Aleviler arasında ispiyonculuk geliştirilmeye çalışılıyordu. Alevilere yönelik uygulanan her türlü zulüm ve katliamlar meşrulaştırılıyordu. Devlet, Alevilere yönelik, ya asimile olacaksınız yada yok olacaksınız, politikası uyguluyordu. Herhangi bir nedenle, asimile olmuş Alevileri ya da öyle görünenleri, topluma iyi örnek olarak gösteriyordu.

Askeri faşizm döneminde başlatılan asimilasyon çalışmaları, giderek planlı hale getiriliyor ve AKP iktidarı döneminde yeni boyutlar kazanıyordu. Bir yandan Alevi katliamlarına devam edilirken, diğer yandan AKP, Alevilere yönelik asimilasyon politikalarını çok yönlüleştiriyordu. AKP, asimilasyona sıcak bakan Alevi unsurlara, islam pastasından pay veriyordu. Alevi çalıştayları, Cami-Cemevi projeleri, Aleviliği tarif etme ve bu tarife uygun davranacak naylon Alevi kurumları oluşturma, sözde orta öğrenimde Aleviliğe yer verme adı altındaki çalışmalar, Alevi imam hatipleri ve üniversitelerde Alevi birimlerinin oluşturulması vb. hepsi, özü itibarıyla asimilasyona hizmet etmeyi amaçlıyordu.
.

Uygulanan baskı ve yok etme politikalarına rağmen, Aleviler’in varlık ve kimlik mücadelesi yeniden yeşeriyor ve yükseliyordu. Her türlü engellemelere rağmen Aleviler, kendi modern örgütlenmelerini yaratıyorlar ve bir İnanç örgütlenmesi olarak, kendi taleplerini dile getiriyorlardı. Devlet’in azınlıklar politikasının, sadece bir oyun ve aldatmacadan ibaret olduğunu anlayan Alevi kurumları, inaçlarını yaşayabilecekleri ortam ve çerçeveyi, kendileri belirlemeye başladılar. Devletin duyarsızlığı ve zorbalığı yüzünden, Aleviler ile Devler, git gide birbirlerinden uzaklaşmaya başladılar. Devlet, yok edemediği Alevileri asimile etmeyi amaçlıyordu. Bu süreç günümüzde hala devam ederken, faklı yerlerde duran Alevi bireyler, biraz da siyasal islamın gölgesinden cesaretlenerek, Aleviliği ve Alevi kurumlarını belli konular üzerinden, tartışmaya yada eleştiriye açmaya çalışıyorlar.

Alevilik ve Alevi kurumları, Alevilerin hak ve kimlik mücadelesine katkı sunacak bir nitelikte, elbette tartışılmalı, hatta eleştirel tartışılıp değerlendirilmeli. Bu tür tartışmalar, geleceğe yönelik pozitif gelişimin, yaratıcı kaynaklarını oluştururlar. Ancak, yürütülen tartışmalar, Alevi inancının özünü sulandırmaya yönelik ise, şimdiye kadar örgütlenmenin dışında kalan unsurlar tarafından, örgütlü unsurların sözde yanlışları üzerine yapılıyorsa, bazıları kendisini Alevilerin geride kalmış sahipleri olarak ilan etmeye çalışıyorsa, eleştirmenler sünni-şii şeriatın ve siyasal islamın dilinden konuşuyorlarsa, örgütlü Alevilerin ve Alevi kurumlarının da bu duruma yönelik söyleyecekleri olmalıdır.


Öyleyse, Alevi kurumlarının, bu tartışmalara ve yaklaşımlara karşın takınacağı tavır ne olmalıdır? Elbette Alevi kurumları, işlerini güçlerini bırakıp bu tartışmaları esas uğraşları haline getiremezler. Diğer taraftan, yok saymak, ‘yasaklamak’ ya da susarak durumu geçiştirmek de doğru ve çözümleyici tavır bir olamaz. Sorunları biriktirmemek önemli bir prensiptir. Alevi kurumları, bize göre, karşılıklı hakaret, karalama ve rencide etme çabalarına girmeden, yürütülen tartışmalara seviyeli bir şekilde müdahale edebilme yöntemi geliştirmelidir. Bu ise, tartışma konusu edilen konular hakkında, kurumların geliştirdiği düşünceler ile, Alevi toplumunu ve kurumların örgütsel tabanını doğru ve doyurucu bilgilerle beslemek olmalıdır. Aleviliğin, gizli ve doğal sahipleri yoktur. Alevilik, onu yaşayanların ve yaşatanların inancıdır. Babasından kendisine miras kaldığını sananların değil. Bunun somut örnekleri, Türkiye’de yeteri kadar var, burada sıralamamız gerekmez.

Örgütlü Aleviler yada Alevi kurumları şu soruyu da kendilerine sormak ve gerçekçi bir şekilde yanıtlamak durumundalar. Devletin, bunca asimilasyon faaliyetleri, Alevi toplumunu ya da Alevi kurumlarını hiç etkilemiyor mu? Eğer etkilemiyorsa, Sayın İzzettin Doğan ve Yavuz Bingöl örneklerini, nasıl açıklamak gerekir?. Yok eğer etkiliyorsa, bu etkilemeler kendisini pratik olarak nerelerde ve nasıl gösteriyorlar?

Biz burada, sadece bir kaç örnek vererek, konuyu fazla dağıtmadan, sorunu açmaya ya da çözmeye çalışacağız. Aleviler’in, hem kendi öğretileri gereği, hem de ulaştıkları bilgi seviyesi gereği, bilimsel fikir tartışmalarını, eleştirileri, hakaretten ve küfürden uzak, alevice bir uslupla yürütebileceklerine inanıyoruz.

Bir: AKP’nin ilk on yıllık iktidar dönemi, hem Türkiye’de ve hemde uluslararası ilişkilerle, pozitif olarak değerlendirilmiş ve kendileri açısından başarılı geçmiştir. Ilımlı islam imajı demokrasi yanlısı olarak gösterilmiş ve neredeyse AKP politikaları eleştirilemez hale getirilmişti. Kısa sürede Türkiye’nin bütün sorunları çözülecek sanılıyordu. Alevi kurumlarının güvensizliği ve eleştirisi ise hem Türkiye’de, hemde uluslararası ilişkilerde henüz yeteri kadar ciddiye alınmıyordu. Siyasal islam imajının yükseklerde olduğu, bu psikolojik ortamda, sayıları azda olsa bazı Alevi gençleri, islami örgütlere ve kurumlara katılıyordu. Cemaatlara katılıp, kendi ailelerini dinsizlikle suçlayarak terk eden, IŞİD saflarında ölen ya da öldürülen, Alevi gençlerin varlığı bu etkilenmenin ürünleriydiler.

İki: ‘Alevi islam dernekleri’ ve ‘milliyetci Alevi dernekleri’ gibi örgütlenmeler, siyasal islamın etkisiyle ortaya çıkan ve onun gölgesinde yaşayabilen sözde Alevi kurumlarıdır. Çağdaş demokratik Alevi kurumlarına karşı ve onlara alternatif olarak örgütlendirilen bu dernekler birer asimilasyon kurumlarıdırlar. Bu kurumlarda, Alevilere yönelik islami propaganda ve eğitime, ağırlık verilmektedirler. Bundan dolayıda AKP’nin ve dolayısıyla siyasal islamın asimilasyon araçlarıdırlar. Eğitimlerinin özünü, Anadolu Aleviliğini’ karalama ve dinsizlikle suçlayıp reddetmenin yanında, Anadolu Aleviliği yerine, islami şeriatı öğrenme ve savunma oluşturmaktadır. Siyasal islamın doğrudan bir faaliyeti durumundadırlar. Şimdi bu dernekler, islami faşizmin savaş politikalarını desteklemek için, görev almak zorundadırlar.

Üç: Son yıllarda Türkiye’nin bazı üniversitelerinde Alevi birimleri kuruluyor ya da Alevilik üzerine ’’bilimsel çalışmalar’’ yapılıyor. Normal koşullarda bu tür çalışmalar, karşı çıkılacak hiç bir yanı olmadığı gibi, desteklenmesi gereken çalışmalardır. Ancak, Türkiye’deki bu çalışmaların verdiği ürünlere baktığımızda, siyasal islamın etkilerini buralarda da hemen görüyoruz. Bir yandan Alevilik, tam bir islami dille (terimlerle) anlatılmaya çalışılırken, diğer yandan 13. yüzyıldan itibaren oluşmaya başlayan ‘Anadolu Aleviliği’ yerine, 8. yüzyıldan buyana var olan ‘Arap Alawiliği’ anlatılıyor. Bu tür çalışmalarda, ya ‘Anadolu Aleviliği’ yok sayılıyor,  ya da ‘Anadolu Aleviliği’, ‘Arap Alawiliği’nin sadece bir parçası veya bir devamı gibi anlatılmaya, gösterilmeye çalışılıyor. Anadolu Aleviliği’nin farklılığı ve kendi özgünlüğü unutturularak, ‘Arap Alawiliği’ örnek gösteriliyor ve eğer aleviyseniz buyurun Camiye deniliyor. Siyasal islamın iktidar olması, bu tür yöntem ve çalışmalara, kolaylıklar sağlıyor.

Dört: Alevi öğretisi senkretik (bağdaşmacı) bir yapıya sahiptir. Farklı inançlardan değişik elementler birleşerek, kendine özgü, yeni ve ortak bir öğreti bütünlüğü oluşturmaktadır. Bu elementlerden bazılarının, hangi eski dinlerden geldiği yada alındığı, tespit edilebilmektedir. Bu durumdan dolayı bazı çevreler, Alevilikteki islam kaynaklı bir elementi, özellikle Şiilik’ten gelen Hz. Ali ve 12 İmamlar sevgisi gibi elementleri, ele alıp Aleviliğin islamın bir parçası ya da bir mezhebi olduğunu propaganda etmektedirler. Halbuki islamın kendi şartları vardır ve Anadolu Alevileri bu şartlara uymazlar. Başka çevrelerde, yine Alevilikteki zerdüşt kökenli bir elementi ele alıp, Aleviliğin zerdüştlükten geldiğini veya onun bir devamı olduğunu propaganda etmektedirler. Bu anlamsız ve yanlış tartışmalar, siyasal islamın etkisi altında, onun gölgesinde cesaret ve ortam bularak yapılmaktadır. Halbuki, dinler tarihini, tarih içerisinde Alevi senkretizminin oluşumunu, Anadolu Alevliği’nin oluşum ve gelişim tarihini bilenler için, anlaşılmayacak bir durum yoktur. Anadolu Aleviliğinde, farklı dinlerden değişik inanç elementleri vardır, ama, Alevilik hiç bir başka dinin parçası ya da devamı değildir. Alevilik kendine özgü bir inanç sistemidir. Kendisini başka bir dinin içinde, başka bir dinin parçası veya onun bir devamı olarak gören hiç bir kimse, Alevi olmak ya da Alevi kalmak zorunda değildir.

Beş: Bazı Aleviler, aynen siyasi islam gibi ve ondan esinlenerek, geçmişlerini geleceklerinin önüne koyuyorlar. Alevilerin bu günkü istem ve ihtiyaçlarına cevap veren çağdaş Alevi örgütleri varken, çeşitli bahanelerle, 13. ve 15. yüzyıllarda geçerli olan Ocak örgütlenmelerini, modern örgütlenmenin önüne koymaya çalışıyorlar. Ocak demek, eğitim ve öğretim yeri demekti ve ocak sahipleri o çağlarda belli bir entelektüel yapıya sahipti. O çağlarda toplumun örgütlenme yapısı soy örgütlenmesiydi ve siyasi soy örgütlenmelerine denk düşen inançsal ocaklar sistemi vardı. Günümüzde bu görev, toplumun örgütlenmesine ve ilişkilerine denk düşecek bir şekilde kurumsallaşan, akademi ve üniversitelerin görevidir. Örgütlenmede seçilen kurumlar sadece birer araçtırlar öğretinin özü ve amacı değildirler.

Altı: Siyasal islamın etkilediği ve öne çıkarılmasını teşvik ettiği, başka bir sorun daha var. Alevi literatürüne ve mitolojisine, sonradan sokulan, kan bağına dayanan, soy anlayışı vardır. 13.yüzyılda Anadolu'da çok sayıda Tarikatlar ve Ocaklar kuruluyor ve bu Tarikatlar/Ocaklar kedilerine taraftar bulabilmek için biri birleriyle yarışıyorlardı. Her Ocak, kendisinin daha köklü ve yetkin olduğunu anlatırken, bazı ocaklar daha etkili olabilmek için, kendilerinin ‘Peygamber Soyundan’ oldukları söylemini uyduruyorlardı. Önce II. Murat ve sonrada Safawiler, kendi hizmetlerinde çalıştırabilmek için bu soyların bazılarına ‘Secereler’ veriyorlardı. Aynen bu yöntemle, sonradan, hem Safawi ocağı ve hemde Hacı Bektaş ocağı üzerine Ali soyundan oldukları mitolojisi üretildi. Bilimsel ve tarihsel olarak bu iddia ve söylemlerin hiç bir dayanağı yoktur. Bu düşünceyi savunanlar, bazı insanlardaki üstün niteliklerin onların kanından, kan bağından geldiği gibi, çağ ve bilim dışı düşünceye saplanıyorlar. Bu düşünceyi savunan unsurlar, Hz. Ali’yi, Hace Bektaş Veli’yi ve diğer Alevi sevilenlerini, kendi psikolojik ve ekonomik beklenti ve çıkarlarına alet ediyorlar.

Halbuki, Emile Durkheimer haklı olarak, inançlardaki soy anlayışının, kan soyu değil, düşünce soyu olduğunu yazıyordu. Alevi öğretisi de insanları soyuna ya da kan grubuna göre değil, bilgili veya bilgisizliklerine göre sınıflandırmaktadır. Hz. Ali’nin Halife olmasını savunanlar, bu düşüncelerini hiç bir zaman için, Ali’nin kan bağına dayandırmamışlardır. Yine, Hz. Ali’nin kişiliğinde somutlaştırılan üstün sıfatlar, hiç bir zaman, onun kan bağına indirgenmemiştir. Onun bilgi, beceri, deneyim ve yeteneklerinin sonucu olarak bu özelliklere sahip olduğu bilinmektedir. Talipleri kadar dahi bilgi sahibi olamayan bazı inanç önderlerimizin, kendi konumlarını koruyabilmek için, inatla ve bilgisizce, kan bağından bahsetmeleri, günümüzde hiç kimseyi ikna etmemektedir. İran'daki Zerdüştler, nüfuslarının azalmasına önlem olarak, 17. yüzyılda yabancılarla evlenmeme kararı almışlardır. Bu düşünce, Hindistan ve Anadolu'da belli ölçülerde hayat bulmasına rağmen, İran’da fazla hayat bulmamıştır.
Bu düşünce giderek, daha çok, negatif bir içerik kazanıyor. Toplumsal bir ‘zaafa’ ve ‘özür’e dönüşüyor. Halbuki, ne Kürtler’in ne de Türkler’in gerçek tarihinde böyle bir özür ve zaafları yoktur.

Yedi: Aleviler kendi tarihlerini yaratırken, elbetteki geçmişlerine de eleştirel bakmalılar. Eleştirel bakmak, var olan her şeyi reddetmek yada basitleştirerek karikatürize etmek değildir. Şu anda bazı Dedeler, yürüttükleri Cem’leri, özellikle 12 imam duygusallığıyla sınırlandırarak, basitleştirmektedir. Buna karşılık yine diğer bazı Dedeler, yürüttükleri Cem’leri, 12 imam duygusunu dışlayarak ve tepkili davranarak, karikatürize etmektedir. Cemler, derin içerikten yoksun bir şekilde, küçük ve basit elementlerle doldurulmaktadır. İbadet etmedeki yada Cem yürütmedeki esas amaç nedir, bu öne çıkarılamıyor, gözlerden kaybediliyor. Halbuki, eğer toplum Cem yürütmenin amacını anlamazsa, onun arkasında yatan derin felsefi düşünceyi öğrenemezse, Cem ritüellerine de gereken katılımı, ilgiyi ve saygıyı göstermezler. Sonuç olarak söylemek istediğimiz şudur. Dedeler, Analar ve Babalar, tek tek inanç elementlerine takılıp birbirleriyle kısır ve sonu olmayan yarışlara gireceklerine, topluma daha çok, yürüttükleri Cem’in anlamını ve arkasında yatan derin felsefi düşünceyi yada teoriyi anlatmaya çalışmalılar.

‘Siyasal İslam’, Emperyalizmin halklara karşı kullandığı, dini bir araçtır, ‘İslami Faşizm’dir. Demokrasi, eşitlik, özgürlük ve kardeşlikle hiç bir gerçek ilgisi yoktur.
Aşk ile, ...

Hüseyin Akpınar