Alevilere Dersim'den Bakarken

Alevilere Dersim'den Bakarken

Alevilere Dersim'den BakarkenEnver Gülşen Alevî yürüyüşünde dile getirilenleri ve Alevîlerin sorunlarını anlamak, herşeyden...

A+A-

Alevilere Dersim'den BakarkenAlevilere Dersim'den Bakarken

Enver Gülşen

Alevî yürüyüşünde dile getirilenleri ve Alevîlerin sorunlarını anlamak, herşeyden önce tekil hikâyelere odaklanmak, yaşanmışlıkları hatırlamak ve bu acılarla acılanmaktan geçiyor bence.

Yıllar önce Alain Resnais’in “Gece ve Sis (Night and Fog)” adlı bir belgeselini izlemiştim. İlk izlediğimden yıllar sonra, dostlarla beraberce düşünelim ve günümüzün problemleri eşliğinde tekrar tartışalım diye, bu filmi, o zamanlarda çalıştığım şirkette yaptığımız film gösterimine almıştık. Nazilerin yaptığı Yahudi katliamının, Auschwitz kampı baz alınarak anlatıldığı bu belgesel, yüreklerimizde bir şeyleri koparmıştı.

Film bittiğinde salondaki bir avuç insandan, en ağlamaz diyeceğimizin bile gözleri şişmişti ağlamaktan. Filmi gösterme amacımız tek başına Yahudi katliamını anlatmak değildi aslında. İnsan denen bu varlığın bazı zamanlarda ne kadar acımasız, ne kadar vahşi olabildiğini, sistemli vahşetleri ne kadar soğukkanlılıkla yapabileceğini görmekti; görmek ve bunların bir daha olmaması için tek tek ferd olarak neler yapılabileceğini düşünmekti asıl niyetimiz. İlk olarak bir başkası için ağlayabilmekten başlayacaktık. O gün o salonda olan bir avuç insan, işe ağlamakla başlamıştı. Ancak bunun sonuç vermesi için göz yaşlarımızı hiç kurutmamamız gerekiyordu.

Son Alevî yürüyüşünü, Alevilerin sorunlarını anlamak, onlarda oluşmuş olan travmaları anlayabilmek bağlamında tekrar değerlendirmek amacıyla bir belgeselden hareket etmek en doğrusu olacak. Bu belgesel “Dersim 38” belgeseli. Eğer, niyetimiz “ötekini” anlamak ise, öncelikle ötekine ağlamakla başlamak gerek bence. Bu belgesel, tarihte bıraktığımız, tarihin tozlu sayfalarına gömdüğümüz, ne Alevilerin, ne Sünnilerin, ne Kürtlerin ne de devletin hatırlamak istemediği büyük bir travmaya işaret ediyor. Bu travmaları çözemezsek, bu travmaları yaşayanları anlamak için herhangi bir çaba sarf etmezsek, yürüyüş konusunda “karşı” yazılarda olduğu gibi, hiçbir şekilde anlayamadığımız insanları, yok sayma yoluna düşmemiz işten bile değildir. Bizleri hiç anlayamadıklarını düşündüğümüz insanları (Sünnî dindarlar, Alevîleri böyle tanımlıyorlar çoğunlukla) anlamak için hiç çaba sarf etmiyor olmamız da sorunu alevlendirmekten başka bir şey yaratmayacaktır bence.

Alevî yürüyüşünü, belediye seçimlerine hazırlık olarak değerlendirmek; ya da “çoğu Alevî dernek ya da grup katılmadı” diyerek küçümsemeye çalışmak, o yürüyüşte olan insanların sorunlarını yok saymamıza yol açıyor doğal olarak. Herşeyden önce, dinlemek, anlamak ve ağlamaktan geçmiyor mu “öteki” ile bağ kurmanın yolu? Bu tür yok saymalar veya küçümsemeye çalışmalar, ilişki kurmaya çalıştığımız insanlarla aramızdaki uçurumları büyütmekten başka ne işe yarar? Yok saydıkça, bize de yok sayılmaktan başka bir yolun kalmadığını görmüyor muyuz?

Anlamak, ötekinin acılarına ağlamaktan geçiyor bence. Maalesef hepimiz göz yaşlarımızı zaman zaman kurutup birer vahşiye dönebiliyoruz. Aklımızın , ya da toplumsal aklı temsil eden devletin ( ya da toplumsal millî, dinî, ideolojik ‘akıllarımızın’) haklandırdığı bir konu üzerine vahşet yapmaktan geri durmuyoruz . Halbuki yıllar önce Heidegger’in dediği gibi :” Düşünme, ancak yüzyıllardır yüceltilen aklın , düşünmenin en inatçı düşmanı olduğunu anladığımız noktada başlar…”. Yani yaptığımız zulümleri haklandıran akıl değil; Leyla İpekçi’nin çokça vurguladığı gibi, düşünen, akleden bir kalbin düşüncesidir tüm ihtiyacımız olan.

Çayan Demirel’in “Dersim 38” adlı belgeseli, Dersim’de (bugünkü Tunceli) 1938 de yapılan katliâmla ilgili bir belgesel. Bu konuda bazı yazılar ve birkaç da kitap okumuştum. Konuya yabancı değildim aslında; ancak kişisel hikayelerden anlatılan her hikaye, gözlerinde acı gördüğünüz her insan yüreği, yüreği olan insanın yüreğini bir kez daha dağlamaya yetiyor.

Devletler  – ama özellikle modern ulus devletler - bu devletin yaratılma sürecinde, bir sürü katliâm yapmışlardır, bunlar üç aşağı beş yukarı bilinen şeyler. Ancak aynı modern devletler, tarih anlayışlarını da bu katliâmları ve zulümleri unutturmak veya haklandırmak üzerine kurmuşlardır.  Bazı devletler bu tarihleriyle yüzleşirler, bazıları ise yüzleşemezler.

Bize öğretilen resmî tarihlerde devletin yaptığı yanlışların, katliâmların yerlerine pek rastlamayız. Dersim katliâmı ise iki kere sakıncalı ilan edilmiş (hem Kürt hem Alevî) bir gruba karşı yapıldığı için iki defa unutulmuş bir katliâm.

Belgeselin hemen başında anlatacaklarının başına açabileceği dertlerden korkan bir amcanın gözlerine uzun süre filmi ileri geri alarak baktım. Bu korkuyu birisine yaşatmaya hangi kutsal devletin, hangi değerin hakkı var? Hele ki çenesi titreyerek acısını anlatmaya çalışan Dünya Ana’nın “Kimsesiz kaldım, kimsem yok; derdime yanak yok. Rica ederim halk halka ağlasın. Biz de halkız biz de kardeşiz. ” derkenki hâli gerçekten can yakıcıydı. Halk halka ağlasın diyordu, ama halk halka ağlayabiliyor muyduk? Kendimize aynı vatanın insanları diyebiliyorsak halk halka ağlamak gerekmiyor muydu? Biz de halkız, biz de kardeşiz diyordu Dünya Ana; ama 1938 Türkiyesi’nde ” bizim milletimiz soykırım” yapmaz diye Ermenilere yapılanlarla yüzleşmeyi asla kabul etmeyen biz bu ülkenin insanları, “biz de halkız, biz de kardeşiz” diyen o insanları soğukkanlılıkla öldürebiliyorduk. Öldürebiliyorduk diyorum, çünkü her cinayette, her katliâmda, bu katliamlara, cinayetlere sessiz kalanların payı vardır. Bu tür işkencelerin, cinayetlerin günümüzde de devam ettiğini sanırım hepimiz kabul ederiz.

Dersim katliâmı, 1935’ten itibaren başlamış çok sistemli bir politikanın, 1938’de bir katliâma dönüştürüldüğü bir zirve noktası aslında. Neyin zirve noktası? Acının, zulmün, yangının zirve noktası. Peki Sünnîsi Alevîsi, Kürdü Türkü bu olayı biliyor muyuz? Biliyorsak kalbimiz vicdanımız kabul edebiliyor mu? Dersim’de çoluk çocuk katliâmdan 1 yıl önce “ayaklanma” lideri diye asılanların, asıldıktan sonra yakılıp küllerinin bilinmeyen bir yerlere savrulduğunu biliyor muyuz? Biliyorsak, bunu hangi inançla, hangi kutsal değerle, hangi vicdanla bağdaştıracağız? “Varsa bir cezası” çektirdikten sonra insanların ölüsünden bile hınç almak nasıl bir devlet histerisinin sonucu? Bunları düşünme zamanıdır hepimiz için. Ermeni soykırımı olmamıştır diye sağcısı, solcusu, islamcısı, lâiki, kemalisti, milliyetçisi bağıran bir halkın; belki “benim halkım böyle bir şey yapmaz” diye yaklaşıp, böyle vahşiliği asla yapamayacaklarını söylemeleri olumlu görülebilir. Ama bir de “gerçeklerin üstünü örtmek” var ki, işte bununla yüzleşilmezse, bu tür olaylar tekrar edebiliyor. Çünkü hafızası olmayan toplumların, sağlıklı bir gelecekleri de olmuyor. Bugün Kürt sorununda yaşananlar da aynı tip devlet histerisinin sonucu bence.

Atatürk milliyetçiliği ırk milliyetçiliği değildir…” diyenlerin, 1930 sonrası devlet politikalarının zorbalığından ve zulmünden haberi olduğundan kuşkuluyum. Atatürk’ün Adalet Bakanının, kan olarak Türk olmayanların bu ülkede işi olmadığını, bu ülkenin aslî unsurunun kan olarak Türk olanlar olduğunu ve bunu kabul etmeyenlerin bu kanda boğulacağını söylediği bir ülkeden bahsediyorum.  Benzer şeylerin “ ya sev ya terk et” sözleriyle parti başkanlarınca, “ beğenmeyen çeksin gitsin” gibi sözlerle Başbakanlarca, “tehciri haklandıran” bakanlarca tekrarlandığı bir ülkede benzer olayların tekrarlanabileceği de aşikâr. Hafızasız toplumlar kolay kolay doğru yolu bulamazlar. Ermeni katliâmı yapmadık, Kürtlere kötü bir şey yapmadık, Alevîlere kötü bir şey yapmadık, Sünnî dindarlara kötü bir şey yapmadık, şuna yapmadık buna yapmadık diye bağıran kardeşlerime tarihe bir daha bakmalarını ama “büyük söylemlerle” değil, küçük hikâyelerin kalplerine nüfuz etmesine izin vererek bakmalarını rica ediyorum. Dünya Ana’nın hikâtesi gibi hikâyelere…CHP’nin temsil ettiği Kemalist ideolojiyi, denize düşüldüğünde yılana sarılınan bir şey olarak gören Alevî kardeşlerime de içinde boğulunan denizin Kemalist ideolojinin bizzat kendisi olup olamayacağını tekrar bir düşünmelerini salık veriyorum.

Belgeselde, yaşlı bir amca, katliâmdan sonra ev boyunda ceset yığınlarından bahsederken, artık dolma noktasına gelmiş olan gözyaşlarını tutamıyordu, benimkiler de beraber… Diyordu ki ” sarışın bebek yaşlarında bir çocuk vardı, onun cesedini de ceset yığının en tepesine koymuşlardı, rüzgar estikçe saçları rüzgarda dalgalanıyordu”.

"Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz” diyen Adorno’ya, ya da Nazilerin zulmünden sonra “kötülüğün sıradanlığından” bahseden Hanna Arendt’e dayanarak, Dersim’lerle yüzleşmeden bu ülkede temiz kalınır mı diyorum.

Alevî yürüyüşünü, böyle bir toplumsal travmanın dışavurumu olarak değerlendiriyorum. Uzun yılların travmasının, acısının, korkusunun dışavurumu olarak! Yürüyenlerin demokrat olup olmadığı, benim gibi düşünenlerin hakkını savunup savunmadığı, “öteki”ne yönelik haksızlıklara karşı çıkıp çıkmadığı, bu noktada beni ilgilendirmiyor. Çünkü, hakkâniyet, karşı taraftan aynı hakkâniyeti beklemekle gerçekleşebilecek bir şey değil; tam tersi, karşı taraf sizin hakkınızda ne düşünürse düşünsün, hakkın, adaletin yanında olmak demektir. Bu anlamda Alevîlerin isteklerinin değerlendirilmesini bu ülkenin büyük problemlerinin hâlli için elzem görüyorum.

İsteklerin tartışılması ve “diğeri”ne baskı ve haksızlık olmayacak her türlü isteğin yerine getirilmesi birinci öncelik olmalıdır. Bu bağlamda Alevî köylerine cami yapılmaması, Alevî çocuklarına zorunlu din dersi verilmemesi, cemevlerinin yasal bir statüye kavuşturulması son derece makul isteklerdir bence. Bu konularda herşeyden önce kendileri de haksızlığa uğrayan dindarların ön ayak olması gerekir bence. Diyalog ve gönül ilişkisi ancak böyle gelişir. Yoksa ötekinin derdini, acılarını anlamak için çaba sarf etmeden, ötekini dinlemeden bir diyalog ya da ilişki gerçekleşemez. Bu yüzden hangi kesim olursa olsun, karşı taraftan adım beklemek yerine ilk adımı kendisi atmalıdır. Sünnîler için Alevîlerin bir kısmı, kendilerinin haklarını kısıtlamak isteyenlerin yanında olarak değerlendirilebilir. Alevîler için de Sünnîler aynı şekilde. O zaman, öncelikle herkesin, ötekinin hakkı için mücadele ettiği, ötekinin acısı için ağlayabildiği bir vicdan iklimi yaratabilmeliyiz bence. Dersim belgeseli gibi belgeseller işte bu yüzden önemli. Şimdiye kadar, travmalarını, acılarını, korkularını anlamaya yanaşmadığımız insanların korkularının kaynağını anlamak ve onlara tertemiz bir vicdan eli uzatabilmek için!

Kimsesiz kaldım, kimsem yok; derdime yanak yok. Rica ederim halk halka ağlasın. Biz de halkız biz de kardeşiz. ” diyordu Dünya Ana. Anlamanın yolu ağlayabilmekten geçiyor bence de. Halk olmanın yolu da yok saymaktan değil, başkasının acısıyla acılanmaktan!

KAYNAK : Enver Gülşen / Derindusunce.org - 18 Kasım 2008

Etiketler :

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.