Kazım Eroğlu

Kazım Eroğlu

Alevilerin Ali algısı (i)

A+A-

Ali üzerine öyle bir algı oluşmuş durumdaki bu algı boyutuyla, Ali, Aleviliğin adeta olmazsa olmazı niteliğinde bir figür olarak karşımıza çıkar. Alevilerin sazında, sözünde; ceminde, törenlerinde; destanlarında, söylencelerinde, yaşamlarının hemen her alanında bir yönüyle de olsa Ali’yi görmemiz olanaklıdır. Alevilerin kendi yaşamlarının içine aldıkları, inanç ritüellerinde merkezi bir konuma yerleştirdikleri bu Ali kim? Nasıl bir Ali?

Tarihi bir kişilik olarak düşünüldüğünde, tarihi kayıtlar, Ali’nin İslam peygamberi Muhammed’in amcası oğlu ve damadı ve Arap İslam devletinin dördüncü halifesi olduğunu bizlere söyler. Peki, buradaki Ali nasıl bir Ali, nasıl bir inanç ve dünya görüşüne sahiptir? Alevilerle, Alevilikle ilişkisi nedir?

Tarihi bir kişilik olarak buradaki Ali’nin, İslam inanç ekseninin dışında bir yere konumlandıracak bir kişi bu zamana kadar ortaya çıkmış değildir; tam tersine Ali, tüm tarihçiler ve akademisyenler tarafından İslam inancının katı, tavizsiz, bir savunucusu ve uygulayıcısı olarak görülmektedir. Ali Muhammed’in yolunun nasıl bir izleyicisi olduğunu “…devenin yavrusu nasıl anasının ardından giderse, onun ardından giderdim.” çarpıcı sözleriyle ifade eder ve her türlü bidatı da reddeder. Nehc’ül-Belaga’da geçen Ali’nin İslam şeriatına, diğer deyişle Kuran’a bağlılığını ifade eden kimi sözleri de şöyle: “…Savaş İslam’ın en yüce rüknüdür. Aynı zamanda Allah’ın birliğini ikrar etmek de bu vesilelerdendir; çünkü bu ikrar, yaradılışa uymaktır. Ve namaz kılmaktır, çünkü bu dinin esasıdır. Ve zekat vermektir; çünkü bu gerekli farzdır. Ve Ramazan ayının orucunu tutmaktır; bu da azaptan bir kalkandır. Ve Kabe’yi ziyaret etmektir, hacdır, umredir; bunlar da yoksulluğu giderir, günahları yur, arıtır…” (s.110) Bu yaklaşım Ali’yi İslam şeriatının dışında bir yere koymaz. Ali aynı zamanda Arap-İslam birliğinin sağlanılması doğrultusunda da büyük çaba sarf etmiştir. Halifeliğin kendi hakkı olduğunu savunan Ali İslam birliğini bozmama, İslam devletinin bekası adına Ebubekir, Ömer ve Osman’ın halifeliğine ses çıkarmamış onlara biat etmiş, Ömer ve Osman’ın halifeliği döneminde onlara danışmanlık yapmış, onlara nasihatlerde bulunmuş ve onları yönlendirmeye çalışmıştır. Ali kendi halifeliği döneminde hakem olayına Muaviye’nin bir tuzağı olduğu gerekçesiyle karşı çıkıp kendisinden ayrılan İslam birliğini bozmakla suçladığı Arap yoksulları olan Haricileri Nehrivan’da kılıçtan geçiren de Ali’dir. Arap-İslam devletinin bölge halklarının yağmasından payına düşeni alan da yine Ali olmuştur.

Alevilerin Ali’si yukarıda kimi nitelikleriyle değindiğimiz Ali midir? Böyle bir Ali Alevilerin piri, mürşidi olabilir mi? Böyle bir Ali’yi Aleviler içlerine alabilirler mi? Aleviliği az çok bilenler için bu sorulara olumlu yanıt verebilmenin olanağı yoktur; o halde Alevilerin Ali’si kimdir, nasıl bir kişiliktir?

Alevilerin Ali’si, Ali’nin kendi gerçek kişiliğinden soyutlanarak, tümüyle Alevilerin arzu, özlem, düşünce ve davranışlarına yanıt veren ve bu doğrultuda kurgulanıp dönüştürülen bir Ali’dir. Bu Ali, destansı bir kahraman, kutsal bir haleye büründürülmüş bir ‘kült’, tanrısal bir kişiliktir.

Gafil kaldır şu gönlünden gümanı

Bu mülkün sahibi Ali değil mi?

Yaratmıştır on sekiz bin alemi

Rızıkların veren Ali değil mi?

 

Bin bir adı vardır bir adı Hızır

Her nerde çağırsan orada hazır

Ali’m padişahtır, Muhammed vezir

O fermanı yazan Ali değil mi?

 

İslam düşüncesinin Allah’da gördüğü kudreti Pir Sultan Abdal Ali’de görmektedir. Muhammed’in peygamberliğini de Ali’nin Padişahlığı (Tanrılığı) altında onaylıyor.

 

19. yy. ozanlarından Derviş Ali’nin Ali’yi betimlemesi de benzer nitelikte;

 

Yeri göğü arşı kürsü yaradan

Men Ali’den başka Tanrı görmedim

Yaratıp kulunun kısmetin veren

Men Ali’den başka Tanrı görmedim

 

Derviş Ali’m bu ikrara belidir

Dilim söyler ama kendim delidir

Allah bir Muhammed Tanrı Ali’dir

Men Ali’den başka tanrı görmedim

 

Derviş Ali, Allah-Muhammed-Ali üçlüsünü bu dörtlüğünde ‘bir’lemektedir. Alevi felsefesinin vahdet-i mevcut (tüm varlıkların birliği) öğretisinin inanç alanına yansıtılmış halini görüyoruz. Bu birlik felsefesini İslam’la veya Arapların Ali’siyle bağdaştırabilmenin olanağı yoktur. Alevilerin ‘varlıkların birliği’ düşüncesinin özgün bir düşünce olduğunu söylemekle birlikte Ali’ye tanrısal bir kimlik biçilmesinin Alevilerle başlamış bir inanç motifi olmadığını da söylemek gerekir. İslam devletinden umduğunu bulamayan yoksul Arap kabileleri tarafından kurtuluş umuduyla Ali’nin tanrısallıkla bezenip ortaya konulduğu biliniyor. Halife Osman’a karşı yürütülen muhalefette Sebailerin Ali’yi kurtarıcı Mesih olarak gördükleri, Ali’ye ‘Allah’sın dedikleri kaynaklar aktarır. Ali ise bunları söyleyenlere şiddetle karşı çıkarak onları sapkınlıkla suçlayacaktır. Kuşkusuz Ali’yi Allah olarak nitelemek Allah’a şirk koşmak olacağından İslam düşüncesine kökten aykırıdır ve böyle bir düşünceye sapmak da en büyük günah olarak değerlendirilir.

Peki, Aleviler, kutsal bir haleye büründürdükleri Ali’yi neden ve ne zaman kendi inançlarının temel bir motifi haline getirmişlerdir? Bu soru can alıcı sorulardan biridir. Bu durumu aydınlatabildiğimiz oranda da Alevilerin gerçekte kim olduklarını ve nereden gelip nereye gittiklerini de doğru bir yaklaşımla aydınlatmış olacağız.

Ali ve Muaviye arasındaki hilafet mücadelesiyle başlayan ve Ali’nin öldürülmesinden sonra daha da netleşen İslam içerisinde Şiilik ve Sünnilik olarak temel bir ayrışma oluşur. Haricilik ise bunların dışında 3. bir yol halk muhalefeti olarak yerini alacaktır. Şiilik kendini Ali taraftarlığı (Ali şiası) olarak adlandırır, Ali şiası sonra Şiiliğe dönüşür. Şiiler de daha sonra Zeydlik ve İsmailik olarak ayrışacaktır. Şiiliğin esası, Muhammed’den sonra İslam Hilafetinin

gerçek sahibinin imam olarak niteledikleri Ali ve soyuna ait olduğu düşüncesine dayanır. Ali ve soyunun, İslam coğrafyası içinde, gerek Emeviler döneminde gerekse Abbasiler döneminde ‘kutsal soy’ düşüncesiyle birçok muhalefet hareketince iktidar mücadelesinde kullanıldığını ve Ali’nin bir şemsiye görevi gördüğünü burada vurgulamak gerekir. Ancak, Anadolu topraklarında günümüz adlandırılmasıyla Alevilerin, tarihsel anlamıyla da Kızılbaşların 15. yy. sonlarına kadar Şiiliğin imamet düşüncesinin temel inanç motifi olan Ali ve 12 İmam düşüncesini kendi inançlarının motifi olarak aldıklarını ve bunu iktidar mücadelesinde kullandıklarını gösterebilecek herhangi bir bulgu yoktur. Gerçekten böyle bir bulgu olsaydı Anadolu’da o zamana kadar Selçuklu ve Osmanlı Sünni İslami yönetimlerine karşı yürütülen mücadeleler de kendini ortaya koymuş olurdu. Anadolu’da gerek Selçuklular döneminde Babailer hareketiyle, gerekse de Osmanlılar döneminde Şeyh Bedrettin Hareketiyle yürütülen iki büyük isyan, iktidar yürüyüşünde Ali Ve 12 İmamların dolaylı veya dolaysız herhangi bir biçimde kullanıldığını gösteren en ufak bir iz bulunmaz; çünkü Anadolu Alevileri (Kızılbaşlar) işin başından itibaren İslam dışı bir inanç-düşüncenin taşıyıcıları olmuşlardır. Gerek dönemin tarihçileri gerekse günümüz genel tarih araştırmacıların büyük bir kesimi Alevileri “ İslam dışı cemaatler” veya “örf dışı cemaatler” olarak adlandırmışlardır. Çünkü bu topluluğun Şii yada Sünni İslam’la ilişkilendirilecek bir inanç gelenekleri de yoktur ve görülmez. Ancak bu toplulukların, 15. yüzyıldan itibaren, kendi inanç evrenini de yansıtan Nesimi, Refi gibi Türkçe eserler veren Hurafe şairlere gösterilen ilgi, yakınlık ve kurulan ilişkiler giderek Ali ve Ehlibeyt kültünün etkisi altına girmelerini getirecektir. Seyyid olarak görülen Nesimi’nin Türkmenler arasında ayrı bir yeri vardır; Hallc-ı Mansur’un da devamcısı olması Nesimi’ye olan ilgiyi artırır. Hurufelik İran ve Azerbaycan’da önemli bir etki yaratmıştır; bu etkinin Erdebil Tekkesi şeyhlerine de yansıdığını düşünmemek olanaksızdır. Erdebil Tekkesi şeyhlerinden olan Şeyh Cüneyt, onun oğlu Şeyh Haydar ve son olarak Safevi devletinin kurucusu olan Şeyhlikten Şahlığa evrilen Şeyh İsmail bu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Anadolu’da daha ziyade göçebe ve yarı göçebe Osmanlı’dan umudunu kesmiş Türk ve Kürt kabilelerle kurulan ilişkiler neticesi İran-Azerbaycan bölgesinde yeni bir devletin tohumlarını atarken bu topluluklar üzerinde de yeni bir inanç motifinin oluşmasına etki edeceklerdi.

Burada, Safevilerin nasıl bir inancın taşıyıcıları oldukları sorusu akla geliyor. Safeviler Şeyh Safiyeddün’ün oğlu Sadreddin’den başlamak üzere soy olarak kendilerini Musay-ı Kazım üzerinden Ali’ye dayandırırlar. Dolayısıyla en azından o süreçten itibaren kendilerini Seyid olarak da niteleyen Safevilerin Şii inancının taşıyıcıları olduklarını söyleyebiliriz. Peki, Sefevi şeyhlerinin (Cüneyt, Oğlu Haydar Ve onun oğlu İsmail) bu Şii inancı nasıl bir Şiilikti? Safevilerin siyasi amaçları bakımından da olsa bölgenin genel inanç yapısına uygun heteredoks, batıni bir karakter taşıyacağı açıktır. Diğer bir deyişle bu Şii inancı, bugün anladığımız anlamıyla ortodoks Şii inancı değildir; temel olarak yedi imamcı da denilen İsmailiğin ve Hurafeliğin Ali ve ehlibeyt simgeselliğinde taşıdığı bir batıni inanç yapılanması olduğudur (kimi tarihçiler bunu radikal Şiilik olarak da adlandırır). İsmailik ve Hurefelik birçok yönüyle Alevi topluluğuna yakın gelir; felsefi-inanç düşünce yapısıyla bir yakınlığın ötesinde asıl olarak toplumsal eşitliği dışlayan feodal toprak sistemine karşı duruşları bu yakınlığı pekiştirir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Safeviler devlet kurmaya yönelirken ve kurulan bu devleti güçlendirmeye çalışırken ortaya konulan inanç siyasetinin Anadolu Alevilerin inançlarıyla bağdaşır yönde, ama Şii öğeler giydirilmiş biçimiyle, İslam dışı inanç unsurları taşıyan kendilerini mehdi, peygamber veya tanrısallık gibi ululayan bir nitelik taşıdığıdır;

 

Allah Allah diyen gaziler/ Gaziler deyin şah benem

Karşu gelin secde kılın/ Gaziler deyin şah benem

 

Hatai’yem al atlıym /Sözü şekerden tatlıyım

Murtaza Ali zatlıyım / Gaziler deyin şah benem

 

Safeviler tarafından Ali her ‘don’a sokularak siyasi amaçları için kullanılmıştır. Bunda da şaşılacak bir şey yoktur. Gerçekten, Ali, İslam yönetimi içinde fazla yıpranmamış bir şahsiyetti. Ali’nin birçok yönden hakkının yenildiği ve soyunun zulme uğratıldığı yönünde İslam coğrafyası içinde bir kanaat, algı oluşmuştu; dolayısıyla Ali ve soyunun bu mağduriyeti de muhalefet tarafından kullanılmaktaydı. Bunun ötesinde Ali Muhammed’in amcası oğlu ve damadı olarak da “kutsal aile”dendi. Bütün bu özellikler Ali’ye İslam coğrafyası içinde yüksek bir prestij kazandırmıştır. Safeviler de Ali’nin sahip olduğu bu konumundan faydalanmasını bilmişlerdir. Bu konum itibariyle Alevilerin de Ali’yi kolaylıkla benimsediklerini ve kendi içlerine aldıklarını söyleyebiliriz.

Safevilerin, İkinci safadaki ( Tahmaz dönemi diyebiliriz) güttüğü inanç alanındaki siyasetin ise tümüyle İslam dışı öğelerinden arındırılarak günümüz Ortodoks Şii İslam inancı niteliğine büründürüldüğüdür. Bu noktada Safevi devletinin bir Kızılbaş Türkmen devleti mi, yoksa İran Şii devleti mi olup olmadığı sorusu tartışılır olmuştur. Bu soruya şöyle bir yanıt getirebiliriz. Safevi devleti Alevi-Kızılbaş topluluklarınca kurulan bir devlettir, ama hiçbir zaman Alevi-Kızılbaş devleti olamamıştır. Devlet kurulmadan önce Alevi-Kızılbaşlara yakın, onların istem ve özlemlerini yansıtan bir görünüm içeren önderlik, devlet erki kendini tam olarak ortaya koymaya başladıktan sonra feodal despot olarak kendi gerçek kimliğini ortaya koyduğunu görürüz. Şah Kulu ayaklanmasının yenilgiyle sonuçlanmasından sonra kendilerine sığınmış 15 bin Alevi-Kızılbaş savaşçının bizzat şah İsmail’in emriyle katledilmesi bile bu tespitimizi doğrular niteliktedir.

İran eksenli bir devlet kurma amacı güden Safevilerin, askeri bir güce ihtiyaçları vardı. İran’da devşirilemeyen bu askeri güç Anadolu’da fazlasıyla mevcuttu. Osmanlı Devleti’nin Fatih’le birlikte İmparatorluğa doğru hızla evrilmeye başlaması yeni politik ve ekonomik sorunları da beraberinde getirir; bu durum Türkmen ve Kürt köylü göçebe büyük bir kitlenin yaşamını daha da zorlaştırır. Osmanlı’dan ve Anadolu beyliklerinden tümüyle umudunu kese bu topluluk yeni arayışlar içindedir. Bu sosyal durumu iyi okuyan Safeviler Anadolu’da kendilerine kısa sürede askeri bir güç devşirebileceklerdi. Osmanlı’dan umduğunu bulamayan, Şeyh Bedreddin Hareketinin bastırılmasıyla da arzuladığı dünyayı bu topraklarda kuramayacağını düşünen Anadolu yoksulları açısından ise Safeviler yeni bir umut ışığıydı. Tarihin o günkü koşulları Anadolu’nun göçebe ve köylü yoksullarını (Alevileri) Safeviler ile buluşturur. Safevilerle girilen ilişkiler ve ardından Şah İsmail ile Safevi devletinin kuruluşu (1502) Alevilerin tarihinde yeni bir dönemi böylece başlatır.

Bu dönemden başlamak üzere Alevilik İran’da Safevi Devleti eliyle, 2. Beyazıt döneminde de Osmanlı Devleti eliyle, Balkanlardan getirilen Balım Sultan’ın yeniden yapılandırılıp dergaha dönüştürülen Hacı Bektaş Türbesinin başına postnişin olarak atanmasıyla kurumsallaştırılmaya başlanacaktır. Kısacası Aleviler, tarihsel deyimiyle Kızılbaşlar, o dönemde, iki devlet eliyle iki koldan Şii ve Sünni İslam kuşatması altına alınır. Bu döneme

kadar ideolojik ve siyasal olarak İslam’la savaşan Alevilerin bu dönemden başlamak üzere İslam’la uzlaştırılması, asimile edilmesi süreci başlayacaktır. Şah Kulu (1511) ve Kalender Çelebi (1527) gibi iki büyük Alevi-kızılbaş ayaklanması göstermektedir ki Osmanlı’nın ve Safevilerin Alevi-Kızılbaşları uysallaştırma, asimile etme, teslim alma politikaları dirençle karşılaşır ve bu politikalar kolay kolay işlemeyecektir; ancak, Şii İslam etkisi Alevi-Kızılbaşlar üzerinde İslami bir kabuk olarak kalacaktır. İki yönlü kurumsallaşmayla birlikte Alevilerin tarihi geriye işletilerek Ali’den başlamak üzere yeniden yazılmaya başlanır; “musahiplik”, “cem” gibi sosyal-kültürel inanç motifli temel Alevi geleneği Ali’ye dayandırılır, Ali ile başlatılır; kısacası Ali Alevi-Kızılbaş topluluğunun inanç önderi yani piri- mürşidi yapılacaktır. Buradan hareketle Alevilik-Kızılbaşlık Şiilik kanalıyla “İslam’ın bir mezhebi”, “İslam’ın batini bir yorumu” gibi nitelendirilmelerle İslam’a yamanmak istenir. İşin garibi şu ki, Ali’nin İslam’ın şartı gereği yaptığı hiçbir ibadete Aleviler uymaz; İslam’ın ve Ali’nin koyduğu yasaklara Aleviler uymaz; İslam’ın ve dolayısıyla Ali’nin felsefesinin hiçbirini Aleviler benimsemezler; işe tersinden bakarsak da Alevi-Kızılbaş geleneklerin de hiçbiri Ali ve İslam’a uymaz; ama Aleviler, Ali gibi yaşamaz da pirimizin resmi diye mekanlarında onun resmini asarlar, deyişlerinde onunla ağlayıp onunla coşarlar… İşte işin bu boyutunda bir çelişki varmış gibi gözüküyor, aslında bunda pek de çelişkili bir durum yoktur; çünkü buradaki Ali, Arabistan’da doğmuş Ebu talip oğlu Ali değildir; bu Ali efsanelerle bezenmiş, kendi arzularına göre kurgulanmış, bir adı da Hızır olan Alevi-Kızılbaş topluluğun Ali’sidir. Burada anlaşılacağı üzere iki ayrı dünya içinde yaşayan Ali ile karşı karşıyayız; 1. Arabistan’da 598-661 yılları arasında yaşamış, İslam için kılıç kuşanıp cihat etmiş, İslam’ın dört halifesi içinde son halifesi olan İslam devletinin ve topluluğun önemli bir şahsiyeti Ali; 2. İse İslam devletine ve Ortodoks İslam anlayışına muhalefet eden İslam heteroksi, batıni ve Alevi-Kızılbaş toplulukların kendi inanç düşünce yapılarına, özlem ve arzularına uyarlayarak var ettikleri gerçekte yaşamamış aşkın Ali.

Bu dönemden başlamak üzere Alevi-Kızılbaş topluluğun inanç kültürlerinin temel bir figürü olarak kullanılmaya başlamaları, bu topluluğun, günümüze kadar gelen süreç içinde devlet yönetiminin Alevi-kızılbaş topluluğu üzerinde fiziki olarak yok etme yok edemediğini sindirme politikasının sürdürülmesinin etkisiyle de birleşince asimilasyonuna hizmet etmiştir. Bu süreç içinde özellikle merkezi idarenin etki alanı içinde kalanların bir kısmı Sünniliği kabul etmiş veya “Ali evladıyız”, “Bizde Müslümanız” gibi takiye yöntemini kullanmışlardır. Sorun ne biçime sokulursa sokulsun, nasıl ele alınırsa alınsın Ali ve 12 İmam figürü veya kültü Alevi topluluğunda bir bilinç kaymasına, bir bilinç bulanıklığına yol açmıştır. Bugün, bu durum, kendisine Aleviyim diyen bir kesimce bu dönemdeki gelişmeleri yok sayarak Aleviliği Ali ile ilişkilendirip Arabistan’da başlatmaları Aleviliğe, Alevilerin tarihine saplanan bir hançerdir. Kuşkusuz bu bilinçli bir çabadır; bunun altında yatan gerçek niyet ise Alevileri günümüz diyanetin çatısı altında toplama girişimidir. Bu girişim Alevi felsefesini, Alevi ütopyasını mezara gömme girişimidir.

Bugün Alevilerin en önemli sorunlarından biri kendi gerçekleriyle yüzleşebilmeleri ve kendilerini doğru bir biçimde tanımlayabilmeleridir. Bu yapılabildiği takdirde, Aleviler, dinci yobazlar dışında, ülkemizi emperyalistlere pazarlayanlar dışında, halkımızı sömürüp yoksulluğa mahkum edenler dışında ülkemizin her yurttaşı tarafından takdir edilecek, ülkemizde saygın, onurlu bir yer edineceklerdir.

 

-------------------------------------------------------

i Alevi kavramı üzerine de kimi tartışmalar yürütülür. Alevi kavramı esas olarak Ali soyundan gelenler için kullanılmış bir kavramdır. Anadolu dışında bu yönde kullanılagelmiştir. Anadolu’da ise bu kavramın 19. Yüzyıla kadar kullanıldığına yönelik bir bulgu yoktur. Bugün Alevi dediğimiz topluluğun tarihteki adları bazen bir boyun (tahtacılar, Çepniler..), bazen bir tarikatın (Haydariler, Bektaşiler..) bazen de bir siyasi önderliğin ( Babailer, Bedreddiniler, Kızılbaşlar gibi) adıyla anılmıştır. !6. yy. itibariyle Bektaşilik ve Kızılbaşlık kavramının etkin ve yaygın kullanıldığını görürüz. Bunun en büyük nedeni işin kurumsal boyutuyla yaygınlaşması ve tüm topluluğu kapsayabilmesidir. 19. yy’da Bektaşi tekkelerinin kapatılması ve Bektaşilere yönelik baskı nedeniyle Alevilik kavramının kullanıma sokulduğunu görmekteyiz.

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.