Aleviliğin İnanç ve Kültür Kaynakları

Aleviliğin İnanç ve Kültür Kaynakları

Kızılbaş/ Alevi/ Bektaşi önderlerinin dini unvanları ile Alevi ibadeti ve müziği de yasaklanarak, Alevilik tümden yok edilmeye çalışılmıştır.

A+A-

Öncelikle şunu vurgulamalıyım ki, “doğal ve felsefi bir insan-tanrı eksenli din” olarak kabul ettiğim Alevilik dahil, hiçbir dinin başlangıç noktası kesin olarak belirlenemez. Çünkü görsel anlatım olarak nitelendirebileceğimiz kaya ve mağara resimlerinin tarihi, şimdiden 44 bin yıla kadar gidiyor. Oysa, birkaç yıl önceye kadar bu resimler 30 küsür bin yıllara tarihleniyordu. Bunun gibi insanlık tarihinde dini tapınakların tarihi de giderek geçmişe gidiyor.

Nitekim, bugün Alevilik olarak nitelendirdiğimiz “doğal ve felsefi din”in kaynağı da ideolojilere ve dünya görüşlerine göre değişiklik gösteriyor. Bu, bir Kemalist Aleviye göre Türkler’in Anadolu’ya gelişine, inancını “İslamın özü” olarak gören bir Alevi’ye göre İslamiyetin Arabistan’da ortaya çıkışına endeksleniyor. Oysa, dünyanın ilk üniversitesinin kurulduğu yer olarak kabul edilen Urfa-Harran bölgesindeki Xırabreşk/ Göbeklitepe harabeleri; bu inancın köklerini şimdiden 12.500 yıl öncesine götürmüş bulunuyor. Çünkü, o zamanın behrinde insan silüetinde heykel olarak inşa edilmiş 12 figürün, cemal- cemale ibadet etmesi; tam da birçok dinde rastladığımız 12 kutsal sayısını çağrıştırmaktadır. Keza, bu taşlarda resmedilen turna vb. kuşlar Alevilik’te kutsal sayılan hayvan figürleridir. Yine kazılarda elde edilen kimi bulgular, o zaman insanlarının da enstrüman eşliğinde ilahilerle ibadet ettiklerini göstermektedir.

Bugün, aynı topraklarda boy veren ve ismi bilinen en eski dinlerden biri Sabiilik’tir. Ancak, acaba bundan önceki insanlar dinlerini ne olarak adlandırıyorlardı?..

Bildiğimiz bir şey varsa, o da doğal ve felsefi dinlerden, çok ve tek-tanrılı dinlerden başlayarak tüm dinlerin birbirlerini etkilediğidir. Bildiğimiz bir başka şey de Musevilik’ten başlayarak Hıristiyanlığa ve Müslümanlığa kadar tüm “tek- tanrılı” dinlerin bu topraklardan yani Mezopotamya’dan ortaya çıktığıdır.

Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an’a dayanan bu sözde “semavi- göksel” dinlerin tümü eski mitolojilerden, efsanelerden ve kutsal metinlerden etkilenerek biçimlenmiştir. Bundan dolayıdır ki; ünlü Fransız Filozofu Volney, bunlardan önce ortaya çıkan Zerdüştiliğin kutsal kitabı Avesta’nın kuramcısı olan Zerdüşti din adamını şöyle konuşturmaktadır:

“Ey Museviler, ey İseviler, ey Muhammedanerler; sizlerin tümü Zerdüşt’ün yolunu sapıtmış çocuklarısınız!..”

Kuşkusuz bunda büyük bir gerçeklik payı vardır: Musa, Milat’tan 1400- 1300 yıl önce yaşamış ve Tevrat, birçok elden geçtikten sonra MÖ. 300 yılında tamamlanmıştır. Ondan sonra gelen İncil’in birçok versiyonu yazılmıştır. Daha sonraki Kur’an, büyük ölçüde Tevrat’tan kopyadır. Ne var ki, Tevrat’ta Yahudi çıkarları, Kur’an’da ise Arap çıkarları öne çıkarılmıştır. Oysa, - bir görüşe göre Kürt kökenli olan- Zerdüşt’ün Zend- Avesta’sı; dağda karşılaşılan ve insan-ı kâmil mertebesine erişen ermiş kişi Ahura Mazda’nın görüşü olarak sunulur ve Mitraizm, Manihaizm, Mazdekçilik, Hurremilik, Babekilik, Babailik, Bedreddinilik, Bektaşilik, Kalenderilik, Haydarilik, Noktavilik, Hurufilik, Karmatilik, Yarilik/ Yaresanlık, Kakailik, Ahlê Hak’lık, Rayê Hak’lık, Kızılbaşlık, Şemsilik gibi sonraki birçok din ve inançları etkileyerek günümüze “Alevilik” olarak ulaşmıştır.

Hemen belirtelim ki, bu din ve inanç sistemlerinin dölyatağı Mezopotamya olduğu gibi; eski çağlardan beri Mezopotamya- Kürdistan- Anadolu hattı arasında bir kültürel etkileşim sözkonusudur.

Sözgelimi, 13. Yüzyılda Anadolu’da Selçuklu iktidarına karşı ayaklanan Babai liderleri Baba İlyas, Baba İshak ve Hace Bektaş-ı Veli; Tacü’l- Ârifîn Ebu’l- Wefa-yı Kürdî’nin düşünsel eylemcileri olan halifeleridir. Kendisi, kadınlı- erkekli cem yürüttüğü ve cemlerde dem kullandığı için İslam halifeleri tarafından katledildiği gibi; aynı ekolün temsilcileri olan Hallac-ı Mansur, Seyyid Nesimi gibi şahsiyetler de bu yolun güçlü devamcılarıdır.

Şunu da, özellikle vurgulamalıyım ki, bugün “Alevilik” olarak tesmiye ettiğimiz yani adlandırdığımız inanç sisteminin; hem Şiîlik’ten hem de İslamiyet’ten tamamen ayrı bir din olduğunu söyleyen sadece biz değiliz: Her zaman söylediğim gibi “Devlet aklı, gizli planda itirafçı ve kabulcü, resmi planda red ve inkârcı”dır... Nitekim, M. Kemal’in 1925’ten itibaren Şark İlleri Asayiş Müşaviri ve Etno- Politika Uzmanı olarak tam yetkiyle görevlendirdiği Prof. Hasan Reşit Tankut; bu tarihsel, toplumsal, inançsal ve kültürel gerçekliği açıkça itiraf etmektedir ki, birçok çalışmamızda bu belgelere yer verdik.

Onun söylediği bir başka şey daha var: Diyor ki, “Aleviler, semavi kitapların tümünü mahluk yani kişi eliyle yazılmış kabul ederler.” Yani Tevrat, Musa ve yandaşlarının; İncil, İsa ve yandaşlarının; Kuran ise Muhammed ve yandaşlarının sözüdür. Aslında, aynı şeyleri Atatürk de, elyazması notlarında söylüyor. (Sözgelimi bkz. Atatürk: Kur’an Muhammed’in düşüncelerinin ürünüdür. Muhammed’in Melek ve Allah’la konuştuğu bir faraziyedır. Aydınlık gaz. 12 Temmuz 1993).

A- Osmanlı- Alevi İlişkileri

Osmanlı’da Devlet- Alevi ilişkilerinin hiçbir zaman iyi olmadığı bir gerçektir. Daha 13. Yüzyılda Selçuklular’a karşı Babaî hareketi ortaya çıktığı gibi; 15. Yüzyılda da Nazım Hikmet’in “Kurun-u Vusta Sosyalizmi” yani (Ortaçağ Sosyalizmi) olarak nitelendirdiği Bedreddin hareketi boy veriyordu. 16. Yüzyıl başlarında Şahkulu Hareketi ortaya çıktığı gibi Yavuz Selim döneminde, Yaresanlar’ın kutsal kitaplarından “Serencam”a göre 40 bin; İdris-i Bidlisî’nin “Selimnâme”sine göre 50 bini aşkın Kızılbaş katlediliyordu. Zaten bu dönemde yoğunlaşıp Hırvat kökenli Kuyucu Murad Paşa ile tam bir cadı avına dönüşen Kızılbaş katliamlarının kurbanlarının sayısı bile belli değildir.

Bu vesileyle belirtmeliyim ki, Osmanlı literatüründe İdris-i Bidlisi’ninki dışında Yavuz Selim’i yücelten tam 24 “Selimnâme” daha yazıldığı gibi; 36 Padişah döneminde -birkaçı mükerrer atama olmak üzere- 130 dolayında Şeyhülislâm gelip geçmiştir. Bunlardan hiçbirinin Kızılbaşlar lehine bir tek fetvası olmadığı gibi, hemen tümünün Kızılbaş aleyhtarı yığınla fetvası bulunmaktadır.

Daha Trabzon Valisiyken, bölgenin Müslüman olmayan halklarına dönük olarak “Ya şeref-i İslâm ile müşerref olalar; ya da tümünü siyaset eylerim” diyen; babasını zehirleyip yerine geçtiği gibi, iki kardeşini ve sekiz yiğenini katleden Yavuz Selim, herhalde Kızılbaşlar’a iyi gözle bakmayacaktı!..

Osmanlı’nın yenileşme dönemi olarak bilinen 19. Yüzyıl ortalarındaki Tanzimat hareketinden sonra 1865’te Hükümet izniyle İstanbul’da basılan bir kitap bile Kızılbaş düşmanlığı üzerine kurulmuştur: “Elsine-i Nâsda Kızılbaş Demekle Maruf Tâife-i Rezilenin Hezeyanlarını Mübeyyin Bir Risale” yani (Kızılbaş Olarak Bilinen Rezil Toplumun Saçmalıklarını Anlatan Bir Broşür).

Abdülhamid dönemi ise bu konuda tam bir rezalettir. Artık salt “temsil” yani asimilasyon politikası ile yetinilmemekte, bunun yanısıra “ihtida” yani “zorla din değiştirtme” politikası yürütülmektedir. Bu dönemde, Alevi Kürtler’e dönük “Kürtçe İlmihal”ler basılıp yayıldığı gibi; Êzidi Kürtler de, “katli vâcib Abede-i İblis” yani “Şeytana Tapanlar” olarak suçlanmaktadır.

Kısaca, Osmanlı’nın Aleviler’e dönük politikası tam bir rezalettir...

B- Cumhuriyet – Alevi İlişkileri

Şunu hemen belirtelim ki, Cumhuriyet yönetimi ilk çıkıştaki red ve inkârına rağmen kendinden önceki İttihad ve Terakki yönetiminin devamıdır. Nitekim, asker ve sivil kadrolarının yüzde 90-95’i eski İttihadçılar’dan oluşmaktadır. Bu nedenle, yapılan şey İttihad- Terakki yönetiminin kuramcısı olduğu (Etno- Dinsel Arındırma/ Tek-tipleştirme/ Türk- İslamlaştırma) ana politikasını hayata geçirmektir. Bu amaçla, Alman militarizminin güdümünde girilen Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Mehmet Akif gibi İslam kalemşörleri ve Muhammed’in Sancak-ı Şerif’i ortaya çıkarılarak bu savaş “bir din savaşı, bir İslam savaşı” yani Tevfik Fikret’in deyimiyle bir “Harb-ı Mukaddes” olarak ilan edilmiştir. Kısa bir bölümü ilk kez Sabiha Zekeriye Sertel’ce 1946’da, tamamı ise tarafımızdan ilk kez 1973 yılında “Tevfik Fikret” kitabımızda yayımlanan bu ünlü uzun şiirinde, bu savaşı şu nakaratla mahkum ediyordu: “Lânet sana, lânet sana ey Harb-ı Mukaddes/ Sensin bütün ekvânı eden böyle mülevves” yani (din uğruna yapılan ey kutsal savaş sana lânet olsun, bütün kâinatı kirleten sensin...).

Böylesi bir ortamda Ermeni, Süryani ve Êzidi Kürt soykırımları gerçekleştirildiği gibi; İzmir’in yeniden alınması (istirdadı) üzerine çıkarılan bir yangınla buradaki İslam-dışı halklar önemli ölçüde tasfiye edilmiş ve Lozan Anlaşması ile bir Rum- Türk mübadelesi yapılmıştır.

Artık sıra, o güne kadar Gönüllü Alevi- Bektaşi Alayı gibi uygulamalarla yanında tutmaya çalıştığı Kızılbaş ve de Müslüman Kürtler’e gelmiştir. 1921 Koçgiri katliamı bu konuda bir dönemeçtir. Olup- bitenler karşısında yaşanan düşkırıklığına rağmen 1921 Anayasası üzerine bir beklentiye girilmiş ancak Lozan’ın imzalanmasının ardından 1924 Anayasası ile “Türk- İslam” vurgusu açıkça öne geçince, umutlar suya düşmeye başlamıştır.

Halifeliğin ve Şeyhülislamlığın lağvına rağmen, Kasım- 1925’te çıkarılan “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar İle Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun”, Aleviliği, Êzidiliği ve Kürtler’in önemli bir bölümünün mensubu bulunduğu Şafii mezhebini yasaklıyordu.

Maddenin ilgili bölümü şöyleydi:

“Alelumum tarikatlerle şeyhlik, dervişlik, müridlik, dedelik, seyidlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiblik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gayipten haber vermek ve murada kavuşturmak maksadıyla muskacılık gibi unvan ve sıfatların kullanılmasıyla bu unvan ve sıfatlara ait hizmet ifa ve kisve iktisası memnudur (yasaktır).”

Kanunla cami ve mescidler serbest bırakılırken; gerek Alevi ve Bektaşiler’e ait ibadetgâhlar, gerekse Şafiî mezhebine ait tekke ve zâviyeler yasaklanıyordu...

Dahası, yeni kurulan Diyanet İşleri Riyaseti’ne verilen ilk görev yeni bir “Kur’an Tefsiri” idi. Müslümanlara dinini öğretecek bu Kur’an’ın nasıl tefsir edileceği de, bizzat M. Kemal tarafından Diyanet İşleri Başkanlığına bir direktif olarak veriliyordu. M. Kemal, nasıl bir tefsir istediğini 7 maddeyle ortaya koyuyordu. Atatürk, Diyanet’e gönderdiği yazıda, özellikle iki maddenin üzerinde duruyordu: Yeni tefsir Ehl-i Sünnet itikadına ve Hanefi mezhebinin görüşlerine göre hazırlanacaktı. Atatürk, başta Alevilik olmak üzere Ehl-i Sünnet (Sünnilik) dışındaki görüşlere ve Hanefilik dışındaki diğer Sünni mezheplerin görüşlerine tefsirde yer verilmesini istemiyordu. Atatürk, hüküm içeren âyetlerin de Türk- İslâm geleneği gözönünde bulundurularak yorumlanmasını istiyordu. (Bkz. Hür. 19 Kasım 1997).

Zaten, aynı görüş ve düşünceler Atatürk’ün Nutuk’unda da yer alıyordu. Böylelikle, Alevilik ülkede resmen yasaklanıyordu. Dahası, bu çerçevede ünlü ırkçı İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın 1930 yılında Valiliklere gönderdiği bir Genelge ile Alevi ibadeti resmen yasaklandığı gibi, Alevilerin ibadet enstrümanı saz ile deyişleri bile yasaklanıyordu. Amaç, İttihadçılar’ın öngördüğü gibi, Aleviliği Türk Müslümanlığı olarak sunup, İslam içinde eritmekti. Sözgelişi, Genelgenin 12. Maddesinde şöyle deniyordu:

“Kıyafetin, şarkıların, oyunların, düğün ve toplum gelenek ve göreneklerinin de milliyet ve ırk hislerini daima uyanık tutan ve toplumları geçmişlerine bağlayan bağlar olduğu unutulmamalı; bundan dolayı dille birlikte bu gibi aykırı gelenekleri de fena ve zararlı görmek ve bilhassa kötü göstermek ve hiç bir suretle rağbet edilmeyerek ve cesaretlendirilmeyerek adi ve ilkel özellikleri her vesileyle sergilenerek kötülenmeli ve ayıplanmalı, o dili konuşan zümrelere mensup kişilerin ve ailelerin isim ve lakaplarını Türkçeleştirmek, nüfustakı kayıtlarını ve künyelerini fırsat düştükçe düzeltmek...” (Bkz. M. Bayrak: Kürtler ve Ulusal- Demokratik Müc. Özge yay. Ank. 1993, s. 508- 509).

Bu nedenle, Kürt coğrafyasındaki ve Anadolu’daki Alevi Kürtler, bu konuda katmerli bir baskı altında kalmışlardır. Çünkü onların hem Kürt kimliği, hem de Alevi kimliği yasaklanmıştır. Keza onların edebiyatı ve müziği, bu iki boyutuyla da yasak kapsamındadır ve ibadetlerini yürütmek tümden riskli bir hal almıştır...

Ç- Sonuç: Yasak, Asimilasyon ve Katliam Sarmalında Alevi Toplumu ve Alevilik

Demem o ki; gerek İslam Halifelikleri, gerek Selçuklu, gerekse Osmanlı dönemindeki baskı, asimilasyon ve yoketme politikalarını bir yana bırakırsak; son bir asırlık yakın bir geçmişte İttihad ve Terakki’den devralınan bir politikayla, onun devamı niteliğindeki Kemalist yönetim döneminde; Kızılbaşlık ve Alevilik “Türk Müslümanlığı” olarak sunularak, İslam içinde eritilmeye çalışıldığı gibi, Kızılbaş/ Alevi/ Bektaşi önderlerinin dini unvanları ile Alevi ibadeti ve müziği de yasaklanarak, Alevilik tümden yok edilmeye çalışılmıştır. Bu arada, özellikle 19. Yüzyılın ilk yarısından başlayarak Hakikatçı Alevi önderlerinin uğradıkları takibat, sürgün ve katliamlar özellikle sorgulanması ve incelenmesi gereken olgulardır...

İşte, 1930’lu yılların başlarında Aşık Veysel gibi Alevi ozanların sazları zaptiyeler tarafından ellerinden alınarak kırılıyor ve İçtoroslar’daki Çiğil köyünde 60 kişi 1935 yılında bir Karakol onbaşısı tarafından Pazarcık Hapishanesi’ne tıkılıyordu. (M. Bayrak: İçtoroslar’da Alevi Aşiretler, s.363)

2019 yılı sonlarında İsviçre’nin bir şehrinde, Maraş Katliamı’na ilişkin bir sunum yapmıştım. Toplantıda Hüseyin Torun adlı bir arkadaş, “Kıl Çadırdan Konağa, Göçebelikten Ağalığa” konulu bir kitabını (Ceren Kitap, İst.Ekim- 2019) getirerek kendini takdim etmişti: “Ben Tırkê’nin oğlu Hüseyin!.. “Bu künyeyi hemen tanımıştım: 1935’teki tutuklamada kadınlar da bulunuyordu ve içerde doğan kıza “Tırkê” adı konmuştu...

Sonuç olarak; “doğal ve felsefi bir din” kategorisinde gördüğüm Alevilik; hümanist ve toplumcu bir dünyagörüşüne kaynaklık ettiği gibi, aynı zamanda tüm insanlığın ortak değeri olarak kabul edilmesi gereken büyük bir felsefe, edebiyat ve müzik kültürüne sahiptir. Bu nedenle de; büyük bölümü, bu baskı- yıldırma- yasak ve asimilasyon politikalarıyla eriyip gitse de; bu edebiyatın ve müzik kültürünün son ürünlerini derleyip toplamak ve yeniden Alevi inanç literatürüne kazandırmak, önümüzde önemli bir görev olarak durmaktadır...

Mehmet Bayrak

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.