Ali Rıza AYDIN : Deli Mustafa

Ali Rıza AYDIN : Deli Mustafa

Ali Rıza AYDIN : Deli MustafaŞimdi düşünüyorum da, dünyayı yeni yeni tanımaya başladığım, çocukluğumun geçtiği dönemlerde...

A+A-

Ali Rıza AYDIN : Deli MustafaAli Rıza AYDIN : Deli Mustafa

Şimdi düşünüyorum da, dünyayı yeni yeni tanımaya başladığım, çocukluğumun geçtiği dönemlerde köyümüz ilginçti; okul yoktu, radyonun televizyonun hayalini bile bilmezdik. Komşularla ilişkilerde kötüydü, köydeki bir kesim, diğer bir kesimden bir genci öldürümüştü, bu adeta köydeki her şeyi zehirlemiş gibiydi, köyün her şeyinde, her yanında bir huzursuzluk vardı. Bu çocukların ilişkisine de yansıyordu, çocuklar bir yerlerde toplanıp oyun oynarken bile, nasıl oluyorsa aniden bir didişme çıkıp, hemen alevlenerek büyük bir kavgaya dönüşüyordu; bazen bu kavgalara büyüklerde karışınca, kavga dallanıp budaklanıyordu. Köydeki guruplaşma, çocuklara da, yansımıştı. Bu yüzden geriye dönüp baktığımda tatlı, özlenesi bir çocukluk hatırlayamam. Belki bu yüzden, içe kapanık, aile içinde bir hayat sürerdim.

Aile içinde en çok ebem (anneannem) konuşurdu, ya da ben en çok onu dinlerdim. Sabahları akşamları kuşlar dallara tüneyip, toplu halde ötmeye başlayınca, ebem de sanki seslerini onların seslerine katarcasına, kendi kendine deyişler duvaz imamlar söyler, yandakilere ha bire bir şeyler anlatırdı. Ebem ilgin bir kişilikti. Alile ocağındaki erkekler savaşa gidip gelmediğinden, ebemi dedesi büyük Acırlıoğluna hizmet etsin diye yanında gönderirlermiş. Ebem, “atın yanında kalan ya huyundan ya suyundan etkilenir” misali, sonraları, büyük Acırlıoğlu diye anılan, Halil dedemin yanda gezerken, onun bulunduğu ortamlarda yetişmiş, onun yanında olgunlaşmış, bilge bir insandı. Başından geçen iki evliliğinden, (ilk evlendiği kişi ırmakta boğulmuş) üç kızı bir oğlu olmuş, oğlunu tutulduğu hastalıktan kurtarmak için, her denilen yerde, çara aramak için gezmediği yer kalmamıştı. Kendi tabiriyle, oğlu elinden aldırılınca da, biraz divane gibi olmuştu; kendi de kendi kendine öyle derdi. Ha bire, Alevilikle ilgili bir şeyler anlatır, dururdu; cemlerde meydanın bir yerine oturur, muhabbetlere katılırdı. Onun anlattıkları hayal dünyamı zorlar, anlattığı ilginç şeyleri kavramaya çalışırdım.

Bu anlattıklarında bir gün, zalimlerden kaçan üç kişinin kurtulmak için bir mağaraya sığındıklarını, girdikleri o mağarada uyuyup kaldıklarını, mağarada ne kadar uyudularsa uyanıp mağaradan çıktıklarında ilginç, bilmedikleri bir dünyayla karşılaştıklarını, değer ölçülerinin tamamen değiştiğini ellerindeki paraların eskiyip geçmez olduğunu görüp şaşırdıklarını anlatmıştı. Değer ölçülerinin değişmesi, üzerine dinlediklerim bana ilginç gelmiş bir dolu soru sormuştum. Bir günde, “bir Mehdi’nin geleceğini, Mehdi gelince, ismi azam duası diye bir dua okuyacağını, bu dua okununca, ölmüş olanlarında yerlerinden doğrulup, mehdinin önünde bütün mahlukun toplanacağını, Mehdinin bir kılıç darbesiyle herkesi biçeceğini, biçilen bunca mahlukun kanından insanların tıpkı yemlik biter gibi yeniden geleceğini”; “ancak bu insanlar, öyle zayıf, öyle zayıf olacaklar ki, ancak kendi başlarını şüddedecekler, kendilerinden başka kimseleri düşünemeyecekler” demişti. Bu öyküden çok etkilenmiştim. Kendinden başka kimseleri düşünemeden, ancak kendi başını, (kendi kendini) şüddedip, tıpkı bir ot gibi yaşamak bana korkunç acı gelmişti. Halbuki ben daha hayatımın başındaydım, başta kardeşlerim olmak üzere, sevdiklerimi severek büyümek, yaşamak, evlenmek, el içine çıkmak istiyordum. Ebeme ne zaman gelecekmiş bu Mehdi diye sormuştum, oda “altmışa gelmem yetmişe kalmam demiş dediğini” söylemişti. Bu korkunç bir cevaptı, çünkü altmışı geçmiş, yetmişe doğru gidiyorduk ben henüz çocuktum, hiçbir şey yaşamamıştım. Ebemden bu cevabı alınca içike içike, hüngür, hüngür ağladığımı, ebemin beni teskin etmek için bir sürü dil döktüğünü hatırlıyorum.          

12 Eylül geldiğinde, Niğde Cezaevinde siyası bölümün birinci koğuşundaydık. Dün gibi aklımda, 12 Eylül gecesi Ziya Yılmaz’ın merdiven altındaki yerinde muhabbet ediyorduk, radyo açıktı, bu yüzden darbe haberi verildiğinde ilk biz duymuştuk. Gardiyanlar bu haberi almadan, “koğuşta biri hastalandı, Aydın abi gelip bir baksın” diye, kapıyı açtırıp bütün siyasi bölümü haberdar etmiştik.

12 Eylül dönemini kısmen siyası koğuşta geçirdiğimden, dışarıda nasıl bir değişim yaşandığını bilmiyordum, bunu 1983 yılının sonlarına doğru hapisten çıktığımda, keskin çizgileriyle net bir biçimde gördüm.

Hapisten çıktığımda gece gündüz demeden Ankara sokaklarında dolaşıyordum. Cezaevinde, sanki büyük duvarların üzerinde asılı gibi duran gökyüzünü apaçık bir alandan seyretmeyi,  arada demir parmaklıklar olmadan ayın etrafımızda dolanışını gözlemeyi, şehrin kılcal damarları gibi akan sokaklarını dolaşmayı, özlemiştim. Evin dört duvarı arasına kapanmamak için avare avare sokakları arşınlıyordum. Sokaklar aynı sokaklardı, aynı insanlar aynı evlerinden, aynı şekilde çıkıp aynı kaldırımlarda yürüyerek, aynı şekilde işlerine güçlerine gidiyorlardı ama, sanki nötron bombası gibi bir şey atılıp, sokakları, binaları, insanları bırakıp onların ruhlarını öldürmüştü. Sokaklarda dolaşırken, üzeri badana edilmiş duvarlarda silinen sloganları okuyup, bir zamanlar burada hangi guruplarının etkin olduğunu anlaya biliyordum, ama o sokaklarda gezinen, eskiden olduğu gibi işine gücüne giden bu tanıdık kılıklı insanları anlayamıyordum. Benim bilip tanıdığımı sandığım insanlar değişip başka bir hale gelmişlerdi. Hayalleri, umutları yıkılmış, değer ölçüleri değişmişti.

Bu insanların değer ölçüleri değişmişti. Ellerimizi kaybetmemize yol açan kazadan sonra, cezaevlerinde, benim gibi değerlere sahip, siyasi mahkumların yanında, ellerimiz olmasa da devrimci bir kişilik olarak bir değerimiz vardı. Dışarıda başka bir değer ölçüsü egemen olmuştu. Toplumun her yanına egemen olan bu değer ölçülerine göre benim bir değerim yoktu. Çünkü bir mesleğim yoktu, param yoktu, ellerimi kaybettiğimden dolayı yapacak bir iş bulamıyordum, gerçek olup olmadığına bakmadan herkes, her adımımı polisin takip ettiğini, bir gün gelip bunun hesabının mutlaka görüleceğinden çekinip, ne olur, ne olmaz diye, benden uzak durmanın yollarını arıyordu. Devrimciliği bırakmak, her şey boşmuş demek, yaptıklarına pişman olmak, etkin bir moda haline gelmişti. Eski devrimci çevrelerden ahbaplarım, herkesin nişanlım diye bildiği sevgilim, onun çevresi, benimle bahse tutuşurcasına  “geçti bunlar artık, sende bir gün gelip, bu gerçeği kabul edeceksin, sende bir gün devrimciliği bırakacaksın, sende bir gün ettiklerine pişman olacaksın, bunların boş şeyler olduğunu er geç göreceksin” diyorlardı, sanki. Sanki böyle yapmamı bir an evvel istiyorlardı; sanki bende böyle yaparsam kendi yaptıkları suç olmaktan çıkacak kendi vicdanları rahatlayacaktı.  “Hayır ben devrimciliği bırakmayacağım, göreceksiniz, siz yanılıyorsunuz” dememe içten içe kızıyorlardı. “ Vahşi fillerin en büyük düşmanı evcilleştirilmiş fillerdir” sözünün ne anlama geldiğini, o zamanlar sahiden kavradım, sahiden durum tamda öyleydi.

Çok azda olsa, o eski değerlerimizi koruyan, yanında bir değerim olduğunu hissettiğim bazı insanlara da, -arada sırada- rastlıyordum ama, bunların durumu öyle zayıftı, öyle kötüydü ki, bunlar kendi başlarını bile şüddetmekte adeta zorlanıyorlardı, kendi kendilerini geçindirmekten başka birini düşünecek ne takatleri ne de halleri kalmıştı. Herkes bir şeylerden çekinip korkuyor, her an başına bir iş geleceğinden endişe ediyordu. Bu ortam, tamı tamına yıllar önce ebemin kıyamet sonrası diye resmettiği ortama benziyordu. Evde yalnız kaldığımda, bir yandan bunları düşünüp bir yandan da, “vay be” diyordum kendi kendime,  demek ebem bu günlerin geleceğini bilip bunları anlatırmış ta, biz bunları anlayamazmışız. Yıllarca üzerine bir dünya inşa edip hayaller kurduğum sevgilimim, beni böyle bir çırpıda terk etmesini anlıyordum, onu haklıda buluyordum, ama gel gönüle haber eyle, içimdeki çocuk buna isyan edip, “ulan sen ne biçim Rızasın, git dağıt ortalığı, bu gerçeği kabul etme” diyordu, hayatım en büyük en zor mücadelesini kendi içimdeki, aniden bana isyanlar eden bu çocuğa karşı veriyordum, ona laf anlatıp söz dinletmeye çabalarken bazı zamanlar kızıp bağırıyordum, ama içim içimi de yiyordu, bir yandan da içten içe ağlıyorum. 

Bir yandan da bu olup bitenlerin, toplumsal psikolojideki bu değişimin bir izahini kendi kendime yapmaya çalışıyordum. Üretici güçlerle, üretim ilişkilerinin durumunda bir değişiklik olmamıştı ama toplumsal psikoloji böylesine değişmişti. Bunu kendi kendime Plakonuv’un “Toplumsal Psikoloji” teorisiyle açıklıyordum. Üretici güçlerle üretim ilişkilerinin durumunda bir değişiklik olmamıştı ama, ezilen sınıfın örgütlülüğü dağıtılmış, mücadele azmi, yeni bir dünya kurma umudu kırılmıştı; ayrıca komşu ülkelerden yükselen dinci- gerici toplumsal dalga daha güzel bir gelecek umutlarını büsbütün kırıp bu eğilimi pekiştirmişti. Biz devrimcilerin üzerindeki ezikliği, içerisine düştüğümüz ruh halini ise, darbeye karşı bir direnişi örgütlemeyi bile göze almadan, daha işin başında yenilgiyi kabullenmemize bağlıyordum.  12 Eylül denince gözlerimin önüne iki fotoğraf geliyordu, bunlardan biri teslim olmak için askeri kışlanın önünde kuyruğa giren, işçi sendikalarının önderleri, diğeri de gazeteciler cemiyetini ya da sendikasını ziyaret ettiğinde, gazeteciler sendikasının başkanı, meşhur şeyhil muharririn Burhan Felek'in, olanca yaşına aldırış etmeden, torunu yaşındaki askeri darbe şefinin elini öpmesi.

Hep Engels'in o meşhur sözü aklıma geliyordu, "kolayca kazanılan bir zaferden büyük bir mücadele sonucu alınan yenilginin dersleri daha büyüktür." Biz devrimciler, darbeyle-darbecilerle bir mücadeleyi göze alamadan, yenilgiyi kabullenmiştik. Her şeyden önce, bunun burukluğu, bunun ezikliği vardı üzerimizde. Bunun sebebi de bence, 12 Eylül'e geliş sürecinde, sol içi mücadelelerde hem enerjimizi kaybetmiştik hem de halkın gözünde inanırlığımızı yitirmiştik. Bütün bunların sonucu olarak, o kötü bir ruh hali gelip üzerimize oturmuş, toplumsal psikolojiyi tamamen değiştirmişti, dünyada esen kötü rüzgarlarda bunun üzerine adeta tuz biber ekmişti. 12 Mart'la, 12 Eylül arasındaki fark buralardan kaynaklanıyordu.

İşte, devrimci coşkularla birbirimizi sevip, birbirimize bağlandığımız sevgilim beni terk etmişti, devrimci hayat bitince, onun verdiği coşkularda, aşkta bitiyordu, acı da olsa gerçek buydu. Çünkü bu yeni düşlediği hayatta benim, ne bir yerim vardı ne de bir değerim, bütün çevresi de onu buna teşvik ediyordu, kız akıllılık edip o toplumsal akıla uydu, bense hala akıllı olmamak için direniyordum.

Ankara’da, ya da bir başka şehirde, kendi kendimi geçindirecek bir ortamı sağlayamadığımdan önümde birkaç seçenek vardı; ya yurt dışına kaçacaktım, ya köye anne ocağına sığınacaktım ya da Mayakoviskiler gibi bir yol tutturup bu kahrolası hayata veda edecektim. Ben ikinci yolu tutup, sürgün cezamı bir hale yola koyduktan sonra anne ocağına sığındım. Bunu da hep böyle yalın bir biçimde anlatarak anne ocağına sığındım dedim. Çünkü gerçeği olduğu gibi kabullenmemenin, kişinin üzerine çekemeyeceği yükler yüklediğini artık biliyordum..

Köydeki hayat, üç buçuk parmakla bir insanın üzerinden gelecek bir hayat değildi. Her şey kaba kuvvete dayanıyordu. Fakat kardeşim askere gidip de evde traktörü sürecek kimse kalmayınca, üç bucuk parmakla bunu yapmayı denememe izin verdiler, bende bunu deneyip becerdiğimi gösterdim. Artık traktörle yapılabilecek her işi yapabildiğimden bu sayede tutundum; yani işlevi olan fert oldum.

Küçükken ayrıldığım köye, devrimci bir bilince sahip bir kişi olarak geri dönmek ilginçti. Toplumu bu gözlerle yeniden tanımaya çalışıyordum. Annem “biz senin devrimciliğinden  hep gurur duyduk, acın, sıkıntıların olsa da gururumuz kırılmadı, kimseye pişmanım falan deme, bunun sana da bize de bir faydası olmaz, sonra öl kimseye söz verme, söz verirsen de öl sözünden dönme, yoksa adın yalancıya çıkar, mert ol, kimselerin karşısında ezilip büzülme” diye özellikle tembihte etti. Annemin  bu kıyağını hayatım boyu unutamam. Gördüm ki ana ocağımda, tarihi geçmişlere dayanan, çok köklü bir devrimci kültür var. Bunları “Eğlencenin Politikliği” adlı yazımda kısmen yazmıştım.

Yıllarca savunduğum, bir teorimiz vardı: "devrimci adam, zafer ya da yenilgi anlarında kendi kendine devrimci bir hücre gibi yaşayıp, kendi kendine görevler veren, tek başına verdiği kararları, kendi kendine tek başına hayata geçiren kişidir" diye vaaz edip dururdum. Sanki hayat yine bana, önce siz buyurun bakalım, söylediklerinizi uygulamak öncelikle size düşer diyordu. Ben gerekenleri yapmaya çabaladım.

Köyde kendime muazzam bir kitaplık kurdum. Fırsat buldukça, zamanım oldukça oradan gıdamı alarak bilincimi diri tutmaya çalışıyordum. Bu benim kendi kendime karşı bir görevimdi. Bir yandan da, hukuki bir sıkıntı yaratmadan gittiğim her yerde devrimin, sosyalizmin haklılığını anlatıp, rüzgara karşı durmaya çalışıyordum. Bu da kendimce, topluma karşı bir görevimdi. Birde, bir gün gelir, devrimci siyası bir ilişkiye dönüşür ya da ona faydası olur diye mümkün olduğu kadar geniş bir çevre edinmeye çalışıyordum. Birde kendimden özendirip, başka yerlerde kitaplıklar kurdurmayı, onları okutmayı özendiriyordum. Birde eski arkadaşlarımla, devrimci yoldaşlarımla temaslar kurmaya, var olanları da daha diri tutmaya çalışıyordum.

Köy ile Adana’nın dışında bir kitaplık temeli de Kangallı Veli Kaya'nın orda attık. Veliyle tanışıp dostluk kurmamız ilginç oldu. Veli'ye beni, Kangal'daki avukat arkadaşım Mevlüt göndermişti. Veli İstanbul’da Kaypakkayacı guruplar içerisinde bulunmuş, cezaevi tecrübesi olan bir arkadaştı. Köyde muhtarlık eden babasını, öldürmüşlerdi. Düşmanları faşistlerinde içerisinde bulunduğu her türlü olumsuz çevrelerle ilişkisi olan insanlardı. Veli bu sıkıntılar içerisindeyken Mevlüt, “İriza gile git” “onlar seni anlar sana yardımcı olurlar” diye bize göndermişti. Veliyi bizim aile hemen bağrına bastı annem “oğlum bir kuş bir çalıya düner, sizi deyip gelmiş, onu boş salmayın, siz boş gezin onu boş göndermeyin” dedi. Veli’yle uzun, uzun devrimci hareketin sorunlarını, yaşadığımız sürecin özelliklerini konuşurduk, Troçkiyi tartıştık, Ruhi Su dinledik. Veli Ruhi Su'yu ilk defa bizde dinliyordu. Bizim ise Ruhi Su, ruhumuzun gıdasıydı. Bize takılıpta Ruhi Su'yu dinlememek, onu sevmemek olmazdı, olamazdı. Veli'nin talebini geçici olarak ta olsa karşıladık, gideceği zaman ona biraz kitapla Ruhi Su kasetleri de verdik.  Annem Veli'yi böyle göndermemize ihtiraz edip: “oğlum çocuk sizi deyip gelmiş, oğlanın düşmanı var, yolda başına bir iş gelmesin götürüp evine bırakın” dedi. Kardeşimle beraber, giyinip kuşanıp, karlı bir kış günü, Veli'yi köyüne götürdük. Evlerinde bir hafta, on gün kadar misafir kaldık.

Veli ile bir birimize teklifsiz gidip, gelir olmuştuk. Veli'yi annem beşinci oğlu gibi sevip bağrına bastı. Veli'yle varımızı yoğumuzu paylaşıp, her derdimizi konuşur olmuştuk. Veli'nin maddi durumu bizden iyiydi. Daha sonra, Veli parasını ayarlayıp geldi, çevresi geniş olan Çerkez bir dostumuzu da yanımıza alıp, bizim emektar traktörle, köy köy dolaşıp Veli'nin ihtiyaçlarını karşıladık. Veli gile gidince, orada kendi evimizde kalır gibi  kalacağım, bir ortam oluşmuştu, okuyacak kitabım dinleyecek kasetlerim vardı artık.

Bu arada, cezaevindeki arkadaşlarımla da sürekli yazışıyorduk. Ramazan bayramında Kırşehir cezaevinde açık görüş varmış, arkadaşların görüşüne gittim. Gelirken de Kayseri'de Aliasker GÜNEL’e uğrayım dedim. Aliasker’in evlerine vardığımda,  Aliasker evlendirilmeleri istenilen bir kızın ailesiyle tanışma hazırlığı için kuaföre gitmişti. O zaman bunu acayip garipsemiştim. Ömer İkiz’de buna kızıp, “biz bunları yıllarca devrimci önder belledik, bunlar, böyle mi devrimci önder olacaklar” diye tepkisini dışa vuruyordu. Benim içinde devrimcilik bir olguydu, bu olguda şekil şamalın bir önemi yoktu. Kaygusuz’un insan için söylediği sözleri, biraz değiştirerek, belki de kendi kendime şöyle düşünüyordum “Devrimci dediklerin el ayak baş değil, devrimci manaya derler suret ile kaş değil”. Doğrusunu söylemem gerekirse, Ömer İkiz kadar tepkimi dışa vurmadım ama şaşırdım; kıza beğenilmek için tıraşın, saçın sakalın ne önemi vardı, bizi beğenecek olan eskimizle, püskümüzle sırtımızda küskümüzle bizi kabul edip beğenmeliydi.

O gün Aliaskergilde kaldım. Aliasker geçte olsa kızın ailesiyle görüşüp gelmişti. O zaman öğrendim ki, Aliasker birkaç arkadaşıyla birleşip beyaz eşya dükkanı açmış; İsuzu bir kamyonet almışlar, bununla aktif pazarlama yaparak, köy köy dolaşıp ürünlerini satmayı düşünüyorlardı. Onlara bizim köye gelin, sizinle tüm Emlek yöresinin köylerini gezer oralarda da satış yaparız. O yörenin köylerin tümünü tanırız, çevremiz geniş, bundan yararlanın dedim. Tamam dediler. Bu konuda anlaşarak ayrıldık.

Uzun sürmedi Aliaskergil, pazarlama yapmak maksadıyla bize geldiler. İsuzuya atladık köy köy dolaşmaya başladık. İlginç şeylerle karşılaşıyorduk. Alevi köylerinde sorun olmuyordu, beni ya da bizim aileyi tanıyan bir iki dost mutlaka çıkıyordu. Aleviler şakayla da karışık beş kuruş fazla verir alacağımız şeyin kırmızısını alırız diyorlardı örneğin. İstedikleri şekilde ürünler getiriyorduk, genellikle harmanda ödemek üzere veresiye alıyorlardı. Bir gün “Yalanılı” diye bir Karslı köyüne gidiyorduk, burada ben fazla öne çıkmayım, Alevi olduğumuzu anlamasınlar, siz kayserliyiz deyin öyle davranalım dedim. Aliaskerin ortaklarından biri, şoförlüğümüzü de yapan İsmail, MHP kökenli Sünni bir arkadaştı, ona daha çok sen ilgilen dedik; böyle davranmamızda yanlış bir durumda yoktu, ne de olsa iş onlarındı. Köye vardığımızda öylen saatleriydi, kapısında durduğumuz adam bizi yemeğe davet etti. Yemekte ev sahibinin eniştesiymiş, cavuş diye Canaptal’ın Çerkezlerinden biride vardı. Cavuç yaşı kemalete ermiş, gün görmüş birine benziyordu. Bize buraların yabancısına benziyorsunuz, nerelisiniz nasıl yapıyorsunuz diye sordu. İsmail “emmi şirketimiz Kayseri’de, biz bu işe yeni başladık, malımızı halkın ayağına götürüp, peşin vadeli nasıl uygun olursa öyle satıyoruz” dedi. Cavuş emmi “veresiyede mi veriyorsunuz?” dedi, İsmail "he ya, mesela buraya gelirken şu Alaman denen köye uğramıştık, orda Fezikgil derlermiş birine veresiye çaydanlık verdik” dedi. Çavuş emmi biraz düşündü “yiğenim” dedi, “siz, iyi insanlara benziyorsunuz. Ben bu yörede 30 yıl çerçicilik yaptım, bu yörenin insanlarını benim kadar bilen, tanıyan olmaz. Size şu tecrübemi söyleyim. O Fezik gil dediğin insanlar Alevidir, onlar borçlarına sahip insanlardır, onlarda paranıza bişey olmaz, onlardan vaktinde paranızı alırsınız. Ama bakın, ben Çerkezim, Alevileri de kayırdığımı sanmayın, onlarda öyle bir huy var. Biri borcunu ödemezse dedeleri gelip borcunu ödetiyormuş. Ama bakın, evinde oturuyoruz, bunlar benimde kayınlarım, bu Karslılara ile bizim Çerkezlere, imamı yada öğretmeni kefil almadan, veresiye mal vermeyin, paranızı alamazsınız” dedi. Bu sözleri, duyup ta durmak olur mu? Hesabı, ben söze girdim. “Çavuş emmi, ben bunların arkadaşıyım, ortakları değilim, arkadaşlarıma rehberlik ediyorum. Aslında söylemeyecektim ama sen böyle deyince duramadım; ben, Kaymaklıyım, bu söylediklerine şaşırdım, ama memnun oldum sağ ol" dedim. Çavuş emmi, “yeğenim” dedi, “ben sizleri tanımıyorum, bunları yüz göre de söylemedim, buraların esnafı bu gerçeği bilirler. Şarkışla’da alevi esnaf yeni yeni olmaya başladı, eskiden yoktu, Alevi köyünden gelen her hangi bir kişi hangi dükkana girse istediği malı alıp götürür. O kişiyi tanıyıp tanımaları bile önemli değil, yalnız ki, o köylü olduğunu bilsinler, hiç çekinmeden veresiye mal verirler, paralarına da bir şey olmaz, bu hınzırın Kızılbaşlar borcuna sadık insanlardır getirip borçlarını öderler; bu böyledir” dedi. Çavuş emminin gözlemleri, nasihatleri doğru çıktı. Bu köyden, bu muhabbetten çok etkilenerek keyifle ayrılmıştım. “Eğlencenin Politikliği” adlı yazımı yazarken, bu örnekten kalkarak devrimcilerinde böylesi toplumsal kimlikleri, böylesi imajları olması gerektiğini yazmıştım.

Yöredeki pazarlama ya da satışlardan arkadaşlar memnundu. Bu yörede epeyce dolaşınca Kangalın köylerine de gitmeye karar verdik. Kangal'a giderken “ben gelmeyim kardeşim Yusuf sizinle gelsin. Zaten o yörede bizi tanımazlar, siz gidip Veli’yi bulacaksınız o önünüze düşüp gezecek” dedim. Arkadaşlar “sen olmazsan Veli gelir mi” dediler. “Yusuf yanınızda var ya, göreceksiniz Yusuf olmasa bile bizim selamımızı götürünce Veli işini gücünü bırakıp sizin önünüze düşüp gezecektir” dedim. Azcık tereddütlüde olsa, Yusuf’u alıp, Kangal'a gittiler. Kangal'dan geldiklerinde çok keyiflilerdi, çok güzel satış yapmışlar gittiklerine çok memnundular.

Ne yaptınız, anlatın bakalım, Veli'den memnun odlunuz mu?” dedim. “Veli’yle gezmedik. Veli, Deli Mustafa diye birini önümüze kattı onunla gezdik; görsen Deli Mustafa acayip bir adam” dediler. “Nasıl deli yani” dedim, “sandığın gibi deli değil, Deli Mustafa diyorlar, idamdan yargılanmış yedi yıl Dev-Sol davasından içerde yatmış, çıkınca kafayı biraz sıyırmış, acayip davranışları olan, hoş bir insan” dediler. Duyduklarıma şaşırmıştım, “nasıl deli, neler yapıyormuş mesela” dedim,  “hiç bir iş yapmıyormuş, kafasına göre takılıp, köy köy dolaşıyormuş, gittiği köylerde birilerinin işlerine yardım ediyormuş, öyle yaşıyormuş işte. Mustafa’ya kimse bir şey demiyormuş, deselerde o yine canı istediğini yapıyormuş, mesela, gidip birinin harmanında çalışıyormuş, sonrada çekip gidiyormuş” dediler. Deli Mustafa kafama takıldı, düşündükçe içimi acıtmaya başladı. Dayanamadım, arkadaşlara "yarın yine Kangal'a gidiyoruz, ben gidip bu Deli Mustafa’yı bulacağım” dedim. Üstelemeyip peki dediler.

Yarintesi gün oldu, biz düştük Kangal yoluna, köylerde hem satış yapıyoruz hem de Deli Mustafa’yı arıyoruz. Birkaç köyü dolaştıktan sonra “burada” dediler, birinin harmanında onlara yardım ediyormuş. Doğruca harmana vardık. Bana, "şo" diye gösterdiler. Kara yağız, orta boylu, kemikli bir vücuda sahip, sağlam yapılı bir görüntüsü vardı. Selam verdikten sonra “Mustafa merhaba” dedim, şöyle beni tepeden tırnağa süzdükten sonra merhaba dedi. “Mustafa ben seni götürmeye geldim” dedim. Şöyle bir bakıp beni süzdükten sonra “sen kimsin” dedi, “Ali Rızayım” dedim.  Elindeki yabaya dayandı, bana baktı, “ellerini cebinden çıkar, ellerini görüyüm” dedi. Anlaşılan beni tanıyordu, ellerimi cebimden çıkarıp, gösterdim. Ellerimi görüp bakınca, elindeki yabayı bıraktı, hiç üstelemeden “Peki nereye gidiyoruz” dedi, “şimdilik bize gideceğiz” "sonra ne yapacağımızı düşünürüz” dedim, arabaya bindi. Yola çıkınca, “önce bizim köye bir varalım, eve uğrayalım, çocuklarımı bir göreyim” dedi. “Kaç çocuğun var” dedim, “bir oğlum birde kızım var” dedi. Köylerine vardık, beraberce evlerine gittik. Evlerinin önünde annesiyle karşılaştık, annesi alışkın olmadığım şekilde soğuk, umursamaz davrandı, hoş geldiniz, kimsiniz vs diye bile sormadı. Mustafa çocuklarına bir, bir sarılıp öptü “hadi gidelim” dedi, düştük yola.

Yolda gelirken arabada baktım kafasında yırtık pırtık bir şapka var, kafasından alıp dışarı fırlattım, bana baktı, “Şarkışla’ya varınca yenisini alırız” dedim. Şarkışla’da  üzerine bir şeyler alıp eve geldik.

Mustafa benim tam zıddımdı, yani fazla konuşan, kendinden söz etmeyi hazzeden biri değildi; kendiyle ilgili pek konuşmazdı. Konuşurken zaman zamam zorunlu kalırsa kendiyle ilgili bişeyler derdi. Bu konuşmalardan anladığım kadarıyla: Severek evlenmiş, iki çocukları olmuş. 12 Eylül döneminde yakalanıp Dev –Sol davasında idamla yargılanmış. Kalem kırılıp idam cezası almış, idam edildi, idam edilecek diye beklenirken, olmayacak olup dosya Yargıtay’dan dönmüş, oda yedi yıl mahpusta yattıktan sonra dışarı çıkmış. Mustafa mahpustayken eşiyle ilgili dedikodular çıkarılmış, kadın önce babasının evine gitmiş, sonrada biriyle kaçıp, onunla evlenmiş. Kahrolası Kürt töresi bu, Mustafa mahpustan çıkınca, ondan namusunu temizlemesi için, severek evlendiği eşini öldürmesini istemişler. Mustafa, kahrolası bu töreye uymamış; bunun üzerine başta ailesi, aşireti olmak üzere bütün çevresi Mustafa’yı dışlamışlar. Mustafa alıp başını gitmeyi göze alamamış, ya da bunu yapmasına çocukları ona ayak bağı olmuş. Mustafa’da bu toplumsal baskı altında yaşamanın yükünü hafifletmek için yapılacak en güzel, en zor şeyi yapıp işi delilliğe vurmuş. “Atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli” dendiği bu topraklarda Mustafa aslında, yiğitliğin en hasını yapmak için en zor olan bu yolu seçip toplumun gözünde akıllı adam olmayı reddetmiş. Ömrüm boyunca akıllı olmaya, akıllı adamlara kuşkuyla bakmışımdır, Mustafa’yı tanıyınca, bu kuşkumun ne kadar yerinde olduğunu, akıllı olmamanın ne büyük bir merhale olduğunu daha iyi anlamışımdır. Akıl sözcüğü – Vebalı günahı İsmet Zeki Eyüpoğlu’na o “Etimoloji sözlüğünde” öyle diyor- devenin boğazındaki ip’den türetilmiş; ipli deve, ipsiz deve der gibi, akıllı deve akılsız deve denmiş, ipli deveye, yada kendini iple, bir yere bağlı gibi hisseden deveye, akıllı deve denirmiş. Ben Mustafa’yla karşılaşana kadar, kendimi hiçbir yere hiç bir iple bağlı olmayan, özgür bir birey olarak tanırdım, Mustafa’yı tanıyınca gördüm ki asıl ipsiz olan oymuş ben bir dolu görünmeyen iple sağımdan solumdan toplumun bazı kurallarına bağlıymışım da bundan haberim yokmuş, örneğin içimden geleni dobra dobra olduğu gibi söylemek varken, kiminin kalbini kırmamak için sözcüklerimi eğip büküyormuşum, halbuki o olanı olduğu gibi, görüneni gördüğü gibi, içinden geçeni içinden geçtiği gibi, gerçeği dış bir olgunun hatırına törpülemeden, pat diye söylüyordu; o ne kimsenin kalbinin kırılacağını hesap ediyordu ne de savcının soruşturma açıp açmayacağını hesap ediyordu. Bu anlamda Mustafa, ipsiz sapsız, tam bir deliydi. Bu olgu onda, adeta ete kemiğe bürünüp Mustafa olarak görünerek, sevecen bir hal almıştı.          
    
Mustafa o yıl, soğuklar baş gösterip, kış gelip kapıya dayanana kadar bizde kaldı, bir birimizden hiç ayrılmadık. Benimle tarlaya gitti, işlerimizde bize yardımcı oldu, kasabaya köylere gittik beraber. Kış iyice bastırmadan Mustafa’yı Aliasker’in yanına verdim. Aliasker’le bir müddet pazarlamacılık yaptılar, birlikte İzmir’e gitmişler. Aliasker’in yanında biraz kaldıktan sonra İstanbula’a Kangallı Veli’nin yanına gitmiş. Zaman zaman Veliyi arayıp Mustafa’dan haber alıyordum. Bir aradığımda Veli, Mustafa’nın İşçi Partisinin çay ocağında durduğunu, orada çalıştığını söyledi. Nasıl memnun mu, dedim, güldü “memnunda kendine çaycı gibi davranılmasına bazen kızıyor, ama daha iyi bir iş bulanana kadar idare et diyorum, şimdilik idare ediyor” dedi. Daha sonra bir aradığımda,  “Mustafa Bekaya gitti” dedi. Bu haberi duyunca, gönlümde garip duygular oluştu. Bu başka bir protestoydu. Ya da çaresizliğin bir çaresiydi. Mustafa genel anlamda Çayanisti, Dev-Sol davasından yargılanmıştı, Kürt ulusal hareketlerinden bu anlamda uzaktı, ama devrimciydi, o coşkusunu hiç yitirmemişti, kendini ancak devrimci bir mücadelenin, devrimci bir hareketin içinde var edebilir, o ancak devimci bir faaliyet içerisinde mutlu olabilirdi, varolan koşullar içerisinde başka bir seçenek kalmadığından bu yolu seçmişti; yani ben kendi kendime böyle düşündüm. Ama burada kendini gösterip, kendini yeniden var edeceğinden emindim. Bunu düşününce mutluda oldum. Sonra bir duydum ki, bir gerilla timi içinde, bir gerilla gurubunun lideri olarak geri gelmiş, bir pusuda öldürülmüş. Söylenildiğine göre, Mustafa ÇAKMAK, öldürülen gerilla komutanları içerisinde bir efsane olarak anılıyormuş. Ben, bu anmalardan birine rastlayıp, anlatılanları duymak isterdim ama rastlamadım, ama neler anlatılabileceğini az çok tahmin ediyorum.

Mustafa’nın öldürüldüğünü duyduğumda, acıyla karışık, içimde karma karışık duygular oluştu, gelgitlerle dolu garip duygular hissettim. Deli Mustafa’yı duyunca, gidip onu bulup, o çıkmaz içerisinden kurtarmasaydım, beklide Mustafa şimdi hala o şekilde yaşıyor olacaktı. Devrimci mücadeleye kazanılmasında emeğim geçen, ya da azcık rolüm olan bütün arkadaşlarımda bu sıkıntıyı çekmişimdir. Aslında ilk dönemler devrimci mücadeleye başladığımız sıralarda, o zamanın coşkusuyla, devrimci hayaller kurarken, her zaman onlardan biraz önde göründüğüm için, en önce ölmeyi bana yakıştırırdık; hatta beni miltralyoz sesleriyle gömeceklerini, şanımıza yakışır bir tören düzenleyeceklerini söylerlerdi, büyük bir inançla bunu kabullenmiştik, ama ne yazık ki öyle olmadı, onlar öldü ben kaldım. Dünyalar değişti, hayatımız değişti, ben değiştim, ama onlar o coşkularıyla, öylece o zamani coşkularıyla kaldılar, şimdi onların bu coşkulu halleri karşısında kendimi ezik hissediyorum. Ne zaman Cemalin, Cemallerin mezarına varacak olsam, ne zaman Mustafa ÖZENÇ’i  gözümün önüne getirsem içim burkuluyor. Bazen içimden onlara isyan edip, şimdi öyle bana bakmayın, sizde şimdi burada olup benim gibi yaşlansaydınız, belki sizde benim gibi olur, benim yaptıklarımı yapar, benim düşündüklerimi düşünürdünüz diyorum. Ama, itiraf etmeliyim ki onlarla yaptığım bu hesaplaşma beni ayakta tutmuştur. Onların bu devrimci yola girmesine ben sebep olmuştum, onların bugün devrimciliği bırakmalarının, kişisel bir kurtuluş aramalarının, en azından bu topraklardan kaçıp kurtulmalarının mümkünü olmadığına göre, benim bunları yapmam bir yana, bunları yapmayı düşünmem bile bana, bir haksızlık olarak görünmüştür.

İnsan yaşadıklarının toplamıdır, diye inanırımm. Bu yüzden ben, inandığım şeyleri, her yerde, herkese anlatıyorum, ama kimseyi benim gibi davranmaya zorlamıyorum; eskiden zorlardım, şimdi bu yükü daha fazla taşımayım diye, bunu yapmıyorum. Hayatımdaki tek değişiklik bu. Bir şey sorulduğunda, aklımın yettiğini anlatıyorum, bilgimi görgümü, olanca cömertliğimle paylaşıyorum, her türlü seçeneği, gidilecek yolun sıkıntılarını, onurunu gösteriyorum ama, nasıl bir tutum alacaklarını kendilerine bırakıyorum, çünkü “kendi düşen ağlamaz” sözünün ifade ettiği olguya bir anlamda yürekten inanıyorum, ben seçtiğim bu çileli yolu kendim seçtiğim için bu yolun tüm sıkıntılarına katlandım, ne kimseyi suçladım ne de bu yolu seçtiğime pişman oldum, herkesinde böyle olmasını istiyorum.

Bu yazıyı yazmayı Şarkışla’nın yetiştirdiği ünlü devrimci arkadaşımız Şaban BAHAR’ın öldüğünü duyup, cenazesine yetişmek için traktörle Şarkışla’ya giderken kurgulamıştım. Şaban’la 12 Eylül öncesinin devrimci coşkusu içinde hiç karşılaşmamıştık. Onu, 12 Eylül sonrasında, cezaevinden çıktığında tanıdım. Emlek bölgesinin Alevi köylerini gezerken, Şaban’la ilgili, bu yörede devrimci çevrelerle bir biçimde teması olmuş kişilerden övgü dolu şeyler duymuştum. Hele de, kendi ailemden, Şabanla beraber, onlarla ilişkilerinden dolayı 47 gün işkencede kalan Halil ACIRLI’dan sanki bir efsane dinlemiştim. Şimdi bütün bunları anlatmaya kalkışsam söz çok uzar bende bu yazıyı bitiremem. Ama şu kadarını söyleyeyim, Şaban cezaevinden çıktığında hem fiziki sağlığını hem de ruh sağlığını kaybetmişti. Deli Mustafa’dan farkı, onun kadar atak değildi. Sessizdi, mütevazıydı, kimseden bir şey istemiyordu. Eskiden ilişkileri olanları gördüğünde “biz devrimciyiz, yinede haklıyız” diyordu. Bazen "varsa az para ver" diyordu. İnsanları soruyordu, haber alıyordu, sonra sessizce oradan ayrılıp gidiyordu. Ne zaman onunla karşılaşsam bizim yukarda neler oluyor, ben biraz uzak kaldım, okuyamıyorum, bizimkiler neleri tartışıyorlar, bizim Halil ACIRLI nasıl, Navruz nasıl diye sorardı, çok iyiler derdim, duyduklarına sevinir mutluluk içinde giderdi. Bir karşılaştığımda yurt dışından kendine bir şey gönderildiğini söylemişti, beni unutmamışlar diye öyle mutluydu ki anlatamam. Şaban'ın öldüğünde arkadaşlardan Şaban’ın ölmesine üzülemedik, böyle yaşamayı Şaban'a yakıştıramıyorduk diyenler oldu. Haksızda sayılmazlardı. Bunca çekilen acıya katlanmanın bin bir türlü yolu var, Şaban'da bu yolu seçmişti, ona başka bir seçenek sunulamamıştı soruna bu açıdan bakıp çıkarmamız gereken dersler olduğuna inanıyorum. Bu yazının sonuna bitişi gösteren bir nokta koymayacağım; bu yazı bir bitiş değil bir başlangıç olsun istiyorum, bundan dolayı yazının sonuna nokta olmayacak; bu süreci herkesin kendi açısından sorgulamasına bir davet olmasını temenni ediyorum;

Gönüllerde yaşa Şaban, sevgiyle kal; bugüne dek gösteremediğimiz sevgiyi, bundan sonra çömertçe sunacağımızdan emin olabilirsin

Ali Rıza AYDIN / PSAKD GYK Üyesi
Kaymak Köyü 
ALEVİ HABER AJANSI - 18 Haziran 2008

Etiketler : , ,

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum