Altan ÖYMEN : 'Fetva' ve 'ferman' merakı

Altan ÖYMEN : 'Fetva' ve 'ferman' merakı

Altan ÖYMEN : 'Fetva' ve 'ferman' merakı    Büyütmek için tıklayınızKadın milletvekillerinin son genel seçimde...

A+A-

Altan ÖYMEN : 'Fetva' ve 'ferman' merakı

Altan ÖYMEN : 'Fetva' ve 'ferman' merakı    Büyütmek için tıklayınız

Kadın milletvekillerinin son genel seçimde arttığı, önemli bir kazanım olarak belirtiliyor. Doğrudur. 550 üyeli meclisimizde kadınların sayısı, geçen yasa döneminde 24'tü, bu dönemde 50 oldu. Turgay Tüysüz, bu çizimi, iki yıl önceki Kadınlar Günü için yapmıştı. Dün tablodaki Türk kadınını iki misli büyüttü. Ama bu da Türkiye'yi sonunculuktan kurtaramadı.

Bu gidiş, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın 'din uleması'na atıfta bulunmasıyla başladı. 2005'in ekim ayındaydık. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye'deki türban uygulamasına karşı açılan davayı reddetmişti. Başbakan bunu tepkiyle karşılamıştı. Şöyle demişti:

"Mahkemenin bu konuda söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır (din bilginlerinindir)... Açarsın, o dinin mensubuna, Musevi ise o dinin mensubuna, Hıristiyan ise o dinin mensubuna, sorarsın, bunun dinde gerçekten emredici bir hükmü var mı?.. Varsa saygı duymak zorundasınız..."

Böyle bir beyanın, ne 'hukukun üstünlüğü' ilkesiyle bağdaşır yanı vardı, ne de Anayasamızın laiklikle ilgili 24'üncü maddesiyle... Ama Başbakan 'hukuk'un değil, 'din uleması'nın söylediklerinin üstün olduğu görüşündeydi.

Hatta 'türban'ın Kuran'da 'emredici bir hüküm' olarak yer aldığını, 'din uleması' gibi kendisi de ilan edebilirdi.

Mahkemenin kararını eleştirirken öyle bir açıklama da yaptı. Dedi ki:

"Ben diyorum ki dinde bunun yeri vardır. Biraz bu alanda mürekkep yaladık. İslam dininin aydınlarına sormadan, böyle bir kararı farklı yere çekmek suretiyle vermek yanlıştır."

Peki, İslam dininde, din adına karar verecek evrensel bir 'din adamları hiyerarşisi' var mıydı?.. Veya İslamiyet'in tüm 'din uleması'nın bir araya gelip oluşturdukları bir türban 'fetva'sı var mıydı?

Varsa, Müslüman kadınların başlarını örtüp örtmemesi veya örtecekse o şekilde veya bu şekilde örtmesi, nasıl olup da hem ülkeden ülkeye, hem de Müslüman'dan Müslüman'a değişebiliyordu?

Başbakan'ın sözlerinde bu soruların cevabı yoktu. Ama bir din uleması 'fetva'sına atıf yaparak 'kesin görüş' bildirme iddiası vardı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı artık bu iddiaya uygun olarak, gerek kendisi, gerek partisinin diğer erkânı tarafından her fırsatta eleştirildi.

* * *

Derken, 2006 yılının şubat ayına gelindi. Danıştay'ın türban konusunda aldığı kararlar açıklandı. Başbakan'ın buna tepkisi daha da sert oldu. Şöyle dedi:

"Kararı kınıyorum. Yakında evin içine de karışacaklar. Türkiye yolgeçen hanı değil. Herkes yerini iyi bellesin(...) Bu anlayış, hiçbir hukuk anlayışı içinde tanımlanamaz. Kalkıp da vatandaşımızın din ve vicdan özgürlüğünü kimsenin kısıtlama hakkı yoktur..."

Danıştay'ın bu kararından bir süre sonra, ne olup bittiği hatırlardadır. Alparslan Aslan adında genç bir avukat, Ankara'da Danıştay binasına girip İkinci Daire üyelerini kurşundan geçirdi. Üyelerden Mustafa Yücel Özbilgin rahmetli oldu. Üç üye yaralandı.

Fail avukat, mahkemedeki duruşmasında o cinayeti işlemesinin gerekçesini gizlemedi. Hakkındaki karar açıklandıktan sonra da düşüncesini açıklamaya devam etti. Türkiye'de 'şeriat' ilan edilmesini istiyordu.

Yani, devletin, hukukçuların kararlarına göre değil, 'din uleması'nın 'fetva'larına göre yönetildiği bir düzenin -adı da konularak- kurulmasını istiyordu...

(O cinayetin 'Ergenekon çetesi'nce düzenlenip işlendiğini, katilin de o çetenin üyesi olduğunu iddia edenler, hâlâ var. 'Ergenekon çetesi'nin amacı bugünkü iktidarı yıpratmak için olaylar çıkarmak diye biliniyor ya, cinayetin hükümlüsünün de amacı oymuş. Ama, 'şeriat istiyorum' diye takiyye yapıyormuş... Bu ilginç -ama dayanağı belli olmayan- iddiayı, herkesten önce hükümlünün babası reddediyor. İslamcı dergilere verdiği demeçlerde, oğlunun duygu ve düşüncelerinde samimi olduğunu, takiyye yapmasının mümkün olmadığını söylüyor.)

* * *

Ve şimdi, yeni bir Danıştay kararı üzerine yeni bir kampanya... Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nden sonra, bir Alevi vatandaşın Danıştay'da açtığı dava da sonuçlanmış. Danıştay 8'inci Dairesi, okullardaki 'din ve ahlak dersleri' uygulamasının, Anayasa'daki çerçevesinin dışına çıktığına karar vermiş...

İslami gazetelerin manşetlerinde, şimdi 'Nasıl böyle bir karar alırsınız' diye, o kararı alan yargıçlardan hesap soruluyor...

Kampanyanın öncülüğünü, bu defa Başbakan yerine, Diyanet İşleri Bakanı Prof. Ali Bardakoğlu almış... Başbakan'ın 'din ulemasına sorulmalıdır' iddiasını, daha da ayrıntılı bir şekilde öne sürüyor. Danıştay'ın kararı için:

"Gönül isterdi ki..." diyor, "yargıçlar, kişisel kanaatlerine, önyargılarına, kişisel tercihlerine göre değil, konuyu bilim zemininde ve o dinin metodolojisine göre inceleyip karar versin..."

Bu ne demek? Yargıçların, söz konusu kararı alırken etkisi altında kaldıkları üç neden var demek:

1) Kişisel kanaatları.
2) Önyargıları.
3) Kişisel tercihleri...

Hayli ağır bir suçlama bu... Profesör Bardakoğlu'na göre, yargıçlar, o üç neden yüzündendir ki, konuyu bilim zemininde ve dinin metodolojisine göre inceleyememişler...

* * *

Peki, ne yapmalılar yargıçlar, bu suçlamadan kurtulmak için?.. Önlerine gelen başvuruya şöyle bir göz attıktan sonra 'Bu din ulemasının işidir' deyip, dosyayı Diyanet İşleri Başkanlığı'na mı göndermeliler?

Kararı, Danıştay yargıçları yerine, o başkanlık mı vermeli?.. Bu, devletin 'bugünkü düzeni' karşısında mümkün olmadığına göre, bir içtihat mı oluşturulmalı?.. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın o başvuru üzerine vereceği 'mütalea', uygulamada, 'aynen uyulması' gerekli bir 'fetva' niteliği mi taşımalı?

Diyanet İşleri Başkanı'nın beklentisi galiba bu... Diyor ki:

"Türkiye'de bir din eğitimi nasıl verilir, öğretimi nasıl yapılır, hangi bilgi İslam dininin, hangi bilgi bir mezhebin, grubun bilgisidir, bu konuda herhalde en yetkili kurum Diyanet İşleri Başkanlığı olmalıdır."

Peki ama, gerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde, gerek Danıştay'da açılan davanın muhatabı Türk hükümeti... Diyanet İşleri Başkanlığı da o hükümetin bir kurumu... Üstelik, şikâyet konusu olan derslerin içeriğinin hazırlanmasında, Milli Eğitim Bakanlığı'yla birlikte onun da payı var.

Dava dosyasını ona göndermek, 'davalı'yı, kendi hakkındaki davayı gören 'yargıç' haline getirmek olmaz mı?

Kaldı ki, davayı açanlar 'Alevi'... Dava konusu da, Anayasa'ya göre zorunlu olan 'Din Kültürü ve Ahlak Öğrenimi' derslerinde -o dersin gerekçesine de aykırı olarak- sadece 'Sünni İslam' ibadet yöntemlerinin öğretildiği iddiası... O derslerde, Alevilerin ibadet yöntemlerinin yeterince yer almadığı şikâyeti...

Diyanet İşleri Başkanlığı'nda Sünnilerin dışında, Alevilerin de dini meselelerine sahip çıkan yeterli bir örgütlenme var mı?..

Alevilerin şikâyet ettiği durumlardan biri de, zaten, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yapısındaki bu eksiklik değil mi?..

Bu durumda Diyanet İşleri Başkanlığı, dava dosyasını objektif bir şekilde incelediğine, nasıl inandırabilecek davacı Alevi vatandaşları?..

Evet, Diyanet İşleri Başkanı, Danıştay yargıçlarının, 'kişisel kanaatlerine, önyargılarına, kişisel tercihlerine göre' karar verdiğini iddia ediyor. Ama mevcut durumda aynı iddiaların, asıl kendi kadrosu hakkında ve daha da somut gerekçelerle öne sürülebileceğini düşünmüyor mu?

* * *

Özetle: Şu ihtiyaç ortadadır: Başta Başbakan olmak üzere, hükümet sözcüleri ve hükümet kurumlarının sorumluları, kendilerini yüksek mahkemelerin de yükseğinde bir mevkide oturuyor zannederek, devleti 'fetva'lar ve 'ferman'larla idare etme merakından artık vazgeçmelidirler.

Altan Öymen
RADİKAL - 9 Mart 2008

Etiketler : , ,

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.