Antik ve Hıristiyan Anadolu Din ve Kültürlerinin Aleviliğe Etkileri – Burhan Oğuz

Antik ve Hıristiyan Anadolu Din ve Kültürlerinin Aleviliğe Etkileri – Burhan Oğuz

Homo ludens,* on bin yıllık tarihin en muhteşem oyununu, başlattığı yerde, Anadolu’da sürdürüyor. “Çayda Çıra”, ney, mey. Gerekli nefes bu yüz...

A+A-

Homo ludens,* on bin yıllık tarihin en muhteşem oyununu, başlattığı yerde, Anadolu’da sürdürüyor. “Çayda Çıra”, ney, mey. Gerekli nefes bu yüz asrın körüğünde. Körüğe Gılgameş, Mani, Zerdüşt, Mazdak, Dionysos, Kybele, Umay, Ali asılmış, arkadan gelen İsa, tilmizleri büyük Kilise Pederleri, Paulician’ı, Thondrak’ı, Bogomil’i.

Hepsi Anadolu sosyal kültürünün oluşmasında doğrudan rol almışlar. Ve hepsi, daha önce Asya’da bunlarla tanışmış olarak Anadolu’ya gelmiş olan Türkmen’inki ile birlikte, günümüz Türkiye halkının büyük bölümünü oluşturmuş olan bir kitle olayını yaratmış: Anadolu Aleviliğini. Bu konuları daha önceki çalışmalarımızda ayrıntılarıyla irdelemiştik.1 Bir makalenin sınırlı çerçevesi içinde bunların ana fikirlerini özetlemeye çalışacağız.

12 İmam Resimleri

Makalenin başlığı, Aleviliğin iki yönünün tetkikini istilzam ediyor: dini ve sosyal yönlerini. Gerçekten Aleviliğin simgesi haline gelmiş Hz. Ali’nin hiçbir surette Anadolu Alevisi gibi bir “Alevi” olmadığı, onun şeriatın ipine sıkı sıkıya bağlı olduğu hiç unutulmayacaktır. O halde, burada asıl olan onun sosyal yanı oluyor ki, biz düşüncemizin yumağını buradan çözmeye başlayacağız. Burada, büyük bir sembolism bahis konusudur. Kimdi bu Anadolu Alevisi?

“Anadolu’nun bugünkü İslâm ahalisini teşkil eden ve kısm-ı azâmi fâtih Türkmenlerden mürekkep olan bu kavmi unsurların hayat-ı diniyesini anlamak için, bunların Anadolu’ya nasıl ve ne mahiyette bir hamule-i itikat ile geldiklerini ve o sahalarda neler bulduklarını bilmek lâzımdır. İslâm medeniyeti dairesine epey zamandan beri girmiş olan ‘Maveraünnehr’ ve ‘İran’ sahalarına gelmezden evvel, Oğuz Türkmenleri arasında Hıristiyanlığın bir aralık kısmen intişar etmiş olduğu muhakkaktır.”

“Kezâlik muhtelif Türk şubelerinin muhtelif zamanlarda ‘Mazdeism’i, ‘Buddhism’i, ‘Manihaism’i kabul ettiklerini de biliyoruz. Oğuzların ve Oğuzlarla pek sıkı bir karabet-i kavmiyesi bulunan ‘Kıpçak’ların Museviliği kabul etmiş olan ‘Hazarlar’la coğrafi rabıtaları düşünülünce, Selçukilerde vücudu farzolunan Turani nüfuzların menşe’i meselesi de kolayca anlaşılır. Ancak, bu hariçten gelme yabancı itikat sistemleri ne kadar kuvvetli ve mütekâmil olursa olsun, ‘Seyhun’ sahasından cenuba inerek yavaş yavaş İslâmiyeti kabul eden göçebe Oğuz Türkmenleri üzerinde eski iptidai dinlerinin ve eski an’anelerinin, sonradan kabul ettikleri dinlerden daha nâfiz olduğu muhakkaktır. Binaenaleyh İslâmiyetin bu Türkmenler arasında nasıl bir telâkkiye mazhar olduğunu ve ne şekiller aldığını araştırırken, yeni İslâmi şekiller altında eski kavmi an’anelerin izlerini taharri etmek ve meselâ halk velileri olan Türkmen ‘babalarında eski Türk ‘kam-ozan’larının îslâmlaşmış şeklini görmek, müverrih-i dini için bir zarurettir.” (Köprülüzâde 1338 H. [1919/1920]: 284-289)

Köprülü, Anadolu’nun bugünkü İslam ahalisinin büyük çoğunluğunun fatih Türkmenlerden oluştuğunu kaydediyor ki, bu faraziye, makalenin kaleme alındığı yıllarda revaçta idi (günümüzde bile bazı zümreler, kendi politika ve çıkarları doğrultusunda bunun böyle olduğunu iddia ediyorlar). O ise ki, 1922’den bu yana çıkmış olan çok sayıda ciddi araştırma, iddianın yersiz olup aksine Anadolu halkının etnik yapısında Türkmen kanının büyük azınlıkta olduğunu göstermiştir.2

Anadolu’nun dini tarihi, sofi hareketleri ve bunların Şii rengi herhangi bir aşırılığa kaçmadan, iyice yerli yerine oturtulmadan eksik kalır ve yanlış sonuçlara götürebilir:

“… daha Selçukilerin zuhurundan evvel başlayarak İslâm âleminde şiddetle hükümran olan sûfiyâne cereyanları, hatta ‘Sünnilik’ unvanı altında bile Şii ruhunu halk ve güzideler arasında o kadar kuvvetle yaymıştı ki, aynı hali Anadolu’nun dini tarihinde de sarahaten görmekteyiz.”

“Anadolu tarih-i diniyesinde en mühim mevzu tetkikini teşkil eden Türkmen boylarına gelince, onlar ‘kelâm’ âlimlerinin felsefi münazaralarına tamamiyle lâkayd kalarak, yalnız kendi kavmi an’anelerine mutabık gelen… ve Türkmen Baba’ları tarafından telkin edilen akideleri kabul ile iktifa ediyorlardı.”

“Sûfilerin ‘insan-ı kâmil, kutb’ telâkkileriyle Şiilerdeki ‘İmâm’ telâkkisi arasındaki müşabehetler pek ziyade tetkike şayandır. Sünniliği müfrit surette iltizam eden birtakım tarikatlarda bile Şii tesiratı pek bârizdir.. ‘Hazret-i Ali’ye ve Ehl-i Beyt’e muhabbet, Türkler arasında münteşir tarikatlarda değişmez bir esastır. Hz. Ali’nin kahramanlıkları Anadolu Türkleri’nin edebiyatında, en eski zamanlardan itibaren, pek makbul ve müteammim bir mevzudur.”

(Köprülüzâde 1338 H. [1919/1920]: 291)

“İslâm’ın orthodox özü, Şeriatla bütünleşmiş olan Kur’ani (doğru fikir) değil, ‘orthodox’ (doğru pratik) olduğu savunulur. Örneğin, W. Cantwell Smith belirtir ki: Hiçbir İslâmi dilde ‘orthodox’ anlamına gelen hiçbir sözcük yoktur. Çoğu kez ‘orthodox’ olarak çevrilen ‘Sünni’, fiili olarak daha yerinde bir terimle ‘orthoprax’ anlamına gelir… İyi bir Müslüman… kabul edilmiş bir düstura uygun olarak pratik terimlerle açıklanabilen bir bağlılığa sahip kimsedir…” (Turner 1991: 92)

Bu hesaba göre bizim Alevi-Bektaşi, heterodox olmaktan başka, heteropraks da oluyor, binamazlığı ile.

Orthodox yoldan sapma fiilini, devletin resmi Hıristiyan kilisesi heresy olarak tanımlıyor. Bu sözcük, resmi kilisece kabul olunmuş itikatlara aykırı düşünceyi ifade ediyor: Heretic de böyle düşüncelere sahip kişi oluyor. Bu kavramlar, salt Hıristiyan kavramları olmakla dilimizde bunların tam karşılıkları bulunmuyor, şöyle ki, Batı terminolojisinde sözcükler her türlü sapmaları kapsarken, Türkçe’de kullanılan “rafz-râfıza-râfızî” sözcükleri münhasıran bir Şii fırkasını, Ali’nin çocuklarına şeriat ve bazen de tarihi gerçek dışı muhabbet gösterilmesini, Ebubekir ve Ömer’in halifeliklerini kabul etmeyen Ali yandaşlarını ifade ediyor. Her ne kadar “dalalet”, “doğru yoldan sapma”yı, hataya düşme ve günaha girmeyi ifade ediyorsa da (fırak-ı dâlle = doğru yoldan ayrılmış dini fırkalar) biz, daha kesin olmak amacıyla, Batı’da kullanılan sözcükleri kullanıyoruz.

İslamın iki büyük tefrikası irdelendiğinde, Şia’nın Bağdat’a karşı Ali inancını ileri sürdüğü, bu inancını Ali’yi Tanrılaştırmaya kadar götürdüğü (galiye) görülür. Bunda İrani Şia’nın Ali sevgisi ile Anadolu Alevisi’ninkini ayırt etmek amacıyla, genelde Batı kaynaklarının “Alevi” olarak tanımladıkları Şiileri, biz “Ali yandaşları” olarak ifade edip, “Alevi” sözcüğünü Anadolu Alevilerine inhisar ettiriyoruz. Bu ikisinin tamamen farklı şeyler oldukları ne denli vurgulansa, azdır.

Türkmen, Anadolu toprağında yurt tutmaya geldiğinde etnik olarak hayli çapraşık ve genelde merkezi Bizans yetkesinin heretic olarak peşine düştüğü bir Hıristiyan kitle ile karşılaşmıştı. Gerçekten Hıristiyanlık tarihinde çok önemli yeri olan bu yarımada, Barileus’ları çileden çıkaracak heretic hareketlere sürekli olarak sahne olmuştu: Montanist, Thondrak, Paulician (Paflikyan), Bogomil olayları bunlardan bazılarıdır. Hareketler büyük silahlı çatışmalara, katliamlara, kitlece sürgünlere varmıştı. Çağların Kuyucu Murad Paşa’ları, imparatora sadakatlarını kanıtlıyorlardı. Öbürleri de yeraltına çekilip, endemic bir hastalık gibi sürüp gidecekti.

* * *

Dünyanın girdapları arasında eşitlik gerekliliği, geniş bir harekete geçirme kabiliyetine sahip bulaşıcı düşünceler arasında yer alıyor. Bazı durumlarda adalet talebi, hakkaniyetsizliğe karşı isyanla o denli karışıyor ki, çok güçlü bir tutkusal içgüdüyle yükleniyor. O halde eşitsizlik, kabul edilemeyen, ne pahasına olursa olsun yok edilmesi gereken şey oluyor.

Her sosyal bünye, kendi antitezini kendi içinde taşır. Resmi dogmayı karşısına alan mezhepler, diyalektiğin bu yasası gereğince ortaya çıkarlar. Dini alanda politik yetke tarafından resmi dogmanın dışına çıkmakla suçlanan bütün heretical hareketler, karşılarında resmi din kurumundan önce devleti, yani siyasi otoriteyi bulmuşlardır ve bu otorite, heretical harekette bulunanları “devletin temelini sarsan kişiler” olarak nitelemiş ve bunları en ağır cezalara çarptırmıştır, Sokrates’ten başlamak üzere. Yavuz Selim de bu işte fazla geri kalmamıştı. Gerçekten ne Hıristiyanlara alabildiğince eziyet etmiş imparator Diocletian (284-305) ne de “zılluhlah fi’l-âlem” (yeryüzünde Tanrı’nın gölgesi) Yavuz Selim “eşitlik” düşüncesine fazla yatkın olmuşlardı.

“Eşitsizlik” kavramı, “özel mülkiyet”inkini beraberinde taşır. Büyük Hıristiyan yazarları, Anadolu’nun ünlü büyük Kilise Pederleri bu konularda kesin anti-kapitalist tavır koymuşlar ve açık seçik olarak özel mülkiyeti “hırsızlık” olarak nitelemişler. Bittabi bunların arasından Aziz Klemens (150- yakl. 215) gibi “zenginlerin avukatı” da çıkmış. Bu sonuncular Calvin’lerin, Luther’lerin akıl hocaları olacaklardı.3

* * *

Türkmen Anadolu’ya “Müslüman” olarak gelecekti ve geliş tarihi de az çok malumdu; ama buna rağmen Babinger yine de soruyor “Anadolu ne vakit darül İslâm haline geldi?” diye ve daha da ileri gidiyor:

“Şimdi, biz Rûm Selçuklularının itikadi fikir ve nazarlarına dair ne biliyoruz? Acaba oralarda Sünnilik mi, ehl-i Sünnet mezhebi mi vicdanlarda hâkimdi? Kat’iyyen gayri malûm. Ve ihtimal ki tefahhusun (araştırmanın) en az atf-ı dikkat etmiş olduğu birinci nokta budur. Birçok karineler bu hususta şüpheye imkân bırakmıyor ki Rûm Selçukları Şii mezhebine mensuptular, yani tek kelime ile Alevi idiler…”4

“Seyhun ardındaki ülkeler, yani Maveraünnehr dediğimiz kıt’a, hiçbir zaman ciddi bir surette Sünni olmamış, hiç olmazsa daima Alevi tesirlere tâbi kalmıştı.”

“Anadolu’nun Selçuk binalarından bahsedilirken bunlarda Sünni İslâmlarca o kadar şedid bir takyitle (kayıtlama ile) ihtiraz olunan (sakınılan) canlı tasvirlerin bulunması gibi çok şayan-ı dikkat bir hadisenin Bizans tesiratına atfedilerek, aynı zamanda Selçukluların Sünni olduklarının kabulü kat’iyyen hatadır…”

(Babinger 1338 H. [1919/19201: 190-193)

“Derviş tarikatlarının içinden çıktığı Türk heterodox mezhepleri, 8. yüzyılda erkenden meydana çıkmış olup bu yüzyılda orthodox Sûfi Belh’li Şakik ul- Azdi (ölm. 790), Toharistan’ın kuzeyinde Buddhist Türklere imanı vaaz ediyordu. Bu iki eğilim, farklı derecelerde, İslâm akaidi ile eski kültürlerden kalmış anıları mezceden bir syncretisme varacaktı… Mevcut çeşitli dinler birbirlerini karşılıklı etkilemişler ve evren ile insanlığın benzer yorumlarına varmışlardı. Bu yorum monist (tekçi), neredeyse pantheist eğilimliydi ki bunu, varlığın çeşidi tezahürlerinde tek bir töz gören (tözlüg bolmış) bir Buddhik Türk metni özetliyor.” (Esin 1985: 7)

Ve “Ali, Türk Gök Tengri’si ile karıştırılıyor,”5 tıpkı Anadolu Alevileri tarafından,6 Hitit Tanrısı Teshub’a yakından bağlı ve ülkelere göre Adad, Hadad Baal diye farklı adlarla gösterilmiş Boğa-Tanrısı olduğu gibi. Döneceğiz bu Boğa-Tanrı kavramına.

Devam etmeden bir hususu belirtelim: Alevilikle Bektaşilik, adeta ayırt edilemeyecek kadar birbirlerine yakın ve iç içe geçmiş olup, biri hakkında ileri sürülecek bir mütalaa, büyük ölçüde diğerine de şamil olmaktadır.

Tarikatların felsefi tabiatlarının, bir anlamda, bunların sosyo-politik davranışları kadar devletle olan ilişkilerinde de karar verici etken oldukları kesindir. Bu itibarla burada Bektaşilerin belirgin inançlarının özü üzerinde kısaca duracağız, işi zorunlu olarak biraz gerilerden alarak.

“Maveraünnehr ve Horasan’a gelmezden evvel ve sonra Hıristiyanlık, Hinduism, Mazdeism, Manihaism gibi muhtelif dini sistemlerle az çok temas eden bu Türkmenler üzerinde, İslâmiyet de dâhil olmak üzere, bu harici ve muğlak itikad sistemlerinin hiçbiri, eski dini an’anelerini tamamen unutturamazdı. Türkler arasında taammüm eden (genelleşen) ilk tarikat olan Yeseviyede eski Türk an’anelerinin izlerini… ve bilhassa Yesevilerdeki hususi zikr ve semâ tarzının Türk Şamanlarının vecdli danslanndan alındığını”

biliyoruz.

“Siyasi gayeler takib eden Bâtıni dâilerin Oğuzlar arasındaki kuvvetli propogandaları ve bu muhtelifü’l-menşe Bâtıni akidelerinin—felsefi bir nazariye olarak değil, sadece basit ve ameli prensipleri itibariyle—Türkmen an’anesine dar ve müsamahasız ehl-i Sünnet akaidinden çok daha uygun gelmesi, mütemadiyen Şark’tan Garb’a gelen Türkmenler arasında Ismaelisme quarmate, Sabéisme hellénistique’den müştak bir takım akidelerin intişarına çok yardım etti.”

Bunları teyid eden Ziya Gökalp de eski Türklerin iptidai din sistemlerinde, bunların bir zahiri, bir de batini din sistemleri olduğunu ve binaenaleyh İslamiyetten sonra esoteric İsmaili akidelerin onlar arasında kolaylıkla yayıldığını ifade ediyor.7

“Göçebe Türkmen hayatında büyük bir mevkii olan kadınların ehl-i Sünnet âlimleri tarafından umumi hayat haricine çıkarılmak istenmesi, eskiden beri kadınlarla müştereken tertib edilen sazlı ve şaraplı ‘şölen ayini ictima’ların Şer’an memnû olması, ve göçebe hayatiyle pek az kabil-i telif diğer bir takım sıkı ahkâmın mevcudiyeti, Türkmen an’anesine hiç uymuyordu.”

(Köprülüzâde 1341 H. [1923): 127-128)

* * *

Anadolu’da konutun tarihi gelişimi üzerindeki bir belgesel filmde (“Konutun Öyküsü”, Suha Arın ve Prof. Dr. Metin Sözen’in gerçekleştirdiği, 1984) günümüz Alevilerinin bir ilkbahar ritüeli sahnesi yer alıyordu. Bunda, odanın ortasına getirilen, tıpkı bir Noel ağacı gibi yanan mumlarla süslenmiş, bir çam ağacının çevresinde kadınlar ve erkekler, sazların eşliğinde ahenkli adımlarla semah dönüyorlardı: İslami cila altında Attis kültürünün devamı belirgin oluyordu.

* * *

Bütün bu konuların uzmanlarından Irène Mélikoff, Bektaşiliği şöyle tanımlıyor:

“Birinci husus: Bektaşilik bir Türk olgusudur.”

“İkinci husus: Bektaşilik örf dışıdır (non-conformiste). Dinin dış biçimlerine hiç ehemmiyet verilmez. Tanrı’ya inanmak için ne camiye gitmeye, ne beş vakit namaz kılmaya, ne de Ramazan’da oruç tutmaya gerek vardır. Halk İslâmlığının tavrı da her zaman bu olmuştur.”

“Üçüncü husus: Bektaşilik bir senkretizm (syncrétisme)dir. Değişik kökenli öğelerin karıştığı bir mozaik görünüşü taşır. Bektaşiliği bir gnose (bilinç birikimi) olarak tanımlayabiliriz: Bütün ‘gnose’lar, öncelikle de Manicilik gibi kendini kuşatan çevrelerin gelenek ve hattâ inançlarını içinde taşır. Bunun içindir ki, Bektaşilik, Balkan ülkelerinde, bazı Hıristiyan öğeleri bünyesine almış ve özümsemiştir. Nitekim Bektaşiler, en tanınmışları Hızır’a atf edilen kutlamalar olmak üzere, bazı Hıristiyan azizleri kendilerine mal etmişlerdir.

Meselâ Rumeli’de, Mayıs ayında Hıdırellez (Hızır-İlyas) adı altında Saint Georges kutlanmaktadır. Eğer Doğu’ya gidilirse, İranlı ve eski İran dinine bağlı etkilere rastlanır. Meselâ, İran’ın yeni yılı 21 Mart, Alevilerce günümüze kadar kutlanan Nevruz Bayramı olmuştur. Nevruz’dan önce, Mart ayı ortasına doğru, Haftamal denen bir bayram vardır ki, ölülerin ruhlarını anmak için kutlanan Fravaştî’ler, eski bir İran bayramına karşılıktır. Maverâyı Kafkas’ta ve Orta Asya’da bu bayrama İyd-i sersale8 denir. El-Birûni (973- 1051), bize bu bayramın bir tasvirini bırakmış bulunuyor.”

“Alevilerin ayırıcı niteliklerinden biri, yüzyıllardan beri yakın ilişkiler içinde bulundukları Bektaşiler gibi kendilerini saran çevreye uyarak, yerli gelenek ve törenleri benimseyebilmeleridir. Bu, eski gnostik mezheplerin ve öncelikle Maniciliğin de belirleyici çizgilerinden biri idi. Alevi âdetlerinde olduğu kadar Bektaşi gelenek ve merasimlerinde de karışık (hétéroclite) öğelerin bulunması bundan dolayıdır.”

Bundan sonra Mélikoff, Alevi-Bektaşi bayramlarının kökenlerini irdeliyor:

“Sözünü etmek istediğimiz ikinci bayramın büsbütün başka bir kökeni vardır. Maraş ve Elbistan yöreleri ile Orta Anadolu’da Sıvas bölgesinde kutlanmaktadır. 10 Ocak’tan itibaren üç gün oruçla başlar. Asıl anlamı ile bayram, Julien takvimine göre 13 Ocak’tadır. Bu bayrama ‘Kagant’ denir. ‘Kagant’ deyimi bana Kürtçe kökenli olarak verilmiştir. Oysa gerçekte, Batı Ermenistan’da yeni yıl anlamında kullanılan Ermenice bir deyim söz konusudur. Bayramın, eski Ermeni krallıklarının yerinde bulunan Sıvas ve Kilikya bölgesinde kutlanışı da, Orthodoks Grek veya Ermeni Yeni Yıl’ının karşılığı olabilecek, eski Hıristiyan kutlamalarından kalıntıları düşündürmektedir.”

“İlgi çekicidir ki bu insanlar, Hıristiyan Yeni Yıl’ını kutladıklarını pekâlâ bilmektedirler; kaynaklarım bana ‘eski Rumi takvime göre yılbaşı’ demişlerdir.”

“Alevilerin, Sivas-Erzurum-Divriği üçgeni içindeki hareket alanları ile Bizans dönemindeki Mani’ci direnişin (hérésie paulicienne) coğrafi yayılışının aynı olduğuna işaret etme fırsatını bulmuştuk. İlgi çekicidir ki, Alevi Bektaşi geleneğinde ‘eline, diline, beline’ buyruğunun üç yasağı da Mani dini kaynaklıdır…”

“Türkiye, Sünni gelenekte bir ülkedir… Bununla birlikte… kentte yaşayan Türk’ün de gözünden kaçan bir yan vardır. Bu, Anadolu nüfusunun büyük bir bölümünün hétérodoxe (cemaat dışı) bir İslâm’a, hatta İslâm’la pek az bir ilişkisi bulunan inançlara bağlı olduğudur. Bu olgu yalnız Anadolu’ya has değildir; İran’da ve öncelikle İran Azerbaycanı’nda, bir zamanlar Karakoyunlu Türkmenlere ait olan bölgelerde de görülmektedir… Bu sosyal tabakalar, ne tam olarak İslâm’ı özümsemeyi, ne de atalarının inançlarından kopmayı başarmışlardır.”

“Demek, bir yandan senkretismi, öbür yandan kural dışı ve örf tanımaz (marginal ve anti-conformiste) oluşu ve yerleşik düzeni reddedişi ile belirlenen eski ve derin bir dini olgu karşısında bulunuyoruz. Bu ikinci çizgi, kendisine karşı, başa geçen her yönetimin düşmanlığına uğramıştır; ve her zaman da uğramaktadır.”

“Onları sindirmede sürdürülen ve uzantılarına yüzyıllarca hedef oldukları bütün karalamalar da bu düşmanlıktan doğmuş bulunmaktadır. Bu iftiralar, vaktiyle Mani’cilere, Cathare’lara ve bütün gnostik’lere karşı yöneltilenlerin aynısıdır;… gece âlemleri, cinsi serbestlik gibi suçlamalardır. Bu suçlamalar, hiç şüphesiz eski dionizyak gizlilik’lerin, Roma Lupercale’lerinin, Walpurgis Gecesi’nin, Saint-Jean Ateşi’nin ve bizim Carnavale’imizin ardında gizlenen put-perest (païen) öğelerin özlemi gibi, bütün folklorlarda kalıntıları bulunan ve eskiden bereket törenleriyle birlikte yürüyen cinsi serbestliklerin belirsiz anılarına dayanmaktadır. Ve elbette, benzerleri gibi Anadolu’da da bu törenlerin yapıldığı bir zaman olmuştur; fakat bu, uzak zamanların karanlığında kalmıştır ve gözönüne alınamaz. Ayrıca, suçlamaların hiçbiri kesin olgulara dayanmamaktadır… Bu zümrelerin, cemaat dışı (hétérodoxe) bir İslâm uyguluyor olsalar da, Müslüman ülkelerde yaşıyor olduklarını ve inançlarının İslâmi bir cilâ ile kaplanmış bulunduğunu unutmamak gerekir.”

(Mélikoff 1993: 41-134 passim)

* * *

Birgün, Küçük-Asya İslamlaşacaktı. Manihaizmle Hıristiyan doktrinlerinin birbirlerinden çok şey aldıkları biliniyor ve ilki, bu kadar yüzyıl boyunca Orta Doğu’da gelişip kendini devam ettirebilmesini, kısmen, Hıristiyanlık içinde bazı heterodox hareketlere kucağını açabilmiş olmasına borçlu oluyor.

Politika, dini vakıanın arka planında hemen belirir. Dualist telakkileriyle (iyilik ve kötülüğün zıtlaşması) belirgin bir heretical harekettir Manihaizm ve ona bulaşmış birçok Hıristiyan mezhep-tarikatları, ezcümle (Hıristiyan) Paulician, Bogomil ve Thondraklılar, Bulgaristan Bogomilleri, Bizans’ınkiler gibi, bu heresy etrafında toplanarak sömürücü zalimlere karşı koyan fakir köylü ve kentlilerdi. Gerçekten bunlar büyük ölçüde köylüler, köle ya da serflerden oluşan bir topluluk teşkil edip, feodal düzene karşı, pasif bir muhalefet cephesi kurmuşlardı. Şeyh Bedreddin’in Hıristiyan olan anası, muhtemelen Bogomil tarikatı saliki idi.

Bogomillerin silahlı hareketleri bilinmiyorsa da bunlarınkiyle kardeş birer tarikat mensubu olan Paulician ve özellikle Thondraklıların şiddetli çatışmaları hakkında çok belge bulunuyor. Paulician hareketinin bu militan görünümü, sosyal alanda bir radikal ideoloji ile atbaşı gidiyordu. Dini düzeydeki eşitlik talebine, bir nevi ilkel eşitçi anarşi tekabül ediyordu.

Van Gölü’nün kuzeyinde Tendürek dağının adını hatıra olarak bırakmış olan Thondraklılar hareketi, 9. yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştı ve buna karşı da kesin tavır koymuş olan orthodox yetke bunları da kurulu düzene ters düşen fikirler sahibi olmakla suçluyordu; ama bunların sosyo-ekonomik ereklerinden söz etmiyordu. Bunlar, kadınla erkek arasındaki eşitliği övüyor, aileler arasındaki her türlü eşitsizliği reddediyorlarmış ki, bundan büyük günah ne olabilirmiş? Üstelik de bunlar, bu eşitliğin bütün sınıflara ve toplumun bütün üyelerine teşmilini derpiş ediyorlardı. Her şeyden önce, topraklar ve taşınmaz mallara müteallik haklarda eşitlik göz önüne alınacaktı. Bu itibarla, bu Hıristiyan hereticler, toprak mülkiyetindeki eşitsizliği kabul edip, dünyada zenginle fakirin bulunmasını Tanrısal iradeye bağlayan Kilise’ye karşı tavır alıyorlardı.

Özetleyecek olursak, bütün bu itizali hareketler, son tahlilde, birer radikal sosyal reformun peşinde olmuşlardı.

Evet, günü geldi ve Küçük-Asya İslamlaştı. Bu vakıanın süreci, bir mantıki yol üzerinde gelişti. Büyük ölçüde çeşitli heretic tarikatlara salik halk kitlelerine iki seçenek sunulmuştu. Biri, dar ve müsamahasız ehlisünnet akaidi idi ve bu, dini kısıtlayıcı çerçevesinin dışında, sosyal anlamıyla yukardaki kilisenin “paralelinde” idi. Öbürü ise, Alevi-Bektaşi seçeneği idi. Heretic kitleler, bilâ tereddüt, bu tarike iltifat ettiler. Ne gibi saiklerle yapmışlardı bunu:

İki cazibe odağı vardı ortada. Biri sultanların, devlet ulularının, kent burjuvazisinin, kozmopolit agnia-i şakirin (şükreden zenginlerin) tarikatı Mevleviyye; öbürü de doğruca halkın yanında, fakirlik mesleğinin protagonisti, fukara-i sâbirinin (sabreden fakirlerin) tarikatı Bektaşiyye ve onun ikiz kardeşi Aleviyye. Bu sonuncuların saliki müstevli Türkmen, tıpkı Anadolu Thondrakları gibi, erkekle kadın arasında eşitsizlik düşünemezdi ve yerleşik sosyal düzenden hoşnut değildi. Bu itibarla yerli heretic Hıristiyan halk, doğal olarak bu tarafı iltizam edecekti. Böyle de oldu. Ama bu süreci kolaylaştıran bir başka keyfiyet daha vardı ki, o da Bektaşiyyenin Manihaist ve Hıristiyan unsurları meczetmiş olmasıydı ki geçiş sancısız oldu: Her iki grup sosyo-ekonomik, felsefi-dini açılardan mutabakat halindeydiler. Alevi-Bektaşilik, mezkûr Hıristiyan hereticlerine hiç de yabancı gelmedi.

İhtida sonunda Anadolu halk Müslümanlığı, sosyal reform tohumlarını da ruhunda taşıyacaktı.

Hıristiyan Anadolu ve Rumeli İslamlaşırken heterodox akidelere sahip Nasturiler, Paulicianlar, Bogomiller, Montanistler, Thondraklılar ve de Gregoryenlerin çoğunlukla İslamın heterodox yanına intisab ettikleri bir vakıadır. Rumeli, Arnavutluk, Bosna’daki Bogomil merkezleri, sonradan Bektaşiliğin büyük yuvaları olmuştu. Etkin bir kültürel symbiosis bu insanları kaynaştıracak; karşılıklı osmosisler, bugünün Anadolu adamını şekillendirecekti. Cennetin kapısını açmak üzere, bu topraklar ona en kadim pagan çağların uzantısını, bütün barajına rağmen Hıristiyanlığı delip geçmiş bir inançlar dünyasını ve bu arada da Mysterionları verecekti.

“Gerçekten Sivas-Erzurum-Divriği üçgeni, Alevi yayılmasının coğrafi merkezini teşkil edip Bizans devrinde Paulician heresy’sinin coğrafi yayılmasına tekabül etmektedir.”

(Mélikoff 1978: 279)

“Kızılbaş Kürtler Ali’yi İsa ile, Oniki İmam’ı Oniki Havari ile, Hasan ile Hüseyin’i Aziz Piyer ve Paulus’la bir tutarlar. Daima maddi cazibenin yardımıyla vaki ümmi Hıristiyanların ihdidaı, İslâm’ın işbu telife yatkın tutumunun etkisiyle ister istemez kolaylaşmıştır.”

(Hasluck 1973: 571)

“Sınırda Müslüman ve Hıristiyan unsurların karışmasından avam beyninde din sorunu haylice girift bir hal alıp işbu ihtilâftan (karışmadan) Hıristiyan, Müslüman ve pagan her türlü unsurdan Bektaşi ve bunun koltuğunda Kızılbaş tarikatlar güne çıktı.”

(Birge 1965: 31)

“Belki Bektaşi ayinine peçesiz kadınların da iştiraki keyfiyeti, Şaman anlayışının devamını yansıtmaktadır.”

(Vryonis 1971: 371)

Vryonis, bunlardan başka, gülsuyu kullanımı, İsa’nın ölümünün sembolü olarak Eucharist ile Cem ayini, Hüseyin’in şehadetinin hatıratı ayininde vaki dolu (rakı) ve ekmek kullanımı, Hıristiyan günah çıkarma ve tövbesi Bektaşi baş okutmak, Hıristiyan aforozu ile düşkünlük arasındaki ayniyete işaret ediyor.9 Gerçekten eski Anadolu inançları sistemi, bir has temel boya olarak durmakta; bunun üzerine vurulan her yeni kat, Hıristiyanlık, İslam, bunu örtmekten âciz bir ince ciladan ibaret kalmaktadır.

“Yavaş yavaş Türkleşen o eski Anadolu şehirlerinde Türkler,… Hıristiyanlarla yanyana yaşamak suretiyle aralarında adetâ bir nevi mübadele-i an’anat da vücuda gelmişti.”

(Köprülüzâde 1928: 247-248)

“Bu Türk aşiretleri umumiyetle… müfrit Alevi heterodoxe Türkmen babalarının manevi nüfuzu altında idiler…. bu göçebe aşiretler ‘Babailer kıyamı’ adı ile meşhur olmuş genel harekete tevessül etmişlerdir. Bu hareketin eskiden beri Paulician’lar, yani Hıristiyanlığı eski İncil safiyet ve basitliğine10 irca etmek isteyen hétérodoxe zümre ile meskûn sahada çıkmış olması ayrıca dikkate şayandır.”

(Köprülü 1959: 47-48)

Evet, has boyanın sürekli alttan sırıttığı her vesileyle görülür. Çarpıcı örnek mi lazım?

“ ‘Hamd-ü sipas ve senâ-i bikıyas ol sâni-i bihemta ve kâdir-i tüvana celle şanühu ve azzame bürhanubu hazretlerine ki bâk-i pâk üzre tâk-i hadra ve rivak-ı ferşsay-ı arşpeymayı bilâ mimar ü bennâ ve bi sütununu filpa peyda ve büveyda eyledi’ diye dua ediyor. Kayseri Ağırnaslı, devşirme, mimar olmadan önce yeniçeri ve (Meryem’in babası Yusuf gibi) dülger ve Bektaşi Koca Sinan, Risaletü’l mimariyyesinin başında, ‘temiz toprak üzerine yeşil asmayı ve göğün kemer kubbesini mimarsız ve duvarcısız ve sütunsuz ortaya koyan’a.” (Meriç 1965: 11)

Kim ola bu “yeşil asmayı yaratan?” Sakın Dionysos olmasın?

Küçük Asya’da, fırtına Tanrısallığının kutsal hayvanı olan boğanın kültü antik çağların en eski dönemlerinden itibaren uygulanırdı; Küçük Asya’nın başlıca dağlarından birinin Toros (Taurus) adını taşıması rastlantı değildir; “boğa” karşılığında taureau, Sami thauru, Grek taurostur. Sami-Hint Avrupa sözcüğünden türüyor boynuzuyla simgelenen bu hayvanın bolluğu, doğurganlığı sembolleştirdiği. Bu yüzden olacak ki cami ve sair dini yapıların alemlerinin hilal değil, uçları dışa kıvrık boynuz oldukları bir vakıadır. Siirt ve yöresinde cami ve sair yarı dini binaların (türbelerin) kapılarının üzerinde yaban keçisi boynuzları asılıdır.11 Nonnos (5. yüzyıl), ünlü Dionysiaca’sının bir yerinde “Bu sözler üzerine Zeus, Tauros dağının adını aldığı boynuzlu boğa şeklinde uzaklaştı” diyor.12

Boğa depreştiğinde zelzele olur, kükrediğinde gök gürleyip, şimşekler çakar. (Hz.) Ali de Zülfikar’ı çaldığında depremler olur, narasını attığında şimşekler çakıp, gök gürlermiş!

Arkaik dinlerin çoğunluğu, şu ya da bu yolla, doğruca doğada beliren kudsiyeti taziz etmeyi bilmiş. Bir kutsal ağaç veya taş, ağaç ağaç olduğu ya da taş taş olduğu için değil, aksine, bunlar artık doğal nesneler olmaktan çıkıp daha başka bir şeyi, kudsiyi izhar ettikleri için taziz edilirler.

Bunları okurken insanın aklına ağacı “incitmek”ten, suyu “kirletmek”ten özenle kaçınan Alevi Tahtacı, Ağaçeri, yürüyen binek taşları ve boynunda teslim taşıyla Bektaşi Babası gelmiyor mu? Oysa ki Hıristiyanlık ve arkasından orthodox, Sünni İslam, Kosmos’u kutsallığından soyutlamıştır; ama kaya, mağara, su, ağaç, balık Alevi için kudsiyetini korumaya devam edecektir.

Ana Tanrıça, Büyük Ana oldu. Bu da sonradan Hıristiyanlar için bir mistik ve teolojik anlam kazandı.13 Meryem Ana geleneği Fatma Ana’mız şeklinde İslam’da sürecekti. Ya Kazdağı’nın Sarı Kız’ı, Kaz Kız’ı? Ya burada Adonis rolünde Selman-ı Farisi? Alevi, Hac farizesini yedi yılda bir Sarı Kız’ı (aslında Kybele’yi) ziyaret ederek ifa etmiyor mu?

* * *

Genelde Şia’nın muhalefet bayrağını Hz. Ali’nin eline vermiş olması, bilinen tarihi olayların kullanılmasına imkân verdiği bahanesinin çok ötesinde, bir sosyal anlam taşır: Ali daima halkın yanında ve fakir kalmış (zifaf gecesi tahta üstünde yatacak kadar), refiklerinin aksine bu mücahedede kendi hesabına hiçbir maddi çıkar teminini aklına getirmemiştir. Bunun dışında da kolu kuvvetlidir Ali’nin, tıpkı vaktiyle Gılgameş’in olduğu gibi.

Anadolu Tanrıları da hep “doğru, aziz ve kuvvetli” (osios kai dikaios) “zatlar” olmuşlardı.

Hz. Ali’nin Küçük Asya’ya girmediği sabittir. Buna rağmen herhangi bir yerde bir kaya üzerinde iz yoktur ki, “Hz. Ali’nin at nalının izi” olarak gösterilmesin, Alevisi olduğu kadar Sünnisi tarafından da.14 Aslında bu “ayak-diz izi” teması yaygındı, Buddha’dan İsa’ya kadar.

* * *

Dionysos’un orgiostik raksları kutsal çeşme ya da akarsuların başında icra edilirdi. Bakkhalar, Tanrı’nın açtığı pınarın çevresinde “delirirlerdi”. Öbür yandan Dionysos, karanlığın mukaddes olduğunu söylerdi. Dithyrambos, aynı zamanda bu Tanrı’nın bir başka adı idi. Bu, aslında halka şeklinde, şarkı söyleyip rakseden bir koroydu, tıpkı “Çayda Çıra” gibi. Bir de bu “daire halinde raks”a, her tarafta, Eleusis ve Mısır’da karşılaştığımız başak eklenince, her şey bizi Harmandalı’na yaklaştırır oluyor!

Servet tezatlarının arttığı, aşırı sefaletin daha önce görülmemiş bir refahla yan yana bulunduğu bir toplumda, Dionysos ayinlerinin cazibesi, bunların içindeki musiki ve dansın, şarabın bolca içildiği ziyafetlerin payı ve bütün bunların sacrament olarak telakki edilmeleri itibariyle, daima büyük olmuş, zaman zaman tekrarlanan bu şenliklerde kadın erkek olduğu kadar içtimai sınıflar da birbirine karışmış, kıyafetler değiştirilmiş, maskeler takılmış, bugünün bazı seyirlik oyunlarında olduğu gibi.15

“Halk oyunlarının bir kısmı ile semâ ve samah arasında bazı münasebetler olduğu da inkâr edilemez. Semâ ve samah gibi dini zümrevi rakslar bilhassa 15. yüzyıldan itibaren şekil almaya başlamıştır. Dolayısıyla eski halk geleneğinden alınan unsurlarla buna ilâve edilen unsurlardan meydana gelen semâ, samah şekilleri daha sonraki yıllar zarfında halk oyunlarını etkilendirmekten geri kalmamıştır.”

(Tecer 1958: 1995-1996)

Tecer’in sözünü ettiği “yeni unsurlar”, hiç şüphesiz Anadolu’nun yerli, autochton unsurlarıdır. Türkmen, Küçük-Asya’ya daldığında, Artemis bu toprağın neresinde dans etmiyordu ki? Bu toprağın neresinde Artemis için dans edilmiyordu ki?

Sabahattin Eyüboğlu, Euripides’in “Bakkhalar” çevirisinin önsözünde bize şunları anlatıyor:

“Bektaşi âyinlerinde Dionysos dininden bazı izler bulunması kuvvetle tahmin edilebilir. Bu münasebetle şahsi bir hatıramı anlatmadan geçemeyeceğim. 1934 senesi İzmir’de Müze Müdürü Selâhattin’in himmetiyle meydana çıkarılan Yunan Agora’sını gezmeye gitmiştim. Bay Selahattin bana Yunan Agora’sında heykeller ve âbideler arasında bulduğu Türklere ait çok eski mezar taşlarını gösterdi; bunların ilk Bektaşi kadınlara ait olduğunu ve bu kadınların Agora’ya tesadüfen gömülmüş olmadıklarını söyledi. Biraz tereddüt ettikten sonra bana bir sır tevdi etti: ‘Bektaşiliğin Dionysos diniyle yakın akrabalığını isbat edebilecek haldeyim, türlü türlü vesikalar biriktirdim; ama bunlar ancak ölümümden sonra ortaya çıkacak; siz de kimseye söylemeyin…’ “

Eyüboğlu maalesef Âşıkpaşazâde’den beri muamma halinde kalmaya devam eden “Baciyan-ı Rûm” kadınlar derneğine ışık tutacak bu ifşaı değerlendirememişti. Bay Selahattin’in, Agora’ya gömülü Bektaşi kadınlarının Dionysos’un Menades’leri, Bakkhalar olduklarını anlatmak istemiş olduğu aşikârdır.

Tanrılara ibadetle ilgili bazı gizli ritler ve ayinler, Latince orgia ve Home- ros sonrası döneme ait ve Eleusis Mysterionlarında Demeter’in gizli ritleri için kullanılan bu aynı sözcükten müştak orgy ile ifade edilmiştir. Sözcük daha çok, takdis ve tathir ile birlikte Dionysos-Bacchos ritüellerinde kullanılmıştır.16 Teşmil edilmek suretiyle orgy, yeme ve içme (eyş ü nûş) meclisi, bunda ve cümbüşte ifrat, sefahat âlemi şeklinde tercüme edilmiştir.

Bütün çılgınlıklar toprağın verimini, bereketini, hayvan ve insanların doğurganlığını denetim altında tutan Tanrıların teveccüh ve inayetini kazanmak için yapılıyor. Tanrılar gücenecek olurlarsa vay insanların başına geleceklere!

Tarım Tanrıçası Demeter, yine bereket, münbitlik Tanrısı Dionysos ve sairleri hep bu “gönül alma”ların muhatapları olmuşlar, şenlikler, festivaller, orgiastik ayinler bunlar için tertiplenmiş, bugün de az çok aynı tarihlerde icra edilen birçok şenlik gibi. Bugün aramızda bu orgiastik ayinleri, amiyane tabirle “mum söndü”leri gören kimse yoksa bile, bunlar dillerde dolaşmaktan geri kalmıyor, hele (siyasi) hasım bilinen zümrelere kara sürmek bahis konusu olduğunda.

Cinsiyet tefriki olmadan “sefahat âlemi” olamıyor. Mitolojide Tanrıların insanlardan fazla farklı olmadıkları görülüyor. Bu itibarla bir Tanrı’ya bir Tanrıça’nın veya mukabil cinsiyetli iki mütemmim ilkenin izdivacını ifade edecek hierogamos (kutsal izdivaç) sözcüğüne gerek duyulmuş.

“Atam gök, anam yer!” diyor Bektaşi, Marifet Kapısı’nda.

* * *

Antalya Müzesi Müdürü Süleyman Fikri Bey bize, Alevi Tahtacılar hakkında uzun gözlemlerinin sonucu olan şu bilgileri aktarıyor:

“Din ve mezhep hususunda hususi bir tarike ve keza itikatlarınca Bektaşi tarikatına sâliktirler. Feraiz-i diniyeden yalnız Kurban Bayramı namazını kılarlar. Diğer feraiz ve tekellüfat-ı diniyeyi tanımazlar… Gelen dervişler kendilerine en mühim olarak berveçhi ati cümleyi telkin etmektedir ki bu adetâ onlarca bir nass hükmündedir: ‘Sırrı sır edenin demine hû. Sırrı faş edenin (açıklayanın) ervahına yuf!’ “ (Süleyman Fikri 1927: 480-481)

İnsan kendini Eleusis, ya da Ephesus Mysterionlarının icra töreninde gibi görüyor. Süleyman Fikri Bey bu arada, Tahtacılar arasında Hıristiyan ikonolarına müşabih suretlerin varlığını da anlatıyor ve devam ediyor:

“Fırsat bularak Ali ile Muhammed’in hangisinin efdal (yüksek) olduğunu sordum. Muhatabım… bunların… yekdiğerinden kabil-i tefrik olmadığını, biri olmadan öbürünün olamayacağını… mırıldandı, ve nihayet dedi ki ‘Bana öyle geliyor ki Âdem ne ise Musa da odur. Musa’ne ise İsa da odur. İsa ne ise Ali de odur…’ dedi.”

“Namaz, oruç hakkında fikrini sordum. ‘Kime farz ise o kılsın!’ cevab-ı muhtasarıyla (kısa yanıtıyla) mukabele etti.” (Süleyman Fikri 1927: 488)

* * *

Eleusiana Mysterionları Eleusis’te kutlanan, esas itibariyle ibadetle ilgili bir nevi (liturgie) dramadan ibaretti. Bu Mysterionlara riyaset eden rahip (hierophante) ile rahibe, gölgede (karanlıkta) bir hierogamos taklidine tevessül ederlerdi. Gölgeyi (karanlığı) ışık takip ederdi ve hierophante de mutlu haberi ilan ederdi: “Kudretli Tanrıça bir aziz çocuk, bir kudretli Tanrı doğurdu!” Sonra da kalabalığa bir buğday başağı gösterirdi. Başak burada, Gök ile Toprak’ın birleşmesinin ürünü, “Demeter’in meyvesi”ni temsil ederdi. “Atam gök, anam yer!”

Eleusis Mysterionların ritualinde “liknon17 (tahıl eleği) üzerinde plakus (bir nevi pasta) ile tuz bulunur”du. Liknon, Demeter ile Dionysos kültlerine bağlı bir tarım aleti olup her télété (ayin) ve kurban töreninde mevcuttu.18

Geldik mi “tuz ekmek hakkı” ve “çörek çekme” ritüeline?

Attis, Kybele, Isis ve Sabazius’la müzdevic Doğu Mysterionları başlangıçta Diyonysos coşkunluklarına yakındı ve bunlarda çok müşterek telakkiler vardı. Tanrısal varlıkla beraberlik, mesela mezbah üzerinde kolları bıçakla yaralayarak elde edilirdi,19 Hüseyin’in passionunda olduğu gibi.

Phrygia Mysterionlarında belirgin olan bir husus da yeniden doğuş telakkii olup tantanalı ve vakurdini dramayla canlı şekilde yaşanılan sevgili Attis’in ölümü ve dirilmesi inancıdır, Onikinci İmam (Muhammed Mehdi)’nin dirilip yeniden insanların arasına katılacağı inancı gibi.

“Hülasa, Bektaşilik, Hurufi, Babai, Melami, Haydari, Kalenderi gibi çeşitli zümre akidelerinin20 katışması ile bambaşka bir renk almış akideler manzumesidir” derken Ülkütaşır, has boyanın Mysterionlarınki olduğunun farkına varamıyor.21

“Dervişlikte sırr-ı sülük derler bir şey vardır ki işte anınla kat-ı meratip ederek vasıl-ı mertebe-i fenâ fillah yani kendini yine kendinden istihlâk ile hakk’ın zuhur ve tecellisine müzahir olanlar”

(Şeyh Baba Mehmet Süreyya 1330-1332 H. [1911/1912-1913/1914]: 11)

bu yüzden “teklife hacet görmezler.”

Bektaşi ritüalinde “çerağ uyarma”nın önemi belirgin olup, çerağ kutsallaş- mış bir hüviyet kazanıyor.22

Divan edebiyatında, Zerdüşt’ün dinine bağlı ateşe tapanları ifade eden mugan şekli, az çok mana değişikliğiyle “Pir-i mugan”, kâh tarikat piri, kâh meyhaneci yerine kullanılmış. Zerdüştlüğün ilk devirlerinde bu dinin salikleri şarap satıcılarıydılar.

Ve Ermeni kökenli Bektaşi şair Harabi’den:

Biz içeriz lâkin etmeyiz isyan

Helâl etti bize onuncün Subhân

Namaz kıldırmaya bize her zaman

Bir pir-i mugan eylemiş

Zemzem’i terk eyle nûş eyle şarap

Hakikatte şarap içmek pek sevap

Bir pir-i mugana eyle intisap

İhsan etsin sana iç âb-ı hayat

(Zelyut 1974)

Bektaşi-Alevi, sâki-i kevser Hz. Ali’ye intisap etmiş:

“Hacı Bektaş Hünkâr, mübarek ağzını açıp bana dedi, Kevser sâkisi, âlemlerin rabbi Tanrı’nın arslanı, vilâyet padişahı, mü’minler emiri Hazret-i Ali’nin sırrıyım”

(Gölpınarlı 1958: 7)

demişti. Ve bir “tercüman-ı sâki”:

“Erenler meydanında sâki-i merdana aşkolsun. Muhib hanedanın kabrine pür nûr pür şevk olsun. Erenler meclisinde daim sâkilik edene aşk olsun. Hüseyin ile Hasan aşkına içen canlara aşk olsun bercemal-i zat-ı pâk Ali âbar’a salavat.”

“Âbar” “bir”‘ çoğulu olarak “kuyular” demektir. Bu kuyular, herhalde “zemzem” kuyuları değillerdi…

Demeter insanlara tarımı ve Mysterionları vermişti. Bunlar aslında farklı şeyler değillerdi: Mysterionların bir parçasıydı tarım.

* * *

Sözlükler passion karşılığında, “bir acı çekme, his ya da heyecan”, çekilen cefa ve meşakkat, İncil’in İsa’nın cefalarını ve şehadetini nakleden yeri ve bu babda Hıristiyanların icra ettikleri ayin tariflerini veriyorlar.

Cefayı, İsa’dan önce Attis, sonra da Hüseyin çekti, daha birçoklarının dışında. Ama bu işlerin oyuncuları da vardı: Attis için matem tutma gününde rahip Galluslar, iyice “dağıttıktan” sonra Ulûhiyyeti içlerinde hissetmeye başlayıp, ilahi gücün hâkimiyetine geçtiklerinde, kan çıkana kadar kendilerini kamçılarlardı. Ucunda aşık kemikleri asılı kamçıları vardı, bu iş için.

Akla yine Hüseyin’in passionu geliyor:

“… nihayetsiz istilâ dalgalarına uğramış Ön Asya’nın binlerce sene uzunluğunca ezilen köylüleri bu delikanlının (Attis’in) matemini tutmuşlardır. Bu tazallümün İslâmi şeklini ben, Hüseyin hakkındaki matemde görmekteyim.”

(Ruben 1944: 239)

“Her ne kadar Muharrem’in On’u ayini Şii dünyasına münhasır kalmışsa da Hüseyin’in tazizi Sünni âleme de sıçramıştır.”

(Grünebaum 1976: 88)

Bu bağlamlarda yine Mélikoff’u dinleyelim:

“Uzun süre, Alevilerin başlıca kutlamalarının… Anadolu’da on iki gün sürüp Aşûre ile biten Muharrem matemi olduğunu sanmıştım. Oysa ki Anadolu ve Azerbaycan topluluklarının mukayeseli etüdü, Kerbelâ faciasının yad edilmesinin İslâm öncesi bir inanç sistemi üzerine daha sonra oturtulduğunu kanıtlama eğilimini gösterir… Gerçekten Karakoyunlu’larla inançları bunlarınkiyle aynı olan Azerbaycan’ın sair Türklerinde Muharrem matemi bir muvazaadan ibarettir. Aleviler gibi tenasüh ve tecelli (theophany)ye inanan bu kişiler için İmam ölmez… İmam, hep bir mazlum şehit görünümünde kalarak, derhal hayata dönmek üzere, ölmüştür. Ölümün ördeğin dalışı gibi olduğunu söylüyorlar: ördek suya, hemen çıkmak üzere dalar.”

(Mélikoff 1977: 177)

Buraya kadar özetlemeye çalıştığımız veri-olgular, hiçbir şey eklemeye gerek bırakmadan bizi bir gerçeğin ortasına oturtuyor. Aynı bir eksen etrafında dönen, birbirlerine sıkıca bağlı ve birbirlerini tamamlayan bu verilerin hepsi, bir bütün halinde bize büyük bir sonucu aşikâr kılıyor: Uygarlıklar beşiği Anadolu, tarihinin fecrinden günümüze kadar bir fikrin sürekliliğini ısrarla korumuş. Tanrı-toprak-insan iştirakinin gereği fikrininkini. Temel düşünce, zamanla bazı tali değişmelere uğramışsa da özünü bozmadan, bütün büyük dinleri, Hıristiyanlığı, İslamı delip geçerek günümüze çıkmış. Bu düşünce, tüm Anadolu adamının malıdır. Sünnisi de müftünün gözüne baka baka raksediyor; türbelere mum yakıp, süpürge bırakıyor.

Binlerce yıllık ana düşünce, bütün canlılığıyla yaşıyor aramızda, münbitlik rituslarıyla, Mysterionlarıyla, üstüne çektiği ince İslami cilanın altında.

Alevi bu gerçeğin en belirgin ve samimi örneğini oluşturuyor. O, îran Şiiliği ve Caferiliği ile hiçbir ilişkisi olmadan, doğruca bir Anadolu Müslümanlığını temsil ediyor, altından “has boya”nın göründüğü Müslümanlığı. Yaptığı, Mysterion ritusundan başkası olmuyor, orgiası Türk-İslam ahlak kodeksinin paraleline getirilmiş bir ritusundan. Gerisinde bir fark görülmüyor.

Bir makale çerçevesinde söyleyebildiklerimiz (ve sığdırabildiklerimiz) bizi hiçbir tereddüde yer vermeyecek gibi bir sonuca götürüyor: Tarihin şaşmaz devamlılığı.

Us Düşün ve Ötesi

* Homo ludens “Oynayan insan” anlamındadır.

1 Bkz. Oğuz 1984: 1997, üç cilt.

2 Bkz. Oğuz 1976: 179.

3 Bu konular için, bkz. Oğuz 1997 [C.II: 85 vd., 124 vd.

4 Yani “Ali yandaşı” idiler.

5 Esin 1985: 13.

6 Bkz. Oğuz 1984: 371.

7 Küçük Mecmua No. 28.

8 Farsça ser = baş; sal = yıl. Yani “yılın başı” oluyor.

9 Bkz. Vryonis 1971: 372.

10 O tarihlerdeki insanlar arasındaki mutlak eşitlik düşüncesi hatırda tutulacaktır.

11 Bkz. Oğuz 1976: 42.

12 Nonnos: Dionysiaca 1/408. Transl. W.H.H.D. Rouse, London 1962.

13 Bkz. James 1960: 9-10.

14 Bkz. Oğuz 1976: 296, 297.

15 Bkz. Oğuz 1982: 996-997.

16 ‘Orgy’ maddesi, Encyclopaedia Britannica.

17 Güncel Rumcada “beşik” karşılığı.

18 Bkz. Magnien 1950: 124, 126.

19 Mystery maddesi, Encyclopaedia Britannica.

20 Bunların ayrıntıları için, bkz. Oğuz 1997 [C.II ]: 278 vd.

21 Bkz. Ülkütaşır 1975: 196.

22 Bkz. Necib Asım 1343 H. (1924/1925).

Etiketler : ,

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.