Cehennem İlkesi

Cehennem İlkesi

Cehennem İlkesiHasan HarmancıBilimsel gelişme dünyanın düz olduğunu, aşağıda Cehennem, yukarıda cennet olduğunu “biliyordu”. Bunun...

A+A-

Cehennem İlkesiCehennem İlkesi

Hasan Harmancı

Bilimsel gelişme dünyanın düz olduğunu, aşağıda Cehennem, yukarıda cennet olduğunu “biliyordu”. Bunun dayanağı neydi, bu kadar uzaktan bakınca bilmiyoruz. Mitolojiler üretildi, değişmez kitaplar yazıldı bu nedenle. Ama sonuçta dünyanın yuvarlak olduğu keşfedildi ve ilk iddia edilenin aksine kaba-saba korkuların ve dayatmaların en önemli alanlarından olan ve bazı kitapların içeriklerini değiştirmeleri halinde çökecek tasarımlar olan Cehennem ve Cennet’in nerede olduğunu “bilmiyoruz” veya hiçbir zaman bilim adına artık bu sorunun peşine düşmeyeceğiz.

Ancak, eğer insan hiçbir şey bilmediğini düşünseydi, hiçbir şey görmeden ilerlemek zorunda kalacağı bir karanlığın içinde yaşama duygusuna kapılırdı. Tabii, bu insanı çok korkuturdu.

MÖ. 2000-3000’lerde insan bilim sayesinde tanrıların olan biten her şeyi düzenlediğini, dünyayı ve içindekileri yarattığını, güneşi hareket ettirdiğini, geceleri ise ayın ışığını yaktığını, yağmurla toprağın döllenmesini, hayvanların bazılarının özel olduğunu biliyordu. Bu hayvanlarla kan kardeşi olmaya özeniyor, toprağın bereketinin arttırılması tanrıların elinde olduğu için onlara adaklar ve insanı kurban sunuyordu.

MS. 1000’lere doğru bilim insana güneşin kendiliğinden hareket ettiğini, dünyanın üzerinde yükseldiğini ve battığını öğretti. Aya ulaşmanın imkânsızlığı, insanın kuşlar ve böcekler gibi uçamayacağı ya da bazı hastalıkların insanlığın kaderi olduğunu öğrendi.

Günümüze gelindiğinde ise, yeni bilimsel yöntemlerle bilmeyi geliştiren insan, dünyanın yuvarlak olduğunu ve güneşin çevresinde döndüğünü, aya gidilebileceğini ve insanla diğer canlıların aynı kökenden ve evrimsel kopuştan gelmiş olabileceğinin mümkün olduğunu biliyor. Bilmek insanlığı ve doğayı bize göre daha da özgürleştirdi. Ancak doğrusu doğa aynı, değişen bizim düşüncelerimiz.

Bu böyle düşünüldüğünde en başta bildiğimiz şey yanlış değildir. Sadece daha ayrıntılı bilmiyorduk. Dünyanın belli bir dengeye sahip olduğu ve bu dengenin bütün bir evrenle ilişkili olduğunu bize öğreten, en iyi bildiğimiz şeyleri bile yeniden sorgulamamızla ilgilidir. Daha küçük şeyleri görmek için mikroskop veya mercek, daha büyüklerini görmek için ise dışına çıkmayı başardığımız ölçüde gerçeğe yakın olduk. Sonuçta biz bir yıl, on yıl, yüzyıl sonra da aynı şeyi göreceğiz, ancak farklı açılardan ve daha doğrulanmış olarak. Bunu yaratabilmenin öncelikli gerekçesi ise “kuşkuculuk”tur. Bildiğimizle kalmamamızdır.

Bilim yöntemi ile olsun olmasın, çoğunlukla başkaları ile aynı fikirde olmadığımızı söylemek kolay değildir. Dar koşullarda bunu kolayca söylemek mümkün olsa da, toplumun bütünü karşısında fikirlerimizi, beli bir konudaki yorumumuzu belirtmemiz zordur. Bunu gerçekleştirmeye başladığımız andan itibaren ise gruptan uzaklaştığımız fikri önümüze set olarak çıkabilir. Bu düşünce ilişkileri özellikle parti, dernek vs. durumlarında olunca, doğal olarak işin içine “cesaret” de giriyor. Bu cesaret fırtınalı bir havada kayalıklara tırmanmayı gerektirdiğinde ise, “eleştirel zekâ” ile “kötü niyet” arasında sıkışılmış olunabilir.

Aleviliğin ilkesel Gücü

Peki, bu nasıl aşılacak. “eleştirel zekâ”ya sahip olmak demek, kabullere ve kesinliklere karşı kuşkucu yaklaşmaktır. Bu bilimin kabul ettiği bir yöntemdir. Yenilikler ve keşifler “eleştirel zeka” ya sahip olanlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu Alevilik gibi öğretilerde şöyle bir alt yapı ile her zaman hazırdır: Tektanrılı dinlerin emrettiği ve öğrettiğinden farklı olarak “tekrarlamayı reddetmek” ve iyi bilinen bir şeye “alışmanın önüne” geçmek.

Bu insanlığı bilim, felsefe, sanat, edebiyat, keşif vb. yollarla üretilenlerin yol göstericiliği ile kendini tekrarlamaktan kurtarmıştır. Bu kolay olmamıştır. Kutsal kitaplar dünyasının egemenliği dönemlerinde toplumsal bir harekete dönüşen bu kitap taraftarlıkları ve güçlü örgütlenme, yeniliği kabullenmeyi, akılsal eleştiriyi engellediği için farklı düşünmenin yanıtı, ölüm dahil her türlü cezayla verdi. Bu cezalara karşın insan kuşkudan vazgeçmedi ve “eleştirel zekâ”yı kullanmaya devam etti.

Aleviliğin kullandığı en önemli felsefi dönüşüm bilgisi bu dönemlerde oluştu: “Akıl süzgecinden geçmeyen hiçbir şey şerî (yasa) olamaz”. Bu nedenle tarihin bilimsel gelişimi; dünyanın düz olduğundan, cehennem ve cennetin var olduğundan, tanrıların olan biten her şeyi düzenlediğine taşındı. Yeni gelişmelerle bilim ve Tanrı aynı şeyi düşünerek güneşi hareket ettirdi, geceleri Ayın ışığını yaktı, fırtına, yağmur ve rüzgar gönderdi.

Bu her ne kadar dinsel bir gelişim veya değişim gibi görünse de, işin aslı bilimin yeni verileriydi. Alevi felsefesinin teosofik yapısı, dünyanın yuvarlak olduğu ve güneşin çevresinde döndüğü, aya gidilebileceği, insanın kalıtsal hastalıkları genleri aracılığı ile taşıyabileceği, evrenin bir patlama (big-bang) ile gerçekleşmiş olabileceği, evrende sadece görünen yıldızlar ve gezegenler olabileceği, canlılığın suda ve hücresel başladığı, canlılığın bitmediği; “vardan yok, yoktan var olunmadığı” vs. gibi nice bilimsel belgeli görüş dinamikliği içinde, koruma ve korunmak amacıyla “sır”lı düşünceymiş gibi yerleşebildi.

Aleviliğin “eleştirel zeka”sı bilim yöntemi ile birleştiğinde özellikle sosyalleşme ve toplumsal devinimde önemli bir hedeflemeye dönüştü. Bunun en önemli göstergelerini 1960’larda başlayan, ancak öncesi Fransa’da ateşi yakılan, “özgürlük eşitlik, kardeşlik” şiarının Alevi- Bektaşi düşüncesi içinde yer bulup, Osmanlı’nın I. ve II. Meşrutiyetine giden beklentilerine, oradan Jöntürkler (Jeunes Turcs) Hareketine, İttihat ve Terakki içindeki yenilenme çabalarına, ardından Cumhuriyet içindeki yapılanmaya; seküler ve mülkiyetçi kabullere kadar taşınabildi.

“Kaşık” ile “Kepçe”nin Taraftarlığı

Bu gelişimin ivmesine ve gücüne rağmen, yaşamın kalitesi, adalet ve kültürel ifade ve etnik kurumlaşma bazı sosyal kesimlere “kepçeyle”, Alevilere ise “küçük kaşıkla” sunuldu. Muhafazakarlığın gelişmesi ve toplumsal egemenliğini ilan etmesiyle birlikte ise bu “eşitlik” aleyhte konumunu güçlendirdi. Bu süreçte küçük de olsa “kaşığın” tam Alevilere uzatılırken neden birden bire düştüğü hiçbir zaman anlaşılamıyor. Bu kaşığın “düşme zorunluluğuna” Aleviler alışık olsa da, umutlarını sürdürme konusunda “eleştirel zeka”larını yitirdiklerini görmekteyiz.

Bu korku verici bir durumdur. Aynı zamanda “eleştirel zeka”nın üretildiği noktaya göre, “kötü niyet” sorunudur. Alevilerin bu örgütlenme ve tecrübe ilişkisini düşündüğümüzde, kendisine karşı “kötü niyet”in çok da yaşam ilişkileri ve beklentileri ile uyumlu gitmediğini görmekteyiz. Kimilerinin epey abartmaları ile öne sürdükleri onbinlik tarih sürecinde Aleviliğe kala kala bu boş itirazcılık ve sorgulamada kabullerin bir değerinin olmadığını görüyoruz. Bu Aleviliğin kendi adına bir şey yapmaması anlamına gelir. Kuşkucu Aleviliğin bu yeni süreçte düşündüklerini ya da söylediklerini kanıtlamaları gerek. Yoksa küçük “kaşık” hep havada asılı duracak. Ve Aleviler de “ne var bunda, durum hep böyle, biz böyle alıştık” diyecekler. Çünkü havada asılı gibi duran kaşığın ikide bir düştüğünü de fark edemeyecekler. Bilmeleri için önemli bir noktayı da görmeliler; havaya atılan şeyler eğer düşme konumları, yükseklik ilişkileri, dayanak gerçeklikleri bilimsel değilse, muhakkak ki yere düşer. Düşme görülemiyor veya saptırılıyorsa işin içinde bir oportünist tutum belirir.

İşte bu nedenle bir bilme yolunu izlemek gerek. Bilmeden hareket etmek “korku”yu çoğaltır, “eleştirel zeka”yı eritir. Keşfetmek veya yenilenmek için, “her şeyi bildiğimizi düşünmek, hiçbir şeyi yaratmamak”tır. Üstelik bu “haklı olma” durumunda bile hiçbir işe yaramaz. Cesaretin ve toplumsal söylemlerin nerede, nasıl ve kime karşı söylendiği, ne kadar bilimsel olduğu, sosyal yapıya, toplumsal dokuya ne kadar hitap ettiğine önemli ölçüde bağlıdır. Alışkanlıklar aklı uyutur. Aklı uyandırmanın yolu “kaşığın” neden düştüğünü bilmek -ezberlemek değil- ve 2+2’nin toplanınca hep aynı sonucu doğurduğunu görmek yerine, nasıl toplandığının bilinmesidir.

Aleviler onları uyutanlar gibi sadece bakmayı istedikleri tarafa bakmayı tercih ediyor. O baktıkları yeri iyi biliyorlar. İşin aslı bu değildir. Önce kendi örgütlerinin kendi yaşam beklentileri ile uyumlu olup olmadığı konusunda uyanmalılar. Sonra bilimsel gelişimde kullandıkları ve kültürel özellikleri olan teo -sofik özelliklerinin ne söylediğine bakmalılar. Yoksa içlerinde de dışlarında da onları uyutacaklar hep çıkıyor. Kimi tarihleriyle oynuyor, kimi güncel politikanın oyuncağına çeviriyor, kimi de “sırtları”ndan kaşıkla verip, kepçeyle alıyor. En tehlikelisi yine onların boyunları üzerine oynanıyor. O da orada “boza pişirme”ye devam edenleri bile taşıma alışkanlıklarıdır. Bu kayıtsızlık veya olunlar karşısında, çocuklarımız bize sormayacaklar mı; “sizi tüketenlerle bari iyi vakit geçirdiniz mi, yoksa havada rüzgarın nereye götürdüğünü bilmeden mi sürüklendiniz” diye.

Çok şey bilenlerin hiçbir şey bilmediği yerde seçim yapmak, karar vermek olanaksızdır. Bu koşulda, sizin yerinize karar veren ya başkalarıdır, ya da onların “kader”leştirdiğidir. Alevilik gerçekte felsefe ve sanat olarak bunu mu biriktirdi. Yoksa bilimsel varlığını tüm toplumsal yapısına katarak güçlü, anlaşılır, karışmamış, karıştırılamaz olmayı mı geliştirdi. Yoksa o da bilirdi “cennet” ve “cehennem” düşleriyle avunmayı ve savunmayı değil mi.

Hasan Harmancı

<!--

var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';

var path = 'hr' + 'ef' + '=';

var addy65971 = 'hasan.harmanci' + '@';

addy65971 = addy65971 + 'hotmail' + '.' + 'com';

var addy_text65971 = 'hasan.harmanci' + '@' + 'hotmail' + '.' + 'com';

( '' );

65971 );

( '' );

//-->n

<!--

( '' );

//-->

<!--

( '' );

//-->

Alevihaber.com - 14 Eylül 2010

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.