Devrimci-Yol ve Devrimci-Sol

Devrimci-Yol ve Devrimci-Sol

Mahirler tıpkı Denizler ve İbrahimler gibi silahlı mücadele ekseninde kimi eylemlere giriştikten sonra, Kızıldere’de Deniz Gezmişleri idamdan kurturamak...

A+A-

Mahirler tıpkı Denizler ve İbrahimler gibi silahlı mücadele ekseninde kimi eylemlere giriştikten sonra, Kızıldere’de Deniz Gezmişleri idamdan kurturamak için giriştikleri eylemlilik süreci esnasında öldürülürler, dolayısıyla THKP-C’nin merkez kadrosunun hemen hemen tümü fiziki bir imhayla karşı karşıya kalır. 12 Mart sonrası üniversitede ülkücülerle çeşitli yoğunluklarda çatışmalar yaşayan ve THKP-C’ye sempati duyan gençler örgütlenmeye başlayarak, 1977 1 Mayıs’ında kendisini deklare edecek olan Devrimci-Yol hareketinin temelini oluşturdular. Bu hareket bir parti veya örgüt olmaktan ziyade çeşitli dinamikleri içerisinde barındıran, daha yatay ve THKP-C’nin ana tezlerini sahiplenen ancak öncü savaşı stratejisini farklı yorumlayarak, onun yerine ‘anti-faşist’ mücadeleyi ana eksenine oturtan bir hareket olarak ortaya çıktı. İşin ilginç yanı Mahir’in tezlerine hiçbir zaman cepheden karşı çıkmadan tam tersine onun kavramlarını kullanarak öncü savaşı stratejisi dışında, yaygın kitlesel ve tam olarak yapısı belirli olmayan bir harekete dönüştü. Dili, üslubu özellikle üniversitelerde ve Anadolu’da yükselen bir gençlik hareketini Mahir Çayan ‘efsanesi’ üzerinden kucaklayabilecek, onun otoritesine dayanarak tespitlerini benimseyip bambaşka bir siyaset kurgusuna oturtabilecekti. Varlığı süresince Fatsa’daki yerel yönetim deneyinden ODTÜ-ÖTK deneyimine kadar özgün ve çeşitli yerel mücadele pratikleri yaratabilmiştir. 1978 yılında ise Mahir’in tezlerini uygulamadıkları ve öncü savaşının esas alınmadığı iddiasıyla Devrimci-Yol’un İstanbul grubunun ciddi bir çoğunluğu ayrılır ve Devrimci-Sol dergisi etrafında toplanarak PASS’ı uygulamaya çalışır. Devrimci-Yol her ne kadar militan bir gelenek olsa ve Türkiye’deki ‘sağ-sol’ çatışmasını bir iç-savaş olarak değerlendirse ve sistematik bir silahlı mücadele vizyonuna her ne kadar sahip olduğunu iddia edip bu doğrultuda bir eyleyiş sürecine girmiş olsa da, her daim toplumsal hareket ile anti-faşist mücadele arasında bir gerilim yaşıyordu, Dev-Yol için her ne kadar bu ikisi ayrıksı durmuyorduysa da. 12 Eylül darbecilerinin sonradan temel argümanı olacak olan ‘sağ-sol’ çatışması süreci içerisinde Ellen Feldman’ın da bahsettiği gibi tüm mekansallıkların şiddetle anılması ve savaşan tarafların dışında bir politik alan tahayyülünü neredeyse imkansız kılma durumu 70′lerin sonuna gelindiğinde genel olarak tüm hareketlerin özel olarak da aralarında en kitleseli olan Devrimci-Yol’un, Türkiye’deki ana mücadele hattını anti-faşist mücadele olarak koyması önemli bir faktör. Bunu da bir ‘iç savaş’ olarak nitelemesi ve sonradan çok eleştirileceği üzere anti-faşist mücadeleden aslında geniş bir toplumsal mücadelenin bir parçası olarak uygulanan bir anti-faşizm değil ‘faşistlere karşı mücadeleye’ fiiliyatta dönüşmesi, faşizm tanımının bazen ülkücülere bazen de rejimin niteliğine atıfta bulunması ‘ant-faşist’ mücadelenin tam olarak ne olduğunu bulanıklaştırmaya da elverişliydi. Bunun ötesinde Devrimci Yol sadece iç savaş tespiti yapmıyor stratejik olarak ‘iç savaşın derinleştirilmesi’ yönelimini savunuyordu.

Kısacası şu veya bu biçimde PASS ve Mahir Çayan’ın retoriğinin izleğinden gidildiğinin bir ispatı ve Devrimci-Yol’un ilk temelini atan dinamiğin üniversitelerde ülkücü saldırılara karşı gençliğin örgütlenmesi ile oluşması, daha sonraki ülkücülerle/devletle karşı karşıya gelişlerde başvurulan kavram ve siyaset algısı haznesini ve hafızasını oluşturacak, dolayısıyla mücadele ana eksen olarak askeri terimlerle ifade edilmeye devam edilecekti, Dev-Yol’un çok yaygın kitle bağlarının yanı sıra silahlı birlikleri ve yapılanmaları da mevcuttu. Tüm hareket ‘faşizme karşı savaşabilecek bir örgütü’ yaratma hedefine odaklanıyordu, kitle ilişkileri ise şu veya bu biçimde ‘zaten var’ gibi bir anlayışla ele alınıyordu, dolayısıyla bir daralma ihtimali o denli kitlesel olunduğu dönemlerde pek algılanamıyordu. Benjamin, şiddeti hukukun temeli olarak görür ve bunun en önemli dışavurumunu da ölüm ve yaşam üzerindeki şiddet olarak görür. Hukuk, kendisini, şiddetin ölüm ve yaşam üzerindeki icrası dolayımıyla teyit eder . Tam da başka bir hukuku mümkün kılmamak üzere gelişen ülkücü hareket ve devletin müdahalesine 12 Eylül’denn sonra bir yanıt, yeniden bir karşı-hukuk tahayyülü ancak Devrimci-Yol’un aslında 12 Eylül öncesi yapmış olduğu hatta daha da önce THKP-C’nin silahlı propaganda yöntemine başvurularak mümkün olabilirdi. 12 Eylül’e gelindiğinde ise Dev-Yol diğer gruplarla birlikte (Dev-Yol, PKK, Emekçi, SVP, TKEP, Acilciler, Devrimci Savaş ve İşçinin Sesi) amacını şu şekilde açıklayan Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi’nin bileşeni olur:

“Ülkemizde, tekelci burjuvazinin açık zora dayanan faşist devletini yıkmanın, halkın devrimci demokratik iktidarını kurmanın tek yolu devrimdir. FKBDC bu hedefe uygun bir siyasal ve askeri çizgi izleyecek, örgütlenme biçimlerini bu hedefe göre biçimlendirecektir[…] Çok yönlü bir mücadele ve örgütlenme anlayışını benimseyen FKBDC’nin bu amaçla başlatacağı çalışmalar, Türk ve Kürt halklarının kurtuluş mücadelesi yolunda atılmış önemli adımlar olacaktır”

Ancak kırsalda gerilla faaliyeti yürütmeye çalışılsa da özellikle 1982 yılında parlamenter bir rejime geçildiği iddiasıyla hareketin o dönemki Avrupa Sorumlusu Taner Akçam’ın inisiyatifi ile bu girişim de bir son bulur: ”Aynı süreçte yurtdışındaki ‘politik merkezde’, Türkiye’de 6 Kasım 1982 tarihindeki referandum sonrasında parlamenter rejime geçişle birlikte izlenecek siyasal çizgi konusunda bir görüş ayrılığı ortaya çıktı. Taner Akçam ve çevresi parlamenter rejime geçiş sürecinde silahlı mücadelenin yanlış olacağını vurgulayarak başlattığı tartışmayı, süreç içerisinde ilerleterek örgütsel yapının tümüyle dağıtılması ve demokratikleşme dinamiklerine dahil olunmasına dek vardırdı. İbrahim Sevimli ve çevresi ise örgütsel yapının dağıtılmasına karşı çıktı. Dağdakiler, Taner Akçam’ın sivil toplumcu analizlerine kökten bir direniş göstermediler. Bu görüş ayrılığı sürmekte olan ‘bütün politik-pratik faaliyetlerin durdurulması ve toparlanmaya yönelik örgütlenmenin dağıtılması’ noktasına ulaştı. Devrimci Yol’u toparlamak için kurulan platform bu duruma bağlı olarak FKBDC’den çekildi.”

Kısacası 1977-1980 arası Devrimci-Yol’un kendisini üzerinden kurguladığı iç-savaş ve anti-faşist mücadele ile toplumsal hareket içerisinde oynayacağı rol arasındaki gerilim, veya en azından bu ikisini ne şekilde ‘Birleşik Devrimci Savaş’a dönüştürebileceği sorunsalı, tam da beslendiği kavramsal hazine ve hafızanın başka bir hukuk için, şiddeti, zarruri kıldığı bir anda, 12 Eyül’de, yine aynı kavramsal manzumenin sadece bir parçası olan ‘demokratik mücadelele’ lehine ortadan kaldırılarak, ‘tutarlı’ bir hat izleniyormuş izlenimi geçici olarak da olsa verdi, ancak bu içeriden gelen eleştirilerden yoksun kalmadı da.

Dolayısıyla ‘iç-savaş’ kavramı 12 Eylül öncesi yükselen toplumsal hareket ile bağları koparıp, mekanı ve zamanı iki karşıt gücün çatıştığı ve başka bir siyasal duruşun tahayyül bile edilemediği, siyasetin yalnızca silahlı eyleyiş dolayımıyla var olabileceğini daha da ötesi bunun giderek, bu yazının da girişinde belirttiğimiz üzere, öncüye/kadroya yüklenen ‘tarihsel misyon’ üzerinden giderek ‘devrimcilerle’ ‘faşistler’ arasında bir çatışmaya dönüşmesi, bu şiddet ekonomisinin temsil siyasetiyle kesişmesi (çünkü devrimci, her ne kadar halkı örgütlemesi gerekse de bu süreçte iyi veya kötü kendi bedenini onun tarihsel çıkarlarının yumağına dönüştürmüş kişiydi ve böylece ‘faşistlerle’ mücadelede bir yandan ‘halk’ diğer yandan da ‘faşistlerin’ olduğu varsayılabiliyordu) ve Devrimci-Yol literatüründe de giderek karşılığını bulması devletin yönetimsellik stratejisi için aslında bir bağlantı noktası oluşturabilmişti. Dolayısıyla THKP-C’den devralınan o kavramsal hazine, tam da devletin yöneliminin kendisini üzerine kurabileceği bir zemin sunmaya başlıyordu.

Aynı şekilde ‘demokratik mücadele’ söylemi ve Devrimci-Yol’un bu kavrama atfettiği yer üzerinden, belki 12 Eylül sonrası asıl şiddetle kurulan bir hukuka karşı şiddetle bir karşı-hukuk tahayyülüne yol açabileceği koşullarda aslında tam da bunun önünü kesen bir söyleme dönüştüğünü görmemiz pekala mümkün, tabi ki bu süreçlerin hiçbiri doğrusal ve çelişkisiz gelişmedi, bizzat kendi içerisinden direnişle karşılaştı, bu direniş her ne kadar politik bir projeye evirilememiş olsa da; Dev-Yol gerillası Mahmut Memduh Uyan, durumu şu şekilde ifade ediyor: “Yaşadığımız en büyük moral bozukluğu Avrupa’daki arkadaşların bizlere duyurmadan kendi kendilerine daha önce birlikte oluşturduğumuz politikalardan uzaklaşıp başka fikirlerle, konumlara ulaşmalarıydı. Devrimci mücadele bir yana, sıradan arkadaşlığa bile yakışmayan bir yaklaşımı arkadaşlar bizlere karşı yapmıştı.”

[…]

Bütünsel bir devrimci hareketin kırsal alandaki politikalarını yürüten bir yapılanma olarak kendimizi düşünürken, kırsal alan dışında politikaların hayata geçmediği, toparlanma çalışmalarının yapılmadığını gördük.

[…]

Toplumsal mücadele ‘demokrasi mücadelesi’ ekseni üzerine gelişecekti. Bunun anlamı sisteme karşı nasıl bir toplum ve demokrasi istediğimizi alternatif olarak ortaya koyabilmekti.

[…]

Yurtdışındaki tartışmalar bize ulaşıncaya kadar neredeyse hiç kaybımız olmamıştı ama tartışma, yeni durumu aşma çabası içerisindeyken üst üste kayıplar vermeye başlamıştık. Bunun üzerinde [şehirde faaliyet yürütmek üzere kısa bir süre kaldıktan sonra] tekrar kıra arkadaşlarımızın yanına dönerek tartıştık. Kırdaki varlığımızı en asgariye indirme kararı aldık.”

Sonralardan bu ekip, gecekondu halkı, aydınlar ve ‘eski ilişkiler’ ile yurtdışındakilerle şehirde devrimci faaliyet yürütmeye çalışır. Ancak Devrimci Yol geleneği, 1980’lerin sonundaki öğrenci hareketinin yükselişine kadar, tarihsel bir rol oynayamayacak, devrimci-yolcular mücadelenin içinde olsa bile Devrimci-Yol diye bir yapılanmadan artık söz edilemeyecekti. Şu anda büyük bir kısmı ÖDP yöneticisi ve Birgün gazetesi yazarı olan ve Mamak cezaevinde ‘çözülen’ tüm önder kadrosunun cezaevinde bulunmasıyla birlikte uzun süre merkezi bir yapıdan yoksun kalacak, uzun bir ‘tartışma sürecine’ girerek ancak sonradan yasal alanda kurulacak olan ve çeşitli geleneklerden sosyalistleri kapsayan ÖDP’ye evrilecek, 80′lerin sonunda öğrenci hareketinden çıkan kadroların bir kısmı ise bu sürece katılmayıp şu anda Halkevleri/sendika.org etrafında toparlanacaktı. 80′lerin ortasında PKK tam da darbe koşulları altında THKP-C’nin öne sürdüğü strateji yani öncü savaşı ile bir halk hareketine dönüşebildi, öte yandan Türkiye’nin batısında ise 80’lerin sonunda yükselen işçi-öğrenci-memur hareketiyle birlikte yine başka bir toplumsallık tahayyülünü ve örgütlenmesini sistematik şiddet üzerinden kuran Devrimci-Sol da aynı şekilde başka bir hukuku tahayyül edilebilir kıldı, Fanon’un veya Satre’nin deyimiyle şiddet özne yapıcı/kurucu bir olguya dönüşme zeminine sahipti bu koşullar altında. Zira 1980′lerde Mamak Cezaevinde Devrimci-Yol tüm ‘büyük’ iddialarının tersine tek-tip kıyafet uygulamalarından, savunmalarında bir örgüt olmalarını reddetmeye kadar varan süreç içerisinde iddialarının hiçbiri gerçek hayatta karşılık bulamadı; ki bu Türkiye Devrimci Hareketinde Dev-Yolculara karşı en sık kullanılacak olan tarihsel bir gerçek olacaktı. Ancak yine aynı zaman kesiti içerisinde Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği (TİKB) 12 Eylül zindanlarından ve işkencelerinden tüm örgüt olarak ‘çözülmeyerek’ çıktığı, nicel olarak ufak ancak sert bir tutum aldığı için ‘demir leblebi’ olarak anılacaktı.

Aynı şekilde, yekpare bir biçimde bir direniş sergileyemese de Devrimci Sol çevresi de cezaevlerindeki direnişlere ve özellikle de Ölum Oruçlarına katılacaktı. 1980′lerin sonunda ve 1990′ların başında özellikle devlet görevlileri ve birçoğu emekli askeri personele karşı yürüttüğü silahlı eylemlerle, Armutlu’da gecekondu kurma süreci içerisinde göstermiş olduğu inisiyatif ve her şeyden önemlisi bünyesinden bu mücadeleleri toplumun anlam/ahlak dünyasının kavramsal hazinesi ile devrimci söylemi estetik bir biçimde birleştirebilen Grup Yorum’u ortaya çıkarabilecekti. Devrimci Sol Güçler ve onların çeşitli askeri-örgütsel uzantıları toplumsal mücadelenin yükselişe geçtiği 90′lı yılların başında Türkiye’de demokratik alanların ancak kısıtlı olarak kullanılabildiği koşullarda toplumsal mücadeleye seslenen sivil itaatsizlik, milis ve daha sofistike askeri eylemler ile o konjonktürde hangi ‘halk kesimi’ daha dinamikse ona seslenebilecek bir esneklik sergileyebildi. Bunun yanı sıra bütünsel bir söylem, militan bir eylem, halkın anlam dünyasına uygun bir retorik/estetik ile gündeliği örgütleyen bir pratiği örtüştürmeyi başarmıştı. Esnekliği, birçok siyasi yapının Marksizm’i emek-sermaye eksenli ve dolayısıyla hedef kitle olarak da salt işçileri seçmesinin aksine; önceden Devrimci Yol hareketinin ve benzer ‘halkçı’ hareketlerin başardığı gibi toplumda var olan kültürel kodları esas alıp, bunu devrimci söylemle harmanlayıp, pratiğiyle ‘devrim’ ile kurulacak başka bir toplumun kolektif yapılarını bugünden inşa edebilme, Benjamin’in anlattığı mesihvari bir mücadele destanı ve ahlak anlayışı içerisine silahlı mücadeleyi oturtabilmişti. Gerek Armutlu’daki mahalle kuruluşu, gerek işçiler arasında yürüttüğü faaliyetler, öğrenci hareketi içerisindeki nüfuzu ve yürütmüş olduğu silahlı mücadele örgütün yayın organını Mücadele’de kullanılan üslubun Grup Yorum’un şarkılarıyla diyalog içerisinde bugünde vücut bulabilen alternatif bir toplumsallık tahayyülünü ve zaman algısını mümkün kılabiliyordu. Yıkıcılık (silahlı mücadele) toplumsal hareketin yükseldiği dönemlerde aslında kurucu (Armutlu veya Simitçiler Derneği -SİM-DER- veya İşportacılar-Derneği –İŞPOR-DER- gibi kolektif yapılarla) bir politikanın bütünsel bir parçası haline gelebiliyordu.

Böylece o dönemler Türkiye solunun bir parçası olarak görülen PKK bir yana Dev-Sol, devrimci siyasetin merkezine oturacaktı; tüm diğer grup/çevre ve partiler ancak ve ancak Dev-Sol’un ortaya koymuş olduğu şiddet dozajını esas alarak kendi ‘devrimcilik iddialarını’ koruyabiliyorlardı, zira özellikle sosyalizmin dünya çapında bir alternatif olduğu dönemlerden kalan bir alışkanlıkla, ağırlıklı olarak ‘yıkıcılık’ ile eşdeğer olarak algılanagelen silahlı mücadele Türkiye devrimci hareketi için merkezi bir kriter, bununla birlikte öncüye yüklenen misyonla beraber de ‘cesaret’ ve ‘fedakarlık’ bir devrimcide aranan ve örgütlerde inşa edilmeye çalışılan olmazsa olmaz ruh halleri idi.

Hiçbir muhalif siyasi faaliyetin devlet şiddetine maruz kalmaksızın yürütülemediği 90′lı yılların Türkiye’sinde her türlü mücadelenin içinde, yani Benjamin’in anlattığı üzere hukuk koruyucu şiddete karşı gelmenin tek yolu; karşı hukuku oluşturabilecek kolektif yapılar inşa ederek ve onların bir dışavurumu olarak, bu hukuku evrenselleştirme ve var olan egemen hukuku geriletmek için karşı-şiddet uygulamaktan geçiyordu, 12 Eylül günlerinde bu alternatif hukukun vuku bulacağı yapıları bile tahayyül edebilmek için şiddet (sadece silahlı mücadele değil) zaruri bir mücadele bileşeni halini alıyordu. Sesin kelime şeklini alıp dünya kurucu bir şeye dönüşmesi, benliğin üzerinde inşa edilebileceği kavramsal düşünceye zemin sunması için Holloway’in dediği gibi önce bir çığlık gerekiyordu:

“Önce çığlık vardı. Feryat ediyoruz. Okuma ve yazma eylemleri, bize önce sözün değil çığlığın varolduğunu kolaylıkla unutturabiliyor. Kapitalizm sonunda kötürüm ettiği insan yaşamıyla karşı karşıya kalan keder çığlığını, öfke çığlığını, red çığlığını: HAYIR Kuramsal düşüncenin çıkış noktası muhalefet, reddediş ve mücadeledir. Düşünce, aklı selim tavırdan veya ‘düşünürün’ beylik imajı olan varoluşun-gizemlerine-kusur-bulan-makul-duruştan değil, hiddetten doğmuştur” Çığlığın kelimeye şiddet dolayımıyla dönüşmesi için –Franz Fanon’un da bahsettiği üzere özne olabilme süreci- kendi farkındalığı üzerinden dünyaya varoluşunu kanıtlayıp, varoluşunun bu dünyadaki reddiye ve kabul gerilimi içerisinde tarif edip, bunu evrenselleştirme, bir hukuka dönüştürme pratiği diyebiliriz; PKK ve Dev-Sol’un da yaptığı buradan da okunabilir. 1996 yılına kadar yükselen Kürt, öğrenci, işçi, memur, gecekondu ve Alevi mücadeleleri Dev-Sol gibi yapıların varlığını idame ettirmek ve toplumsallaşabilmek için zemin hazırlarken, diğer yandan özellikle 1996 Ölüm Orucu sürecinin geçici kazanımları ve gerilla faaliyetleri giderek toplumsal mücadelenin geri çekilmeye başladığı bir ortamda kullanılan söylemin giderek devletin yönetimsel teknolojileri ile farklı bir diyaloğa girdiği bir hal almaya başlıyordu. Dev-Sol kamusallığını, başka bir hukuka ve zamansallığına çağrısını ağırlıklı olarak bütünsel bir ahlak-pratik-estetik manzumesi, yani dünya kurucu bir pratik olarak yaratmış olduğu ve dolaşıma soktuğu ve gerçek hayatta tekabüliyeti olan kültürel değerler üzerinden yapabiliyordu.

Suphi Nejat Ağırnaslı

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.