Esat KORKMAZ : Bugün ezilenlerin rüyası yok

Esat KORKMAZ : Bugün ezilenlerin rüyası yok

Anadolu'nun kültürel köklerini araştıran Yazar Esat Korkmaz:Bugün ezilenlerin rüyası yokBİR YUSUF YAVUZ RÖPORTAJIDIR... 1.BÖLÜM Esat Korkmaz,...

A+A-

Anadolu'nun kültürel köklerini araştıran Yazar Esat Korkmaz:

Bugün ezilenlerin rüyası yok

BİR YUSUF YAVUZ RÖPORTAJIDIR...

Esat KORKMAZ Söyleşisi : Bugün ezilenlerin rüyası yok

 

1.BÖLÜM

 

Esat Korkmaz, Anadolu’nun derin kültürel kökleri üzerine önemli araştırmalar yapan bir aydın. Ortaya koyduğu çok sayıdaki nitelikli eserle de üretken bir araştırmacı olan Korkmaz, Türkiye'de solun kitleyle iletişim kuramama gibi bir problemi olduğunu öne sürüyor. Uzun yıllardır yaptığı araştırmalara dayanarak  “bu toprakta 700-800 yıllık bir dil vardır. Ezilen kitle bir dil yaratmış. Sen bu dili kullanmıyorsun, bu dilden habersizsin” diyen  Korkmaz, bu dilin güncellenmesi durumunda Türkiye'de büyük açılımlar olacağını iddia ediyor. Çünkü Korkmaz’a göre  bu günkü Türkiye’de  ezilen insanların bir rüyası yok. Ağırlıklı olarak Alevi toplumuna seslenen Serçeşme Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmenliği’ni de yapan Esat Korkmaz, “şimdi bu toprağın değerlerini güncellemek, yeniden  bakmak lazım” diyor ve ekliyor: “ Yoksa Ortodoks inancın ördüğü ağ içerisinde kendi acımıza ve sıkıntımıza bir tanı koyamadan debelenip duracağız…

Anadolu'nun ruhunu oluşturan kültürler hakkında yaptığı nitelikli çalışmalarla tanınan Esat Korkmaz'la  Anadolu'daki  isyan ve başkaldırı kültürünün derinliklerini, Şeyh Bedreddin'i, bu günkü Alevi toplumunda yaşanan yozlaşmayı ve Batıniliğin bilinmeyen yönlerini konuştuk.

- AKP'nin hazırladığı yeni anayasa taslağındaki Ortodoks kültürlerin dışında kalan kültürlere, örneğin Alevilik gibi değerlerin nasıl ele alındığına dair düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum öncelikle. Çünkü sizin çalışma alnınızı oluşturan kültürel değerler çok geniş bir alanı kapsıyor ve bu konudaki söyleyeceklerinizi merak ediyorum. Neler söyleyeceksiniz?

- Yeni anayasa tartışmaları doğru dürüst yapılmadı. Bir kere yapılacak anayasanın Alevileri kucaklamasını istiyorsak, bunun tanrısız bir anayasa olması gerekiyor. Tanrı işin içine girdiği anda Aleviler büyük zarar görür. Allah'ı bu işin içine sokmayacaksın. Laiklik gereği bunun böyle olması gerekiyor. Bir kere zorunlu din dersinin kesinlikle anayasadan çıkartılması gerekiyor. Zorunlu din dersi diye bir şey olmaz. Hatta Alevi- Bektaşi inancında bile kendi inancını başlangıçta çocuğuna verme diyor. Burada da sorun çıkabilir çünkü. Çocuk, önce düşünmeyi öğrenecek. İnanç düşünmenin bir sonucu olacağı için böylesi daha doğru. Batıni inanç yeterince tartışılmıyor. Eğer doğru biçimde tartışılabilseydi; Batıni inancın, düşünülerek, emek verilerek elde edilebilen bir inanç olduğu anlaşılırdı. Düşünmezsen inancın yoktur. Çünkü burada bir şeyi kabullenerek inancını oluşturmuyorsun. Yine Bedreddin'e başvuracağım burada. Varidat'ı ben yeni bir yorumla hazırlamıştım. Burada diyor ki; " tanrı, doğanın eğilimine ters buyruk veremez." Yani yumurtaya sen civciv olmayacaksın diye bir emir veremez. Doğanın içindeki yasaya, eğilime aykırı bir emir veremezsin. Ne demektir bu. Doğanın içindeki kural ve ilke tanrının kuralı ilkesidir. Tanrı yumurtaya " sen güzel bir civciv ol" biçiminde buyruk verebilir, çünkü onun içindeki eğilim budur. Tohuma "ağaç ol" diyebilir. O zaman sen tohumun içindeki kuralı öğrenmeye başladığın anda inanç kuralını ortaya çıkarırsın. İnanç kuralı bir keşif işidir, diyor. Keşfedeceksin. Ağacın, taşın, toprağın içindeki kuralları alt alta sıraladığın anda inanç kurallarını da sıralamış oluyorsun. Tabii bu müthiş bir şey.

- Bunlar felsefi olarak müthiş bir şey ancak güncel siyasi çerçeveye oturtmaya katlığınız anda bir sorun olarak algılanmayacak mı?

Esat Korkmaz:1946'da Manisa/Demirci'de doğdu. Fikir Kulübü (FK) Yönetim Kurulu ve son dönem Devrimci Gençlik Federasyonu (DEV-GENÇ) Genel Yönetim Kurulu üyeliklerinde bulundu. 12 Mart sonrası Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi (THKP-C) ve DEV-GENÇ davalarından yargılandı. 1974 siyasal affıyla cezaevinden çıktı. Bir süre Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) Zeytinburnu İlçe Başkanlığı'nda bulundu ve bu partinin yayın organları olan İlke ve Kitle'nin yazı kurulunda görev aldı. 1976'da Orman Fakültesi'ni bitirerek, Orman Yüksek Mühendisi oldu ve 1980'e değin Orman Bakanlığı'nın çeşitli birimlerinde çalıştı. 12 Eylül sonrası siyasal görüşleri nedeniyle Orman Bakanlığı'ndaki görevine son verildi. Askerlik dönüşü yazar-araştırmacı olarak Babıali'de çalışmaya başladı. 1980'lerin sonlarında Alevilik-Bektaşilik konusundaki çalışmalarına ağırlık verdi. Anadolu Aleviliği, Şeyh Bedreddin ve Varidat, Kırklar Cemi, Zerdüştlük Terimleri Sözlüğü, Şeytan Tasarımı Terimleri Sözlüğü, Eski Türk İnançları ve Şamanizm Terimleri Sözlüğü ve Alevilik ve Bektaşilik Sözlüğü gibi çok sayıda kitaba imza atan Korkmaz, Anadolu inanışları ve kültürleri konusundaki araştırmalarını sürdürüyor.  

- Laik bir toprakta aşkın inançlar, yani metafizik, varlık ötesi inançlar eğer yaşamı gönüllü olarak terk etmiyorsa ki hiçbir coğrafyada böyle bir şey olmamıştır; zorla gönüllere sıkıştırılır. Eğer Batıni inanç da aşkın bir inançsa ona da aynı muameleyi yaparlar. Bu noktada beni rahatsız eden şey, Alevilikteki bu hızlı yabancılaşma ve hızlı Sünnileşmenin; Alevi inancını tersine dönüştürüyor olması. Aleviliği de aşkın ve metafizik bir inanç durumuna dönüştürüyor.

- Bu konuda "gönüllü" bir süreç işlediğine dair izlenimler de var. Siz bu inancın köklerine iniyorsunuz, Serçeşme'ye,  yani "suyun gözüne" ulaşma çabası içindesiniz. Ancak özellikle Avrupa'dan yayın yapan televizyon kanallarının zamanla Alevi kültürünü yozlaştıran bir işlev gördüğü iddiaları var. Müzik yayınları vs. Bu konudaki görüşünüzü merak ediyorum.

- Şu anda Alevi -Bektaşi tabana seslenen görsel iletişim araçları Aleviliğin yabancılaşmasına yer yer hizmet eder durumda. Bu televizyon kanallarının ( Cem ve Yol tv hariç) hemen hepsinde çalıştım, programlar yaptım. Birçoğundan da anlaşamadığımız için ayrıldım.

- Neden anlaşamıyorsunuz?

- Çünkü başlangıçta açıkladıkları yayın ilkelerinden uzaklaşılıyor. Yapılan şeyler farklı duruma geliyor. Senin programının içeriğiyle çelişkiler oluşmaya başlıyor. İşte klip televizyonu dediğimiz bir niteliğe dönüştüler. Bu nedenle Alevi- Bektaşi tabana seslenen televizyon kanallarının birçoğunun durumunu çok trajik görüyorum ben.

- Bu yozlaşmaya ivme kazandıran bir işlevleri mi var size göre?

- Tabii tabii. İnsanları türkülerden bile soğuttular. Türküler de arabesk bir nitelik kazanıyor. Bu nedenle Alevi- Bektaşilere seslenen bir kanal isen eğer, onlara kendini anlatacak programlar yapacaksın. Buna hizmet edeceksin. "Anlamazlar" diye yapmamazlık etmeyeceksin. Bakınız tasavvufta da böyledir. Öyle anlaşılır biçimde anlatılmaz. Ben bunu yaptığım atölye çalışmalarında da irdeliyorum. 70 yaşında bile öğrenciler oluyor bu çalışmalarda. Şimdi tasavvufta bazı konular vardır ki bunlar "anlaşılır anlatılmaz."  Anlaşılır anlatırsan, tasavvuf olmaz. Bir sırrı olması lazım. Bunun birinci nedeni, açık anlatırsan sırrı yükleyemezsin, ikincisi karşındakini özgür bırakmamış olursun. Tam anlaşılır olmak demek, karşındakini koşullandırmak demektir. Tasavvuf denilen şeyi -ki geçmişin edebiyatıdır bu- kullanmak gerekiyor. Bakınız ben bu kültürü başlangıçta neden sevdim? Çünkü güzel sanatları kullanmadan ve edebiyat yapmadan ibadet yapamıyorsunuz. Böyle bir kültür dünyanın hiçbir yerinde yok. Bağlama çalmasını bilmiyorsan ibadet yapamıyorsun, dans ( semah) etmesini bilmiyorsan ibadet yapamıyorsun, şiir, yani nefes söylemesini bilmiyorsan; güzel söz söylemesini bilmiyorsan ibadet yapamıyorsun. Şimdi ben hem dans edeceğim, bağlama çalacağım, şiir okuyup dem alacağım ve ibadet edeceğim; bu müthiş bir şey. Bakın dem konusunda yıllarca mücadele verdik, kavgalar ettik ama şimdi bunlar aşıldı. İçki dediğimiz şeye tapım var bu toprakta. Batıni kültür içkiye tapar. Ama burada anlamı farklıdır.

- Nedir bunun anlamı?

- İçki aslında öğreticinin ağzından çıkan bilginin adıdır. Dem'dir bu. Sen bu öğreticinin ağzından çıkan bilgiyi bardağa dolduracaksın ve içeceksin. İçtiğin anda sarhoş oluyorsan, gerçekten yetişmişsindir. Yol diliyle konuşursak, eğer esrimiyorsan yardımcı araçlara gereksinmen vardır. Burada Dem'e "sıvı akıl" diyoruz. İçkiyi simgesel anlamda tüketeceksin ki, seni bilgiyle sarhoş olmaya hazırlasın. Bir de eğer şiir okuyorsan daha güzel okuman, hizmet yapıyorsan daha rahat yapman için bunun önemi var.

- Kaygusuz Abdal'ın "hayranlık esince cana, bengilik de gereg olur" dizelerini bu anlamda yorumlayabilir miyiz?

- Evet, böyle yorumlayabiliriz. Çünkü kültürlerde bu var zaten. Örneğin Hint coğrafyasında Brahmanizm diye bir inanç var. Burada "Soba" adlı bir ağaç var ve bu ağaçtan elde edilen içkinin adı da Soba. Bir de tektanrılı dinlerdeki Cebrail'in işlevine karşılık gelen kurye tanrı var. Şimdi "Soba" dendiğinde, kırlarda müzik eşliğinde ibadet yapılıyor, nefes söyleniyor ve Soba içkisi tüketiliyor. Bu sırada da Soba adındaki tanrı ibadeti gözlüyor, bir sorun varsa baş tanrıya iletiyor. Diğer yandan Zerdüştlükte de  "Hoba" adında bir ağaç, aynı adı taşıyan bir içki ve yine aynı adlı bir tanrı var. Aynı ayinler burada da devam ediyor. Bu Hoba denilen, Soba denilen içkinin kaynağı bir tanrı. Bunun tektanrılı dinlerdeki karşılığı Cebrail olmuştur. Yani tanrıyla peygamber arasında ilişki kuran. Karşı kültürlerde de Cebrail'in adı, akıldır. İnsan aklının adı Cebrail'dir. Bu nedenle içki yani dem, akıldır. Bu kültürün sevdiğim bir yanı da şu; diyor ki "iki türlü doğarız, biri biyolojik doğum diğeri de yolda doğarız." Yani yol dediğimiz eğitim süreci. Birinci doğumun içeriği belli. İkinci doğumun biçimi nasıl? Ana kim, baba kim, kim gebe kalacak? Yani bu doğum nasıl gerçekleşecek. Ancak tasavvuf kavramlarıyla anlayabiliyoruz bunu. Pir, Mürşit, Rehber… Öğretmenin bilgisi sperm yerine geçer. Bilgi vermeye başladığın zaman öğrencinin gönlü gebe kalır. Bu bir süre sonra, harf olur, ses olur, söz olur yaşama geçer. Çünkü beden ev, can da bu evin sahibi olarak algılanıyor. Bu ev sahibinin bir iç hizmetleri var bir de dış hizmetleri var. Beş duyu organımız iç hizmetliler. Ama bir sorun oldu,  beden kaza ile gitti. Can da terk etti, hizmetliler de çekti gitti. İşte o anda dış hizmetli devreye giriyor. Burada dış hizmetli olarak adlandırılan şey, bilinç ve inançtır. Sen o beş tane yardımcıyı kullanarak ürettiğin her şeyi dışarı taşıyacaksın. Dışarı taşımazsan yok olur gider. Ağaca, kuşa, yürüdüğün yola, yaptığın arkadaşlığa, verdiğin kavgaya; dağa taşa. Dağın taşın hafızasına kaydedersin bunu. Dış hizmetlilerin görevi bu. İşte insan öldüğünde bu bilince ve hizmete sahip çıkacaksın. Buna "yaşam bilgeliği peşinde koşmak" deniyor. Cenaze töreni ölen insanın geride kalan bilincine ve inancına sahip olma çabasını anlatmadır. Burada o anlatılıyor. Tabii şimdiki cenaze törenleri yabancılaşmış. Aslında cenaze törenlerinin bir yanıyla ölen insanın bilinciyle buluşma olduğunu söyleyebiliriz.

-  Son birkaç yıldır İndus uygarlığına fazlaca vurgu yapılmaya başlandı. Sizin de bu konudaki yaklaşımınızı biliyoruz. Özellikle ölüm inanış ve ayinleri (ritüel) hakkında. Anadolu'daki ölü gömme geleneğinin bu anlamda bir kökeni var mıdır?

- Şimdi bu kültürlerdeki en önemli kavram, ölümün olmayışı. Ölüm olmayınca da öldükten sonra gidilecek cennet cehennem gibi bir yer yok. Cennet de bu dünyada cehennem de. Bu Zerdüştlükte de vardır; kötü düşünce cehennem, iyi düşünce cennettir. İyi düşünceyi egemen kılmak istiyorsan kötü düşünceye karşı kavga vereceksin. Bu çok dünyevi bir şey. Bakınız, köylü isyanları; İngiltere'de 1300, Almanya'da da 1500'lü yıllarda başlamıştır ama benim toprağımda çok daha önce, 1200'lü yıllarda başlamıştır. Bütün bu köylü isyanlarının, Kızılbaş isyanlarının temel savı, öbür dünyayı bu dünyaya taşıma amacıdır. Burada bir üçleme vardır, ben bu üçlemeyi çok seviyorum. Şöyle ki; bu dünyayı terk et, öbür dünyayı da terk et; hiç durma terk ettiğin yeri de terk et.

- Bu üçlemeyi açar mısınız, terk ettiğimiz yeri nasıl terk edeceğiz?

- Bunu inanç diliyle anlatırsak; "bu dünyayı nasıl terk edersin" kavramı çok konuşulan bir şeydir. Bunun iki türlü algılaması var. Birisi toplumdan koparak, bir ormanın içine ya da bir binanın bir bölümüne, izole bir bölgeye çekiliyorsun. Bildiklerini ve öğrendiklerini gözden geçirme gibi bir uygulama. Buna çile deniliyor. Alevi–Bektaşilikte kırk günlük bir çile denir. Felsefi bilgelik uygulaması ise oldukça entelektüel bir şey. Diyor ki, "ağacı soyamazsan, taşı soyamazsan, dağları soyamazsan bu dünyayı terk edemezsin." Bunun anlamı şu; bir anda bütün insanların yok olduğunu, öldüğünü varsayalım. Geride bir şey kalır mı kalmaz mı sorusunu soracaksın kendine. Geriye bir şey kalmaz diyorsan zaten hiçbir şey söz konusu değil; ister terk et dünyayı ister terk etme. Geride bir şey kalır dersen ve o kalan şeyi algılarsan işte o zaman bu dünyayı terk edersin. Yani bu dünyanın somutundan soyuta geçmek bu. Somuttan soyuta geçebilmek için her şeyin canını avucuna alabilmen gerekiyor. Zaten doğanın amacı budur, doğa kendi canını yakalamak ister. Ağaç, canını yakalamak ister ama bunu bir türlü gerçekleştiremez; doğar doğar, ölür. İnsan da böyledir. Sen doğanın bu amacını düşünerek fark edeceksin. Ondan sonra somuttan soyuta geçeceksin. Buna "doğa olan yerden doğa olmayan yere atlamak" deniyor. Bir anlamda kendini hiçliğe taşımak. Bunu yapabilmek için bir sürü şey düşünmüş insan. Hiç olamazsan, hep olmazsın. Hiç olmak için başlangıca taşınacağım. Başlangıç neresi; Annenin karnı. Annenin karnı karanlık bir kutu. İşte oraya taşınacaksın. İşte oraya taşıdığın zaman kendini embriyo durumuna taşıyorsun, bir nokta haline, hiç haline geliyorsun. Doğurma olanağı olan bir hiç. Tanrı da böyledir zaten. Ve tekrar hep oluyorsun. İşte hiç olmadan hep olmamanın anlamı bu. Tanrıyı anlatırken de Sünniliğin, Ortodoks inancın anlattığı gibi anlatmıyoruz Alevilikte. Şimdi Alevilik öyle yabancılaştı ki, aynı tanrı, aynı peygamber, aynı kitap oldu. Bu iş bitmek üzere.

- Biraz önce bu kültürün derinliklerinde dolanırken, köylü isyanlarından, başkaldırı kültüründen söz ettiniz. Ancak son beş yıldır içinde yaşadığımız coğrafyada kanlı bir savaş yaşanıyor. Hz. Hüseyin'in türbesi bombalarla yerle bir ediliyor,  kutsal mekânlar yağmalanıyor. Bu, Batı'nın Doğu'ya karşı bir gözdağı mı? Ve neden kitlesel bir tepki gösterilemiyor bütün bunlara karşı?

- Bu tepkisizliğin temel nedeni, Alevilik kendi geçmişini kendini ikna edecek biçimde algılayabilmiş değil. Biraz önce değindiğimiz okullu gelenek olayı çok önemli bir kültürdür. Aleviliğin tapım kimlikleri vardır. Emperyalizm kutsala saldırarak İran'daki Şii nüfusa da bir gözdağı vermeye çalışıyor. Oradaki yeraltı servetini kontrol edebilmek adına her şeyi yapacaklar. Ama buna bütün dünyadan bir tepki gelmemesi de ayrıca üzücü. Ancak burada Aleviliğin kendini ikna etmesi gerekiyor. Haldun Taner'in çok sevdiğim bir sözü vardır, "insan stajını önce kendi üzerinde yapması lazım" der. Yani kendini ikna etmeden başkasını ikna etmeye kalkışmak büyük sahtekârlıktır anlamına geliyor bu. Önce kendini ikna edeceksin. Adanmış bir bilincin ve inancın taşıyıcısı değilsen olmaz.

- Nasıl ikna edecek Aleviler kendilerini?

- Ben komünist bir gelenekten geliyorum. Başlangıçta bu kültüre ilişkin araştırmalar yapma kararını verdiğimde önce kendi çevremle kavga ettim. Bana, "sen gericilikle dinle mi uğraşacaksın" dediler. Ben başka bir şeyle uğraşıyorum oysa. Kültür ve felsefe varlığın içindeki enerjiye "can" diyor. Ona ne ad verirsen ver ama enerji doğru bir şey. Zaten canan'dır tanrının adı. Canların toplamı anlamında. Bir nevi "kocaman can". O zaman bir Alevi -Bektaşi kendisini eğittiği zaman, canan olarak algıladığı tanrının yeryüzünü yaratırken ne düşündüğünü nasıl bir plan içinde hareket ettiğini öğrenmeye çalışır. Zaten Einstein'da senin amacın ne diye sorduklarında "tanrının ne düşündüğünü öğrenmek istiyorum" diyor.

- Tanrının ne düşündüğünü öğrenerek nasıl bir sonuca varılacak peki?

- Bakın Alevilik peygamberli bir kültür değildir; ben bunu yirmi yıldır söylüyorum. Ve çok da tepki alıyorum. Asya'da peygamberli bir kültür var mı? Yok. Budizm'in bir peygamberi var mı? Konfüçyüs, Tao; bunlar hep okullu geleneklerdir. Çünkü peygamber kul kimliktir. Tanrının kuludur. Kula bağlandığın anda iş biter. Sen kul değilsin, çok farklı düşünüyorsun. Bu anlamda Alevilik mürşitli bir kültürdür. Öğretmenli ve okullu bir kültürdür. Mesela Asya böyledir,  Anadolu Yunan ilk çağında da böyledir. Atomcular okulu vardır, Pisagor okulu vardır, Platon okulu, şu okulu bu vardır. Bunun yanında bir de izleyerek sonuca ulaşma öğretisi vardır. Şamanizm, atalar tapımı gibi; göktapımı, yertapımı gibi kültürler var. Bunlar hep izleyerek sonuca ulaşır. Bizim gibi yerleşik düzen insanları bunu anlamakta zorlanır.

- İzleyerek nasıl bir sonuca ulaşılıyor?

- Örneğin ön Türk topluluklarından Hunlar, Çin'e yaptıkları bir akında saraya girdikleri zaman, sarayın bilgeleri bir masanın başında bir şeylerle uğraşıyorlarmış. Bilgelere ne yaptıklarını sormuşlar. Bilgelerden biri "dağlarla ilgili bir sorun olduğunu" söylemiş. Hunlardan biri de "dağın ne düşündüğünü masa başında nasıl anlıyorsunuz, dağın ne düşündüğü ancak dağa bakılarak anlaşılır" demiş. Çünkü onun dedesi de babası da kendisi de;  hep dağa bakarak öğreniyor. Yani dağ ne zaman giyinir ne zaman soyunur, içindeki sular dışarıya ne zaman fışkırır, dağ denizle ne zaman kucaklaşır vs. Dağın  suyu  yoksa, bağrından çıkan derecikleri yoksa denizle buluşamaz diyor mesela. Doğayı gözlemişler ve kendilerini böyle ifade etmişler. Örneğin, bakmış ki, güneş yeryüzünü ısıtıyor, su buharlaşıyor ve yükseliyor. Demiş ki "suyu bardağın içine koyup içiyorum, yani sıvı durumdayken kontrol edebiliyorum. Ama buharlaşınca kontrol edemiyorum."  Düşünüyor, buhar suya göre daha akıllı. Gönlü de içi su dolu bir kap biçiminde düşünmüşler. Kalp de onun altında yanıp duran bir soba. Ama gönül suyum çok ısınırsa, buhar olursa artık ben gönlümü kontrol edemem, diye düşünüyor. Aşkın olma durumu yani. Ne olacak, gönül de buharlaşacak ve yukarı çıkacak, sonra tekrar yere inecek. Çevrimini tamamlayacak. Bu çevrimin bazı aşamalarını kontrol edebiliyorum ama bazı yerlerini edemiyorum. Hüner sürekli kontrol etmektir ama zaman zaman kontrolden çıkar. Denizler de kendini kontrol edemiyor, buharlaşmasını engelleyemiyor. Şimdi diyor ki, ben ağlıyorum, bulutlar da ağlıyor. Bunu düşünüyor. Ama kendin ağlamadan bulutu ağlatamazsın. Kişinin önce kendisinin ağlaması gerekiyor. Gönlünü liman yaparsan eğer,  oraya bir gemi yanaşması lazım. Gönlünün bir karşılığının olması lazım. Ben öğrencilerle atölyede çalışmalar yaptığım sırada onlara dedim ki "gönül tanrının evi." Tanrının kafası esti, "gidip evde biraz dinleneyim" dedi. Kapıyı çaldı, açtın; tanrı. Bundan sonra sana emanet. Tanrıyı nasıl karşılayacaksınız, ona ne ikram edeceksiniz, neler soracaksınız yazın bana getirin dedim. Müthiş şeyler çıktı tabii.

- Ne gibi müthiş şeyler?

- Şimdi bir öğrenci dedi ki, "elinde rakı yoksa ben tanrıyı içeri almam." Bu müthiş bir şey. Dem olayını anladığını gösteriyor. Yani istersen kendi evine gel, dem'e bakarım, yoksa almam diyor. İşte Alevilikteki ibadet böyle bir tür epik bir tiyatro gibidir. Gelensel tiyatro dediğimizde 1300'lü yılların Hacivat Karagöz'ünü anlarız hep. Ama bunun 800-900 yıllık bir kökeni var. Mesela Şaman geleneğinde ibadet yapılacak yer rakıyla temizlenir, saçı yapılır. Ortam arınık (steril) hale getirilir. Daha sonra davulla kötü ruhlar temizlenir, ibadet yapılacak duruma getirilir ve ateş karartılır. Artık Şaman'ın yeraltı yolculuğu, tiyatro başlamıştır. Ve yeraltı yolculuğunun sonunda ateş canlandırılır, Şaman kalkar ibadete katılanlar yani seyirciler selamlanır. Bu tam bir epik tiyatrodur. Brecht tiyatrosu, Şaman ayinlerinden esinlenerek yaratılmış devrimci bir tiyatro türüdür. Bu anlamda kendi köklerindeki derinliği iyice anlaması gerekiyor insanların. Emperyalizmin bu gün de uygulamaya çalıştığı şey, seni geçmişinden koparmak. İlişkileri geriye dönüşümsüz duruma getirdiği anda senin doğumunu 2008'e taşıyor. Seni ilişkini, anana babana, dağa taşa, sevgiline çiçeğe böceğe taşıyamıyorsan sen 2008 doğumlusun. Emperyalizme teslimsin, çıkışın yok artık. Eskiden ilişkiler geriye dönüşümlüydü. Şimdi dönüşümsüz günler yaşıyoruz.

- Peki biraz önce dile getirdiğiniz beş okul döneminde nasıldı durum. O dönemde de Osmanlı'nın etkisinde değil miydi? Osmanlı'nın kuruluş felsefesinde de belirleyici bir yanı yok mu bu ekolün?

- Evet, Osmanlı'nın kuruluş felsefesinde bir yeri var. Özellikle de Ahi geleneğin, Şeyh Edebali'nin filan. Bunlar var ama her dönem başlangıçtaki gibi değildir. Osmanlı döneminde bu dergâhlar çok büyük bir kitleyi temsil ettiği için Osmanlı, en azından sorun yaşamamak için belli kolaylıklar göstermiştir bu dergâhlara. Vergi kolaylıkları vs. ama Anadolu'nun en cüretli isyanlarını da bu dergâhlar örgütlemiştir. Yani neresinden baksanız Anadolu'daki başkaldırı örgütlenmeleri bu dergâhlarla ilintilidir. Örneğin Baba İshak, Baba İlyas; bunların hepsi birer başkaldırı hareketidir.

-  Toparlayarak sormak istiyorum; bütün bu isyan, başkaldırı ve karşı kültür olarak adlandırdığınız değerlerin izlerini Anadolu'da halen görmek mümkün. Özellikle kentleşmenin görece az olduğu bölgelerde. İnsanların yeniden kendi kültürleriyle kucaklaşması, yeniden kökleriyle buluşması, kısaca kendileriyle karşılaşmaları dolaşımdaki yapının ve sistemin istemediği bir şey mi?

- Evet, bu istenmeyen bir şey. Risk oluşturuyor çünkü.

- Nasıl bir risk oluşturuyor. Türkiye'nin sosyopolitik ve ekonomik yapısına nasıl bir etkisi olur bunun?

- Birincisi, ezilen sınıfların, acı çekenlerin ve sıkıntıda olanların haklarını nerede ve nasıl aramaları gerektiğini öğreten bir felsefedir bu.

- Bunun gündelik hayatta bir karşılığı var mı? AB sürecinden geçiyoruz, yeni medeniyet projeleri önermelerine maruz kalıyoruz ve her gün büyük bir altüst oluş yaşanıyor. Örneğin Brüksel'de yaşayan bir Alevi kendi özüyle karşılaşırsa bunun pratikte yaşamına nasıl bir etkisi olur?

- Bir kere bu öğretinin kendisini kurtuluşa çağıran bir çığlık olduğunu hemen algılar. Bu gün ülke dışında yaşayan insanımızın, kendisinin de bu yabancılaşmadan sıyrılıp, neyi savunup neyi savunamayacağı yönünde önüne bir evren açan zil sesi, bir kurtuluş çığlığı olduğunu hemen algılar. Biliyorsunuz felsefeler ve öğretiler kan bedeli ödendiyse uzun ömürlüdür ve güzeldir. Bizde hümanizmanın gülerek "ha ha, hi hi" gibi bir süreçle üretildiğine dair yanlış bir inanç vardır. Böyle bir şey yok. İnsan severlik ve güzellik; kanla, acıyla üretilir. Yoksa üretilmez. Geleceğe de sıkıntıdaki insanlar taşıyacaktır güzelliği. Böyle baktığınızda bu öğretinin egemen yargı ve yönetici için büyük bir tehlike olduğunu görürsünüz. Şimdi bu kültürün temelinde Melamilik vardır ki, burada kişi kendi yetişmişliğini saptayabilmek için hangi ölçüde "bela insanı" olduğuna bakar. "Selamet terk edilmeden melâmet olunmaz" denir. Bunu nasıl yapıyor; bir Melami kendisini en üretken yere taşımakla yükümlüdür ve bunu da selameti terk ederek yapar. Sistem açısından tümüyle bela ve risk kimliği olarak sağlayabilir yani. Bu konuda Melami algıyı dışa vuran güzel bir söylence vardır. Bir Sufi, su kenarında yürürken ayağı takılıp suya düşer. Yüzme bilmiyordur ve boğulmak üzeredir. Bunun üzerine yardım istemeye koyulur. Önce akıldan yardım ister. " Ey akıl, gel beni kurtar" der. Akıl gelir Sufi'ye iki tane yumruk vurur. Akıldan yardım istemekle hata yaptığını anlar ve bu kez de  inançtan yardım ister. İnanç da gelir ayaklarından aşağıya doğru çeker ki, daha çabuk boğulsun. Sufi, bu kez de yanlışlığını anlar ve sezgiden yardım istemeye karar verir. Sezgi de gelir boğazına sarılır. Artık akıldan, inançtan ve sezgiden bir fayda olmadığını anlamıştır. Düşünür ve der ki "ey cahillik, gel beni kurtar!" Bunun üzerine cahillik suya girer ve elinden tutup Sufi'yi kurtarır…

Şimdi burada anlatılan şey müthiş. Ben, sistemin aklının, ahlakının; her şeyinin karşısındayım diyor. Doğrulara cahillik adın taktılar, ben onlarla geçiniyorum diyor. Bu tabii tam bir cüret durumu, karşı kimlik olma durumudur. Böylesi bir cüretin güncellenmesi ezilenler, sosyalistler ve devrimciler açısından çok önemlidir.

- Bunun pratiği nasıl mümkün olacak peki?

- Bakın Türkiye'de solun kitleyle iletişim kuramama gibi bir problemi vardır. Bir türlü kitleselleşememiştir sol. Bu toprakta 700-800 yıllık bir dil vardır. Ezilen kitle bir dil yaratmış. Sen bu dili kullanmıyorsun, bu dilden habersizsin. Bu dilin bir felsefesi var, ona da yaklaşmıyorsun. Bu dilin güncellenmesi durumunda Türkiye'de büyük açılımlar olacaktır. Çünkü bu gün ezilen insanların bir rüyası yok Türkiye'de. Rüyanın olmaması çok kötü  bir şey. Dün rüya vardı. Bu gün bunu tekrar kazanmak gerekiyor. Bir şeyi tasarlarsın, bu rüyadır. Ama bunu yaptığın zaman rüya olmaktan çıkar. Yapmadığın şey düş durumuna gelir. Şeyh Bedrettin, Varidat'ında rüyanın iki türlü görüleceğini söylüyor. Biri uyurken, diğeri  uyanıkken görülen rüya. Uyanıkken rüya görmenin de bir bedeli vardır. Kendini geliştireceksin vs. Bir de şöyle diyor; "uyanıkken gördüğün rüyayı, uyurken gördüğün rüya ile uzun dönemli bir programa bağlayacaksın." Çünkü uyanıkken neyle uğraşırsan, uyurken onun rüyasını görürsün. Yani gündüz gördüğün rüyayı gece gördüğün rüyayla bütünleyeceksin diyor. Ancak o zaman rüya seni bir yere götürür, bir çıkış yolu bulursun. Şimdi bu toprağın değerlerini güncellemek, yeniden  bakmak lazım. Yoksa Ortodoks inancın ördüğü ağ içerisinde kendi acımıza ve sıkıntımıza bir tanı koyamadan debelenip duracağız.

*Devam edecek…

Katkıları için sevgili Öznur Tanal'a sonsuz teşekkürler…

Yusuf Yavuz

ALEVİ HABER - 8 Mayıs 2008

Etiketler : , ,

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.