Fırtınalı Yıllarda İbrahim Kaypakkaya

Fırtınalı Yıllarda İbrahim Kaypakkaya

Araştırmacı –Yazar Emrah Cilasun’un İbrahim Kaypakkaya’nın bilinmeyen yazılarını derlediği “Fırtınalı Yıllarda İbrahim Kaypakkaya : Bilinmeyen Yazılar “ adlı kitap Tekin Yayınevi’nden çıktı.

A+A-

Kaypakkaya üzerine yıllardır kapsamlı araştırmalar yapan Cilasun   hem kitap hem de Kaypakkaya ile ilgili çarpıcı acıkmalar yaptı.

KAYPAKKAYA’NIN SES KAYITLARI ÇETİN YETKİN’DE

Siz İbrahim Kaypakkaya’nın ses kayıtlarının peşine düşüyorsunuz. Gerçekten şu anda bu ses kaydı hiçbir yerde yok mu?

Emrah Cilasun: Bence var. Çetin Yetkin’de bunun ses kayıtları var. Ama Çetin Yetkin şu veya bu sebepten ötürü açıklamıyor.

İbrahim Kaypakkaya’nın bir kamera kaydı görüntüsü  yok mu?

Emrah Cilasun: Şimdi ismini unuttum, TRT’nin kameramanlarından biri -sizin kitapta okuyacağınız- Değirmenköy’de İbrahim’in konuşma yaptığı mitingde  üç tane fotoğrafını çekiyor. Bu geçtiğimiz günlerde kitap şeklinde çıktı. İbrahim’in de Deniz Gezmiş’in de başka devrimcilerin de pek bilinmeyen fotoğrafları bir katalog şeklinde çıktı.

Kamera kaydının da olduğu söyleniliyor ama bu artık bir şehir efsanesi mi yoksa hakikaten var mı bilemiyorum açıkçası.

İbrahim Kaypakkaya ile ilgili kapsamlı araştırmalar yaptınız. Kitap, belgesel yayınladınız. İbrahim Kaypakkaya kimdir diye sorarsak nasıl anlatırsınız?

Emrah Cilasun: En özetin özeti şöyle söyleyeyim: Ezilenlerin çıkarları oldu mu son derece hassasiyet gösteren birisi. Onun dışında ama tartışma adabı, üslubu, fikirlere açıklığı, dinlemesi gibi konularda son derece geniş bir adam. Ama dediğim gibi ezilenlerin çıkarları söz konusu oldu mu son derece sekter olabilecek birisi.

ONLAR BİRER DAĞ KARTALIYDI

Onu, dönemin gençlik liderleri Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ya da diğer devrimcilerden ayıran özellikleri neler?

Emrah Cilasun: Geçenlerde bir yerlerde buna benzer bir şey bir başka vesile ile konuşulmuştu. Biliyorsunuz bu dönem Lenin’den ziyade daha çok Rosa Luxemburg popülerdir. Bu popülerliğin nedeni Luxemburg’un proletarya diktatörlüğünü ve proletarya diktatörlüğü esnasında ona öncülük eden bir partiyi yadsımasıdır. Kabul etmeyişidir. Onun için mesela Avrupa’da Lenin’den ziyade bugün hala sol cenahta Rosa Luxemburg daha matahtır. Daha modeldir. Daha fazla öne sürülür. Ama buna rağmen şunu da söyleyeyim, biliyorsunuzdur Lenin’in meşhur bir lafı vardır Luxemburg için “Onlar birer dağ kartallarıydı” diyor. Şimdi Gezmiş ve Çayan hakikaten 68’in bir dağ kartalıydı. Tartışmasız böyledir. Hiç bunun üzerinde konuşmaya bile gerek yok. Hatta hatta yeri gelmişken söyleyeyim onların Enver Paşa’yla veya İttihatçılarla benzetilmesi de katiyen kabul edilebilecek bir şey değildir. Ama bütün bunlara rağmen Kaypakkaya’yla bu iki devrimci arasındaki fark ise şurada yatmaktadır, İbrahim’in gözü ve ufku bir devrim sonrası, sosyalizmin inşası, bütün insanlığın sınıfsız topluma doğru gitmesine ilişkindir. Bunun için ne gerekiyorsa, nasıl bir önderlik gerekiyorsa, nasıl bir doğru çizgi gerekiyorsa bunlar üzerine kafa yoruyor olmasıdır. Deniz Gezmiş’te de Mahir Çayan’da da bu oldukça tali plandadır. Özet itibariyle böyle adlandırabiliriz.

ROBERT KOLEJ’DE MAO’NUN KIZIL KİTABI İLE UYUYORLARDI

Şimdi baktığımızda yirmili yaşlarda ancak büyük bir teorik birikimi var. Bu birikimin kaynağı ne, kimlerden etkileniyor?

Emrah Cilasun: İki taraftan geliyor ve bu çok ilginçtir. Bir taraftan rejim, biliyorsunuz bu Köy Enstitüleri onun devamı olan, mesela Kaypakkaya’nın geldiği Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nda bir nesil yetiştirmeye çalışıyordu, Kemalist bir nesil yetiştirmeye çalışıyordu. Ama arzu etmediği, İbrahim gibi sonuçlar da elde etmiş oldu. Kaypakkaya’nın orada aldığı bir eğitim var onu yadsımamak lazım. O eğitim bütün bir Batı Klasikleri’ni içeren - Hasan Ali Yücel döneminde yayınlanan- beyaz bir seri vardı. Tolstoy’lar Goethe’ler vs. Bunların hemen hemen tümünü okuyarak geldi.

İkincisi, Ruhi Su  orada müzik öğretmenliği yaptı, Sebahattin Ali orada öğretmenlik yaptı. Şimdi bunların hepsinin  etkileri var Kaypakkaya’nın üzerinde. Fakat İstanbul’a, Çapa’ya geldikten sonra aldığı Marxist bir eğitim var. O dönemde küçümsenmeyecek, azımsanmayan ölçüde bir Marxist literatür Türkçe’ye çevrilmiş durumda ve Kaypakkaya feci okuyor. Mesela onun arkadaşlarından bir tanesi bana anlatmıştı, otobüste giderken bile sürekli kitap okuyor diyordu. Bu kadar zamanını mütemadiyen okumaya ayıran birisi.

Üçüncü nokta ise - bu çok önemli-  Kaypakkaya Fizik ve modern matematikte çok başarılıydı. Bugün İstanbul’da Nükleer Fizik Bölüm Başkanı  onun fizik derslerinden arkadaşıydı. Ben ondan da dinledim. Hakikaten fizikte ve matematikteki bu başarısı onda metodu beraberinde getirdi. Yani kalıplara takılmamak, ezberci olmamak, alabildiğine bilimin derinliklerinde yüzebilmek. Dolayısıyla Marxizm ile diğer bilimleri çok iyi harmanladığı gözlemleniyor Kaypakkaya’nın. Özellikle de alan çalışmalarını okuduğunuz zaman bunu çok net görebiliyorsunuz.

Peki, Milli Demokratik Devrim düşüncesi ve  Maocu düşünce Türkiye sol hareketine nereden geliyor?  Batılı kaynaklar üzerinden mi?

Emrah Cilasun: Maoizm’in Türkiye’ye gelişi çok dolaylı yollardan oluyor. 1960’ların ortasında Hindistan’da Çaru Mazumdar (Charu Majumdar) diye bir adam vardı. Bu adam klasik, resmi Hindistan Komünist Partisi’nin saflarından ayrıldı ve Batı Bengal'de köylü isyanları başladığı zaman bu isyanlarla birlikte kendi örgütünü, Hindistan Komünist Partisi Marxsist Leninist’i kurdu. Bunların Liberation (Liberasyon) diye bir yayınları vardı. Bu gazete 1960’ların ikinci yarısında yavaş yavaş Türkiye’ye girmeye başladı. Avrupa’da ve ABD’de okuyan Türkiye’li öğrenciler üzerinden onun bir etkisi var. Esas itibariyle bu Mao modası o dönemlerde böyle başladı. Fakat İbrahim açısından konuşacak olursak bu onun da ötesinde bir şeydi. Mesela, İbrahim’in Çaru Mazumdar’ın etkisinde kaldığı doğru değil. Bunu bilerek söylüyorum. Oral Çalışlar 68 anılarını anlatırken İbrahim’in Çaru Mazumdar’ın etkisinde olduğunu söyler. Ama Kaypakkaya’nın kendi arkadaşları ile konuştuğunuz zaman, Kaypakkaya bir Çaru Mazumdar modelini de eleştiriyor. Hatta ve hatta başkaları vardı, mesela Robert Koleji’nde okuyanlar, abartmadan söylüyorum, şimdi yeni bir nesil veya dinleyenler gülecektir bu anlatacağıma. Kimileri yatağının üzerine yatıp, karnının üzerine Mao’nun Kızıl Kitabı'nı koyup okuyarak uyuyorlardı. Yani bu kadar çok Maoculuk söz konusuydu. O kimileri daha sonra Mao’yu terk etti. O da bir başka enteresan hikâyedir. Ama anlatmak istediğim şu, benim söylediğim bu Fizikte ve Matematikteki derinlik, adamın bilime ilişkin sonsuzluğu, şüpheciliği, eleştirel bakma yöntemi ve metodu Mao’yla İbrahim tanıştıktan sonra da devam etti ve farklı bakmaya başladı. Birebir ezbercilik vs. değildi o.

DEVLET İÇİN “EN TEHLİKELİ”Sİ İBRAHİM KAYPAKKAYA

Siz kitapta da değiniyorsunuz, o dönemki rejim ya da devlet,  İbrahim’i “en tehlikeli” olarak görüyor. Diğer devrimcilerden daha tehlikeli görmesinin nedeni ne?

Emrah Cilasun: Tehlikeli görüyor çünkü İbrahim Kaypakkaya devrimi bir müzakere meselesi olarak görmüyor. Gittiği şehirlerde veya köylerde toplumun bir kısmının ruhunu okşamak için görmüyor. İbrahim Kaypakkaya’ya göre iktidara kesin gelinmesi gerekiyor. Lenin’in söylediği bir laf vardır: “İktidar olmaksızın her şey hayal”… Öyle sandık mandık buralardan iktidara gelinmesi mümkün değil Kaypakkaya açısından. Dolayısıyla iktidara gelindikten sonrası için bile şartlara müdahale eden bir bakış açısının bir çizginin olması gerekiyor Kaypakkaya açısından. Toplumu kökten transforme eden bir bakış açısı. 1960’ların ve 1970’lerin Türkiye’sinde hala toprak sorunu önemli bir sorun, hala Kürt Milli Meselesi önemli bir sorun. Sadece ana başlıklarını söylüyorum, bütün bunların kökten halledilmesi gerektiği için Kaypakkaya o fikirleri ortaya atıyor ve dolayısıyla devletin servisi bu konuda son derece nesnel bir tahlil yapıyor. Diyor ki “o zaman şu mevcutların içerisinde bu adamın önerdikleri son derece tehlikelidir.” Neye parmak bastığının gayet bilincinde.

Kaypakkaya yaşasaydı ne olurdu, bilemeyiz… Ancak buradan oyla çıkarak iki soru sormak istiyorum.

1) Atılan tohum filizlendi ve bu güne geldi ve bu başarıdır…2) Tüm ödenen bedellere rağmen bu düşünce hedefe ulaşamadı…Bu da başarısızlıktır.

Emrah Cilasun: Bir üçüncüsünü daha ekleyeyim müsaadenizle. O da şu, bırakın İbrahim Kaypakkaya’yı bir tarafa, kitabın ortasından konuşalım, bugün dünyada bir tane sosyalist devlet yok, ülke yok. Mao bitti. Koskocaman Çin Komünist Partisi bitti. Lenin bitti, Stalin bitti, bunların partileri bitti. 21. yüzyılda siz bugünün sorunlarını Marx’la halledemezsiniz. Bırakın Kaypakkaya’yı bir kenara, Marx’la halledemezsiniz. Onun için ben kitabın hem girişine hem arka kısmına özellikle vurgu yaptım. İbrahim Kaypakkaya 1871’le 1976 arası 150 küsur senelik komünizm tarihinin birinci evresinin mensubuydu. Bu birinci evre kapandı gitti. Bitti bu birinci evre. Ne zaman bitti 1976’da bitti. Kaypakkaya öldürüldü ve onun bugün açısından önemine ilişkin soruya ben şöyle cevap verebilirim, bu birinci evre kapandığı için Kaypakkaya’nın özgülünde, onun hareketi açısından söyleyecek olursak bir şey daha yaşandı. Bir, şüphecilik girdi. İlk olarak “ya biz ne kadar doğruyuz, acaba bu adam biraz fazla mı abarttı” düşüncesi baş verdi. İkinci olarak, “Allah Allah bu Mao’nun doğru olduğu nereden belli, doğru olsa yenilmezdi”, 1976 açısından söylüyorum. Dolayısıyla bu iki şüphe, bir araya geldi, sadece ve sadece söylemli bir Kaypakkayacılık ve bu söylemdeki Kaypakkayacılık’ta daha çok bir mağduriyet vurgusu yapıldı. “Ser verip sır vermemek” “çok acılar çekti, paramparça oldu … Bunun üzerinden kitle kazanmaya çalışan, sempati toplamaya çalışan bir konuma geldi. Bununla özdeşleştirmek mümkün değil. Dolayısıyla İbrahim’in de mensubu olduğu bu girinti, 150 küsur yıllık dönemin olumlu ve olumsuz yanları vardı. Olumsuz yanları bence talidir. Olumlu yanları çok fazla önemlidir. Bu olumlu yanların bugün İbrahim’le birlikte 21. Yüzyıla taşınması lazım. Ama Kaypakkaya’nın 1969’daki yazılarında ısrar ederek veya 1972’deki yazılarında ısrar ederek siz bunları yapamazsınız. Onun metodolijisini ve bakış açısını devam ettirerek yapabilirsiniz.

HEM KÖYLÜYE HEM KÜÇÜK BURJUVAYA ANLATABİLİYORDU

Tekrar kitaba dönecek olursak, Seçme Yazılar var. Elden ele dolaşır. Siz ise “Bilinmeyen Yazılar” demişsiniz. Bu kitabı okuyan bir kişi, Seçme Yazılar’da ya da daha önce bilinen yazılardan farklı olarak ne öğrenecek? Neyi fark edecek, ne bulacak?

Emrah Cilasun: Her şeyden evvel şöyle bir şey olması lazım. İbrahim Kaypakkaya ile ilgili olmalı okuyucunun. Çünkü Kaypakkaya’nın o seçme yazıları yazıncaya kadar kat ettiği o meşakkatli yolun da bilinmesi gerekiyor. Yani bu adam nereden geldi ve bu noktaya, bu seçme yazılar diye bildiğimiz yazıları yazma noktasına nasıl evrilip geldi. Bu evrimin anlaşılması lazım. İkincisi ise, yazılarda bir de kendi hareketini kendi ekolünü oluşturduktan sonra yazdığı ve çok da fazla yeni nesil tarafından bilinmeyen, mesela Kürecik Raporu, mesela Aydınlık Yönetimi ile arasında geçen polemikler. Bunlar çok fazla bilinmezler ve seçme yazıların içerisinde yoktur bunlar.

Nasıl bir yazar sizce? Kalemi nasıl?

Emrah Cilasun: Şöyle söyleyeyim, bunu da bir arkadaşımdan duydum, Kaypakkaya kelimelerle oynamayı çok seven birisi. Öz Türkçe’yi bulmaya çalışan, kelime oyunları yapan arkadaşlarıyla sohbetlerinde, mümkün mertebe anlaşılır bir dil bulmaya çalışan birisi, bu bir. İkincisi,bu yaklaşımı karşıtlarıyla polimiklerde karşıtlarının beleşe kullandıkları veya çok da fazla üzerinde düşünmeden, titizlik göstermeden kullandıkları kavram veya kelimeler üzerinde alabildiğine yoğun polemik yürütmesine bile neden olabiliyor. Onun ne anlama geldiği, niçin kullanıldığı, bu şekilde kullanıldığı takdirde doğru olmayacağı vs. sayfalarca bu konularda yazıyor mesela. Seçme yazılarda buna bakılabilinir.

Yıllardır yapılan bir tartışma daha var. Sol çevrelerde  İbrahim Kaypakkaya’yı görmeme ya da en azından diğer devrimci liderler gibi görünür kılmama …Ya da ölüm yıldönümündeki anmalara bakıldığında sol kamuoyu İbrahim Kaypakkaya’yı öteledi mi, daha mı az gördü?

Emrah Cilasun: Bunun baş müsebbibi Kaypakkaya’nın devamı olduğunu iddia eden insanlardır. Maalesef bu böyledir. Ama o insanların bireysel suçları değil, dünyaya bakış açımızla alakalı bir şeydir. Bu şundan kaynaklanıyor, uluslararası komünist hareketin tarihinde böyle bir problem var zaten. Entellektüellektik demek emekçiyi daha fazla önemseme, ellerin nasırlıysa ancak sen daha doğrusun ve daha gerçeksin, ne bileyim roman yazarı o kadar önemli birisi değil. Anlatabiliyor muyum? Ama Kaypakkaya böyle düşünmüyor. Hatta, kitapta da var gerçi ama, geçenlerde bir mülakatta bunu söyledim, İbrahim aynı anda hem köydeki adama   hem de Ankara’ya entellektüelleri etkilemesi için kendi yazılarını yolluyor bir arkadaşıyla, o arkadaşı da gidip TUBİTAK’ta propaganda yapıyor.

Biraz da kişisel yaşamı ile ilgili sormak istiyorum. Yaşamına baktığımızda tabi özellikle son dönemlerde, diyelim Dersim’de veya başka bir yerde gerektiğinde 25-30 gün bir mağarada yokluk içinde yaşıyor. Sonra birden İstanbul gibi bir yerde bir sinemaya gidiyor. Sonra tekrar o bölgeye dönüyor. Bu birbirinden çok farklı koşullar arasında gidip gelme ve buna uyum gösterme gibi bir durum var. Bunu nasıl tanımlamak lazım?

Emrah Cilasun: Çok doğru bir soru bu. Şimdi İbrahim’in bir başka özelliğini bana hatırlattınız. Kaypakkaya, hangi koşullarda ve şartlarda olursa olsun oraya adepte olmasını çok iyi beceren birisidir. Buna maalesef bu bilinmeyen yazılarda değinmedim. Yıllarca evvel bir makalede buna değinmiştim. Müsaadenizle onu kısaca bir anlatayım da ne demek istediğim anlaşılsın. İstanbul’da hareketin içerisinde olası bir ajandan bahsediliyor ve hakikaten bir polis muhbirinin olduğu ortaya çıkıyor. Uzunca bir araştırma sonrası çıkıyor. Hikayenin kendisi oldukça ilginçtir ama şimdi fazla zamanınızı almıyım. Anlatmak istediğim şu, velhasılı  kelam, bir akşam bu çocuğun oturduğu eve gidiyor yanında bir arkadaşıyla birlikte çocuğun abisi de siyasal bilgileri yeni bitirmiş, kaymakam olmuş ve tayini çıkmış ertesi gün gidecek, Kaypakkaya eylemden geliyor o eve aslında ve sanki hiç bir şey olmamış gibi bu kaymakam adayıyla sabahlara kadar bir sohbet bir sohbet, yanındaki arkadaşı diyor ki “yahu afakanlar bastı beni, eylemden gelmişiz kan ter içindeyiz, onunla oturdu diyor sanki hiçbir şey olmamış gibi, ona da çaktırmadan, saatlerce sohbet etti” diyor. Sorunuza dönecek olursam böyle bir özelliği vardı.

Kürecik’te Mehmet Ali Doğan’ın evinde, Sinan Cemgillerin de barındığı o evde günlerce, haftalarca kalıyor. Hatta bildiğimiz o kasketli fotoğrafı Kürecik’te çekilmiştir. Bir fotoğrafçıda çekilmişti. Sahte kimlik için çekilmiştir o fotoğraf. Böylesi bir durumdan sonra çıkıyor İstanbul’a geliyor, hiçbir şey olmamış gibi ya tiyatroya  gidiyor ya bir sinemaya gidiyor. Benim annem babam tiyatrocudur, o zamanlar Tepebaşı’nda oturuyorduk. Çıkıyor oraya geliyor. Hiç bir şey olmamış gibi. Hem kırsal sosyalizasyonun içinden hem de şehir sosyalizasyonunun içinden geçtiği için buralara çok rahat adapte olabiliyordu ve köylüyle onun seviyesine inip ama kendi bildiği doğruları anlatmakta çekinmeden köylüyle bir arada olabiliyordu. Şehre geldiği zaman da bir küçük burjuvayla çok rahat oturup saatlerce edebiyat üzerine, siyaset üzerine, sanat üzerine fikir teatisinde bulunabiliyordu.

Erdal Emre

Yön Haber

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.