Haydar ERGÜLEN : Mecburen 'zorunlu'

Haydar ERGÜLEN : Mecburen 'zorunlu'

Haydar ERGÜLEN : Mecburen 'zorunlu'Mecburen 'zorunlu' din dersini, Diyanet İşleri 'Reis'i Ali Bardakoğlu'nun Aleviler...

A+A-

Haydar ERGÜLEN : Mecburen 'zorunlu'Haydar ERGÜLEN : Mecburen 'zorunlu'

Mecburen 'zorunlu' din dersini, Diyanet İşleri 'Reis'i Ali Bardakoğlu'nun Aleviler karşısında kaçtır sergilediği 'cansiperane, tavizsiz ve kararlı' tutumu ve Danıştay'ın kararının başka hangi 'mezhep'leri bu 'zorunlu'luktan muaf tutacağını yazacağım ama... Önce BirGün'de yayımlanan ikinci yazımın, "Alevi olmak kolay değil", gecikmeli devamını yazmam gerekiyor mevzuyla bağlantılı olarak. O yazıda ortaokula giderken din dersi hocasının bana 'zorunlu' olarak her dersin sonunda namaz kıldırdığını, sonunda isyan ettiğimi filan anlatmıştım. Eskişehir'de 19 Mayıs Ortaokulu'nda yaşadığım bu tecrübenin sonuçlarından, din dersinden sıfır almak, bütünlemeye kalmak filan gibi, diğer öğretmenlerimin sayesinde kurtulmuştum. Fakat bu şarkı burada bitmeyecekmiş meğer...

2 yıl sonra liseye başladım, Eskişehir Atatürk Lisesi'ne. 12 Mart askeri darbesinin üstünden 1 yıl geçmişti. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan çoktan yakalanmış, yargılanmış, İsmet Paşa'nın ve CHP'nin muhalefetine rağmen Meclis de idamı onaylamıştı. O günleri yaşayan herkes iyi bilir, Deniz ve yoldaşları halk nazarında birer 'kahraman'dı. Ben de aklı, gönlü, ruhu solda bir yeniyetme olarak Mahir Cayan, Ulaş Bardakçı gibi devrimcilerle Denizleri 'halk çocukları' olarak seviyor, düzene, emperyalizme, faşizme karşı mücadelelerini yürekten destekliyordum. O zamanlar şiir değil, hikâye ve kısa yazılar yazıyordum, ilkokulda başladığım şiiri ortaokulda bırakmıştım, yeniden başlamam üniversitede oldu. Babam Almanya'ya çalışmaya gitmişti, bana kitap okuma sevgisini aşılayan, ilk kitaplığımı elleriyle yapan o güzel adam, oradan da hediye olarak küçük, portatif, beyaz bir daktilo göndermişti. Markasını unuttum ama o daktilo ile çok hikâye, üniversitede pek çok yazı yazdım, bir de 'gizli örgüt kurma suçu' işleyeceğim o 'bildiri'leri yazdım elbette.

Cuntacılar bir yandan, sözümona ılımlılardan kurulu hükümetler bir yandan, memleketteki bütün fitne fesadı bu üç genç insana yüklemişlerdi, onlar idam edilirse 'anarşi' bitecek, Türkiye güllük gülistanlık olacaktı. Çocuktum ama pek çok büyüğüm gibi benim de içim yanıyordu. Bir şeyler yapmak lazımdı, aklıma küçük yazılar yazıp hiç olmazsa sınıf arkadaşlarıma dağıtmak geldi. Denizlerin, Mahirlerin örnek almamız gereken gençler olduğunu, halk için, onların yoksulluğunun sona ermesi için, eşitlik, özgürlük için mücadele ettiklerini, Amerikan emperyalizmine karşı savaştıklarını, haklı bir davanın peşinde olduklarını ve Denizlerin idamının büyük bir insanlık suçu olacağını anlattığım ve tam anlamıyla 'naif ve 'çocuksu' bir heyecanla kaleme aldığım yazılardı. Her biri birbirinden farklı, yarım sayfa uzunluğunda 7-8 kadar yazı yazmıştım daktiloda. Ertesi gün sınıfa götürüp yakın gördüğüm arkadaşlarıma verdim, bazıları aldı, bazıları almadı. Ertesi gün de 5-6 tane daha yazıp yine dağıttım sınıfta. Akşamüstü okul çıkışı önümü 30 kişiye yakın bir ülkücü grubu kesti, beni aralarına alıp, tekme, yumruk atarak lisenin karşısındaki Alaaddin Parkı'na soktular, biraz daha tekme tokat yumrukla giriştikten sonra, sonumun geldiği tehdidiyle bıraktılar.

Ertesi öğlen okula gittim, sanırım 2. dersti, coğrafya dersi, sınıfın kapısındaki gözetleme deliğinde bir karartı belirdi, kapı açıldı: Beni ortaokulda din dersinde, "benden başka namaz kılacak kimse yok mu?" diye itiraz ettiğim için sınıfta bırakmak isteyen öğretmen, bu kez de lisede karşıma müdür yardımcısı olarak çıkmıştı. "Defterini, kitabını, çantanı al, düş önüme" dedi, toplandım, odasına gittik birlikte. Siyah paltolu, siyah Beykoz Kunduralı, sert bakışlı iki adam "bu mu?" dediler, "bu" dedi, "bunun böyle olacağı ortaokuldan belliydi" demeyi de ihmal etmedi. Ne olup ne bittiğini anlamıyordum. Adamlardan biri "kitaplarını aldın mı?" deyince "bana kitap mı yolladınız?" dedim, gayriihtiyari gülüştüler, "hadi" dediler. Ortaokuldaki din dersi öğretmeni, lisedeki müdür yardımcısı beni elleriyle siyasi şubenin sivillerine teslim etmişti, onların arasında emniyete gidiyordum. O ise yüzünde saklamaya pek gerek görmediği 'su testisi su yolunda kırılır' ifadesiyle sevinçli bir halde bakıyordu ardımdan. Aylardan marttı, yaşımsa daha 15 bile yoktu, "ailesine haber verelim" bile dememişti o 'eğitici', 'öğretici' olacak hoca. Böylece o yaşta bir çocuk için etkisi de hatırası da travması da uzun yıllar sürecek, siyasi şube, sıkıyönetim, gizli örgüt kurma suçlamasıyla sorgular, tehdit, dayak, tutukevi faslı başlamıştı... 'Zorunlu' din dersi mevzusuna yer kalmadı, nasılsa o mevzu bu memlekette daha yıllarca devam eder, biz en iyisi 'mecburen zorunlu'luktan diyerek onu haftaya konuşalım.
 
Haydar Ergülen
BirGün - 10 Mart 2008

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.