Hubyarlı Determinizmin Sağduyu Sorunu

Hubyarlı Determinizmin Sağduyu Sorunu

Hubyarlı Determinizmin Sağduyu SorunuHasan HarmancıŞimdi nereden başlasam diye tereddüt ediyorum. Parçası olduğum bir olguyu, bir minyatür...

A+A-

Hubyarlı Determinizmin Sağduyu SorunuHubyarlı Determinizmin Sağduyu Sorunu

Hasan Harmancı

Şimdi nereden başlasam diye tereddüt ediyorum. Parçası olduğum bir olguyu, bir minyatür durum içinde sayıp o alanda mı kalmalıyım, yoksa büyük bir kümenin parçası görerek varlık alanını, varlık simgelerini dolanmak ve sorgulamak üzere mi düşünmeliyim. Ne yazık ki insanımız içindeki kurumayı ve daralmayı gerçeğin kendisi olduğunu sanmak gibi bir sonsuz yanılgı ile karşı karşıyadır. Bu yanılgı içinde kendini üretebilenle, ürettiğini sayan arasında bir ilişki ve daimlik bulunmakta.

Başlıktaki insancıllığa göre dava insanlık davası da, çabanın sonucu nereye varacak onu anlamakta zorlanıyorum. Hubyar Sultan’ı Almus dağlarından alıp da Ahmet Yesevi’ye yapıştıran ve oradan Türk-İslam Sentezi üreten bir yapının dönüp de kendini sorgulamak, çuvaldız-iğne ilişkisi içine girmek yerine, bağcıyı dövmeye kalkması ince bir kompleksin, kaybedişin veya kazanmanın genleşmesidir.

Hubyar Sultan’ın tarihsel veri arayışını, ABF yapılanması içinde olmasına karşın “Ahmet Yesevî Dergahı’nda yetişip, Selçuklu Devleti döneminde Hace Bektaş Veli ile Anadolu’ya gelen bir Türk- İslam önderi olan Hubyar Sultan… -yanlış okumuyorsunuz-” olarak değerlendiren bir yapı ile karşı karşıyayız. Kendileri nerede, ideolojileri nerede? Hubyar Sultan’ın tarihsel arkaplanı gerçekten böyle mi? Değil. Çünkü Hubyar’ın da, torunlarının da Türk olup olmadığı- kanımca Abdal topluluklarından biri ve ayrıca Abdal etnisitesi tanımlanmış durumda değildir - bugün tartışıldığı haliyle, İslam olduklarına yönelik tanımları çıkarcı ve kalıcı olmayan ideolojik bir arayışın veya çağa çıkarcı uymanın bedelidir. Açıkta olan tarih kurmacaları ve aldatmacaları birçok Alevi önderine yaftalandığı gibi Hubyar Sultan’a da yüklenmiş ve üzerinde tutulmaya çalışılıyor. Hubyar Sultan’ı kurtarmak ve kemiklerinin huzurlu olmasını istiyorlarsa önce bu yalanlarının peşine düşmeliler. Ancak sakın ola ki, beyni sulanmış tarih kompleksi taşıyan Hubyarlı yazar tayfası ile örnek ve kimlik sunmaya kalkmasınlar. Acınır halleri kat be kat artar.
 
Ancak Hubyar için didişenler baştan kaybettiklerini göremeyecek kadar nereye daldıklarını göremedikleri için kendilerini ispatlama ve “yaralama” ile uğraşıyorlar. Konumuz bu olmadığı için bu durumu geçiyorum. Baştan konuşmak gerek, artık Hubyar torunuyum diyenlere yeni bir kültür formasyonu taşımak durumundayız. Yoksa boşverin Hubyar Tekkesi’nin ele geçirilmesini, bir de aşılamayacak kadar keskin bir asimilasyon ile baş başa kalacağız.

Ali Kenanoğlu bu Tekke’nin durumunun netleşmesini kuşkusuz en çok isteyenlerden biri olarak çaba harcıyor. Bu çabasını öyle bir ivme ile yürütmüş bulunmaktadır ki, ABF Genel Başkan Yardımcılığı yaptığı dönemde bile sorunun tarafı olduğunu bu görevdeki yetkisi ile sürdürdü. Öncelikli bir tartışma olmayan bu konu aslında gelinen noktada ne yazık ki ikinci bir tartışma yazısına konu ediliyor. Kenanoğlu görevi bıraktıktan çok sonra olan, 4 Mayıs 2010 tarihinde diyor ki; “Başbakanlık Osmanlı Arşivleri yetkililerine bu konuyu ilettim. Osmanlılarda mülkiyet hakkının olmadığını, hele Alevi tekkelerinde hiç olmayacağını, ancak görevlendirmenin olacağını bana sözlü olarak bildirdiler…” (TC Kadıköy Cumhuriyet Başsavcılığı Soruşturma No: 2010/2738) Yahu kardeşim sen koca Federasyon da neyin mücadelesini verdiğini göremeyecek konumda mıydın? Bu hırsla neyi üretebilirsin. Öncelikle Alevi dergah, tekke ve türbelerinin mülkiyet hakkı olmadığını hem bilmiyorsun, hem de bunu olmaz ve bilmez bir yere soruyorsun. Üstelik onların bilirkişilik bile yapabileceğini söylüyorsun. Gel kardeşim seninle birlikte bu dergahların, tekkelerin kayıtlarına girelim. Gör bak nelerle karşılaşacaksın. Öncelikle Hacı Bektaş Veli Dergahı, Seyit Gazi Tekkesi (Topkapı Sarayı arşivi 5882; Mühimme Defteri, c. 41, s. 484.), Koçu Baba Zaviyesi, Kızıl Deli Tekkesi, Merzifon’da Piri Baba Dergahı bunlardan bazılarıdır.

İhracatçı Tekkeler

Hakkında belge bulunan en iyi durumdaki tekke Abdal Musa Tekkesi’dir. [1] Orada her şey kayıt altında, hem de Osmanlı belgelerinde. Tabi derdest edilene kadar. 1826 sonrasına ait satış senetleri olduğu gibi ortada. Ta ki mallarına mülklerine Osmanlı tarafından zorla el konulana ve yok pahasına satılana, dağıtılana kadar. O tarihlerdeki katliamlara mı yanalım, yoksulları, açları, kimsesizleri doyuran, çalıştıran ve yoktan var eden bu dergah ve tekkelerin nasıl bir sindirme ve haksızlığa mı uğradığına değinelim.  Bu dergahların, tekkelerin sahipleri olduğu gibi duruyor desem, bana ne dersin. Gidip Abdal Musa Tekkesi kayıtlarına bak bakalım kaç bin dönüm arazi, otlak, tarla, bağ –bahçe, küçük –büyük baş hayvan, yıllık tahıl, zeytin gibi bilcümle ürünler, yıllık dağıtılanlar, satılanlar, hatta ihraç [2] edilenler ve kâr hanesine yazılanlar, evler, işyerleri, çalışanlar, çalışanların ücretleri vs. hepsini görebilirsin. Bu yapıların arazilerin bulunduğu yerlerin önemli bir kısmında hala Alevi köyleri bulunuyor.

Seni her kim bilgilendiriyorsa tarihi de öyle yazıyorlar işte. Amaçları zaten o arşivlerden senin aidiyetini bulup atmak veya çarpıtmak. Koca “tecrübeli” adamlar olarak ilk sizi çarpmamışlar bu arşivcileriniz ne yazık ki. Bir daha böyle boyundan büyük bilgilerin ve bilcümle cahillerin ve önyargılıların ağzıyla iş yapmamanı ve Mahkemelere gitmemeni öneririm. Gittiğin Mahkemenin her ne koşul olursa olsun Alevi Mahkemesi olmasını öneririm. Çünkü orada mülkiyetle karşılaşmayacaksın, sana Alevi yapısının, mürşitliğinin, dedesinin, tekkesinin ve asaletin ne olduğunu yeterince anlatılacaktır. Ama bir farkla, bunu Öz’ü dara tutanlar görebilir. Hırsına ve mirasına nasıl sahip çıkması gerektiğini bilmeyenler değil.

Koca bir örgütün başında böyle ansızın yönetici olursanız ve bunun bilir bilmez “lafazan”ı olmaya kalkarsanız sizi ne tarih bilinci karşılar ne de içinizdeki gönüllülüğünüz. Entelektüel dargörüşlü olduğunuz konuyu da böylece Osmanlı arşivi çevirmenine  -neredeyse hiç tarih bilmezler-,  çeviri yapmak dışında hiçbir bilgisi olmayana götürmezsiniz. Ne yazık ki bu sorun sadece Kenanoğlu’nda değil, o koca örgütte ne bu yönlü bir tarih bilinci yoğunluklu ne de kavramları bilen insanlar yeterli sayıda. Bu böyle olunca durum hukuksal olsun olmasın kaybetmeye mahkum bir topluluk çıkıyor karşımıza. Her konuda kendisi bilgiç ve filozof olan bir örgüt duydunuz mu, gördünüz mü siz: Tarihçi, edebiyatçı, politikacı, sanatçı, hukukçu, tıp doktoru, ilahiyatçı, iktisatçı  vs.

Bu tartışmayı neden yürütüyorum. “Hubyar Sultan’ı Kim Kurtarır” [3] adıyla yazdığım makalemin ayrıntılarından kendilerine hesap çıkaran ve üstelik hiçbir hukuk bilgisi ile hareket etmeyen bazı Hubyar vakıf ve dernek yöneticileri, eleştirilerime karşı birazdan değineceğim bazı konuları kendilerince aydınlatarak, yayınlamam için “tekzip” gönderdiler. Bu tekzip isteğini çok doğal buluyorum. Herkes yanlışını veya eksiğini tamamlamalıdır. Ancak bu tekzip öyle canım istedi, yazdım gönderdim, yayınla(!) biçiminde olur mu hiç. Bu olsa olsa, konuyu bir daha derinlemesine sadece Hubyar Sultan özelinde ele almamıza yardımcı olur.

Hubyar’da Biriken Değer Yargısı ve Sosyal Patlama

Öyle de sayacağım. Amacım kişiselleşmiş bir konudan yola çıkarak, yeni sorunlar ve inisiyatifler konumunda önümüzü görebilmeyi tartışmaktı. Gelin görün ki bunu anlatmak mümkün değilmiş.

Elimizdeki belgelerin yanlı olduğunu ifade eden arkadaşlar, belgesi olmadan bir sürü sözü madde madde görüş olarak göndermişler. Bu da iyi bir aşama diyeceğim. Ancak benim belge dediğim şey Hubyarlıların çeşitli dilekçeli başvuruları ve bu arkadaşların Mahkemelere gönderdiği belgeler: Kimi suç duyurusu, kimi ise savunma amaçlı. Bu belgeleri dikkate alarak bir sosyal çözümlemede bulunmak mümkün ve bunu yapacağım, daha iyi anlaşılabilmek için.

Öncelikle tekke olarak bildiğimiz Hubyar Tekkesi’ni  Dergah olarak değerlendirmişler, tekzip gönderenler. Nasıl büyük bir yanlışlık. Nasıl büyük bir kuralsızlık. Siz her gördüğünüz tekkeyi, türbeyi Dergah mı sanıyorsunuz. Nasıl bir vakıf başkanlığı sizinki: Burası tekke mi, dergah mı? Üstelik siz tüm köylüler olarak Hubyar Sultan’ın torunları olduğunuzu söylüyorsunuz. Şimdi siz Alevi Mürşidi misiniz, yoksa dedesi misiniz? Herkesin dede olduğu köyde talip kim, cemlerinizi yürütmeye hangi mürşit geliyor? Alevilerin kaç dergahı var?

Ben bir noktayı çoğaltarak, asıl söylemek istediğime geçmek istiyorum Bu çözümü önerenler nedense çözümü önerdikleri koşulda değiller. Ya neredeler, tekkenin ellerinden alınmasına yarayacak kapı olan Mahkemedeler. Hem de ne sözlerle, ifşaatlarla, ne yasal önerilerle.  Hayırlı olsun deyip, önerilerine geçmek istiyorum: “Hubyar Sultan Dergahı’nda çözüm; Çözümü istemek yetmemektedir. Çözüm masasına oturmayanları ve tüm çözüm önerilerini ret ederek ‘Burası benim babamın malı’ diyenleri mahkum etmeden, sanki onlar haklıymış ve mağdurmuş gibi davranarak bu tür yazılar yazmak çözümü daha da zorlaştırmaktadır. Çözüm adliyede değildir. Çözüm tabii ki Hubyar Köylülerindedir. Mahkeme ne derse desin çözüm kendi aramızda olacaktır. Biz Hubyar Vakfı ve vakıf mütevellileri olan köyümüzün %80’ini bünyesinde barındıran insanlar her zaman çözümden yana olduk, olmaya da devam edeceğiz.” diyor bana tekzip gönderen Vakıf Başkanı Halil Patlak.

Hubyar Sultan’ı Kim Kurtarır” yazısının asıl amacına hizmet etmesini beklerken, yan sorunları ve sinir sıkışmalarını tetiklediğini görmek, Alevi kamuoyunun nelerle “gönül çeldiği”ni anlamak açısından da kaygı verici.

Burada bir tarih kuramıyla devam etmek istiyorum ama ne mümkün, çünkü bana tarih bilincimiz ve felsefemiz anlam ve inanma olarak gönüllerimizde fazla bir değer barındırıyormuş gibi gelmiyor. Bugün, önceki yazıda da dikkat çektiğimiz sıkıntıların, kültürümüz, tarihsel yapımız, durağanlığımız ve değişme arasındaki ilişkidir.  Aleviliğin varsayılan bir karşıtlıkla düşünülmesini sağlayan temel Batılı/Batıcı ayrımların da eleştirisini içermektedir. Bu eleştiriler en belirgin biçimde de yasa mı yoksa kültürel kalıt mı sorusunu daha çok sormamıza neden oluyor. Hubyarlı bir can dilekçesinde haklı olarak soruyor; “laik Cumhuriyet’in kanunları bu şeyhe uygulanmıyor mu; Tokat’ta bunu görecek kurum –Kaymakamlık denmek isteniyor- yoksa gidip Anıtkabir’de uluorta bağıracağız, devrim kanunları açık açık çiğneniyor.”  Gerçekten de Aleviliğin Anayasal bir sorunu bulunmakta. Kültürel unsurlarının bir kısmı ve Dedelik Kurumu kansoylu bir işleyişe sahip. Bu nasıl bir çözüme kavuşacak. Burada tarihsel yapımızla, Batılı değerler arasında bir sıkışma bulunmakta. Ancak Aleviler kendilerini Ortadoğu’da yaşayan en laik ve evrensel topluluklardan biri olarak görüyor. Aleviliğin içindeki kurumsal bu süreç nasıl bir yol alacak. Can’ın şikayeti mi öncelikli, yoksa toplumsal –kültürel birikimimiz mi? Alevi kültürel olarak laikse şeyhi, dedesi, Serçeşmesi ve dava ettiği Hubyarlı dedesi ne olacak. Eşit haklara sahip olduğu tarif edildiği anayasasına ne diyeceğiz. Uygar bir toplumun ve düşüncenin parçası ise, uygarlık kansoyluluğu değer olarak sayar mı?

Hubyar Yasası

Akademik toplum bilimlerimizde olduğu gibi, kendi yerli halkbilgimizde de hukuk antropolojisinin nesnesine dönüşen bu tür öğeleri ayırmak isterken gelenek ve yasal statüye bağlı ikili ayrımlarla karşılaşırız. Tarih ile yapı arasındaki karşıtlık işlevsel olarak bu yönüyle nasıl bir noktaya taşınacak. Doruğuna varmış, tüm felsefi ve inançsal, kültürel soruları ve sorguları yanıtlayabilmiş bir teo-sofik yapı kurgusu olan Alevilik bu öznel durumuyla nasıl bir değişime uğrayacak.  Bir yanıyla kutsanıp durulan ve tüketilmemesi için çaba harcanan varlıklar, kimlikler nasıl yeni bir kimliklendirme ile güçlendirilecek. Tarih yeni bir yol alırken Alevi kültürel yapısı birbirini dışlayan seçeneklerle karşı karşıya değil mi? Hangi işleyiş biçimini temel olarak alacağız.  Bu nasıl sürdürülecek. Bu haliyle kalması durumunda felsefesinin işleyişini hangi hukuk sürdürecek. Alevilik kendisi bir hukuksa, yasa nasıl işleyecek. Hubyarlı kendi tekkesini ve dedesini –kabul etsin etmesin- hukuksal olarak hangi şartlarda yargılayacak. Hubyar Sultan’ın yasasının bunda hiçbir belirleyiciliği olabilir mi?

Durağan sayacağımız ile değişmesini isteyeceğimiz arasındaki ayrım ve karşıtlıklar nasıl aşılacak. Yeni evrenselci düşünce ile Alevi düşüncesi bu durumda aykırılık taşımıyor mu? Kültürel etkilerin ya geçmişle bir süreklilik taşıdığı ya da süreksiz olduğu düşünülür —sanki bunlar, herhangi bir kültür uzamındaki bütünleyici dağılımlarında, görüngüsel gerçekliğin almaşık türleriymiş gibi! Bu ayrım, ortak bilgeliği örgütleyen tam bir temel kategoriler dizisi yoluyla derinleşiyor: Devingene karşı durağan, oluşa karşı varlık, edime karşı durum, sürece karşı koşul ve -bunu da eklememiz gerekmez mi? Ada karşıt olarak eylem.  [4] Kendisine karşı olan Hubyarlının ve hak takipçisi vakfın – ve doğal olarak bugüne o köylünün dedesinin veya babasının daha düne kadar cemini yürütmüş ve elinde artık yasadışı sayılan, ama topluluk özelinde kutsal ve yasal sayılan icazetnamesi olan dedesinin- beklentisi ne ile karşılanacak?

Gördüğümüz durumda tarihle değişmeyi birbirine karıştırmamak için oluşturulması gereken mantıksal ve kültürü besleyen adımlar atılması gerektiğini gösteriyor. Bir topluluk kültürel yeniden üretimini nasıl ve neye göre sağlamalıdır? Tarihin ve toplumsal değişimin, ekonomi ve coğrafyanın akışına kolayca bırakabilir mi? Yoksa tarih üretmek, değişim göstermek bu mudur? Hubyarlı canın kafasında tartışmadan hareket ettiği, “yasa mı, kültür mü sorgusu nasıl anlaşılmalı. Hem bunu soran hem de yüz bir kişi ile Ankara’da ve İstanbul’da mitinge katılmak, Hacı Bektaş Dergahı’nın kendisine açılması için Dergahın önünde kurumsal basın açıklamasın katılmasını ve övünmesini neye göre değerlendireceğiz?

Yabancı ilişkilere girmiş olan bir toplumun yeni bir irade geliştirmesi mümkün müdür? Yeni gördüğü şeyi uygarlık mı saymalı, yoksa aidiyet kimliklerine göre yönetilmeyi veya hayat sürdürmeyi öncelik olarak mı tanımalı? Varlık olarak taşıdığı kozmolojisine nerede yer aramalıdır?  Aleviliğin hiyerarşisini üreten kurumundan mı, yoksa yasanın eşitleyiciliğinden mi yararlanmalı.  Nesnelerde olduğu gibi olgularda da değişimler yaşanıyor. Aslında her şey ve durum ne denli aynı kaldıysa o denli de değişmedi mi?

Bu Mahkeme ve Tekke üzerinden üretilen tartışma süreci taraftarlarından her kim ki kültürel anlamla oluşan ve kabul gören düzeni, alışılan kemikleşmiş karşıtlıklar dizisini sorgulanır hale getirmiş olursa haksız sayılmaz. Bu bir değişim ve yeniden kendini algılama sorunudur. Bu aynı zamanda “kişisel” olarak şimdiden, öğreti olarak “kökten”, “tarihsel miras” olarak geçmişten yeni durumlar karşısında vazgeçildiği anlamına geliyor. Bu örgütsel olarak yapıldığında ise asimilasyon ve bilinç reddi olarak anlaşılır.

Bulanık Anlamlar

Bunun ne kadar bilinçli ve işlevsel yapıldığına bakmadan düşünmek ve değerlendirmek gerek. Çünkü özellikle Alevilik çerçevesinde örgütlenenlerin mirası taşıma yetkinlikleri, tarih bilinçleri, akademik yeterlilikleri ve geleneğe bağlılıkları gerçek bir durum olmaktan çok popülerlik ve günlük siyasete karşı politika üretmekten geçiyor. Bu daha çok Aleviliğin üstyapısı ile altyapısı arasındaki değişim kaymasından kaynaklanıyor. Bu kuralsızlık göstergesi Alevi gelenek üst yapısını oluşturan herhangi bir sorgulama, hesap sorma sorgulama değildir. Yaşanan dünyanın gerçeği ile yüzleşme saydığımız yasa karşısında eşit olma ve yeni kurallara karşın aidiyetin yaptırımından kurtulma ve soyutlanmanın “diklenme”si olarak ele alınmalıdır.  Burada, yapıda bir karşıtlık taşıdığı dikkat çeken altyapıdan söz ediyoruz aynı zamanda. Alevi simgelerine karşılık geliştirilmiş olan simgesel eylem(!) ilişkisi sayacağımız açıktan bir tür safdillik olduğu ortadadır. Bu iki karşı karşıya kalmış olan kişiselleşmiş olan taleplerin bize anlatmak istediği nedir? Hubyarlının yapmak istediği ne gerekçe ile muhalifi olduğunu bilmediği güce karşı yasa ile tanım getirme çabasıdır. Köylü canımızın gerçekte yapmak istediği nedir? Bu sorunun yanıtını da Alevilik mirasını arşivcilere kiraya bırakanlara bırakalım.

Buradan kültür kavramlarının insan deneyimine ilgisi sorununa geliriz ya da simgesel algıdaki nitelik değişimine. Yaptırıma taşınan Mahkeme olgusunun ve delil oluşturma çabası olarak görülen dilekçelerdeki başvuruların daha nicesi kültürel varlık olmak ile amaç arasında belirgin bir kaymayı göstermektedir. Bu konuya sadece sade Hubyarlıları örnek vermek yanılgı olacaktır.

Gelinmesi gereken nokta Alevilik ile Alevi birey veya Alevi örgütlenme arasında bir kaos ve uyumsuzluk olduğudur. Bunun dillendirilmesi üstelik öznel Alevi kimliğinin sahiplenilmesi üzerinden sürdürülüyor. Alevi algılarının genel yasal kavramlar ve kurumlar ile bu deşifreci ve değişimciler aracılığıyla uygun duruma getirilmesi mümkün olabilecek mi? Ya da, daha çok tarih ve kimlik, kültür ve felsefeden habersiz hale düşen, açılan davalarda görülebileceği gibi “çoktan” Alevi birey olma adı altında “kurumsal” olarak onu kuşatan düzene hapsolmasıdır.

Kimlik ve tanımlanma mücadelesi olarak ele alınan, alanda beklenen ve dillendirilen önerme ise, uzlaşımsal bir yol bulunması yönündeki işleyişin, kültürel anlamda herhangi bir karşılığının bulunabilmesidir. Bu, kültürün böylesi durumlar karşısında yeniden üretiminin kazanımı ve sağlıklı gelişimi olarak tespiti sayılabilir mi?

Sonuçta gelinen noktada durağanlıktan yana mı, değişimden yana mı olunmalıdır? Üstyapıya karşıtlık taşıdığı açıktan belli olan bu altyapının, toplumsal değer üretmek olarak karşılığı nasıl bir “kültürel kod”lama olarak ele alınabilir. Felsefenin, yapısal söylemin yapısındaki bu mantıksal görünüşte belirli bir toplumun insanları için, dünyaya ilişkin gönderim olanaklarını simgeler ve etik değerler arasında “belirgin” bir kurala bağlanmıştır. Gerçekliği Hubyar olayının Mahkeme tutanaklarına göre sınanabilir. Bunu deneylemek veya sorgulamak bir şeyin olup olmadığını da nesnel açıdan görebilmektir. Dolayısıyla Alevilik doğası gereği tarihsel bir gelişim/iletişim ilişkisinde kalabilmiş mi yoksa yeni bir sonuç karşısında ayak mı diriyor.

Hukuk Üretebilmek

Aslında Aleviliği nereye ve ne amaçla taşıdığını göremeyen bu küçük dilekçelerin toplamı ve ona akıl veren kimliksiz “ortak akıl” bir “kumar” oynuyor. Bu kumarı çocuklar arasında basit bir boş zaman sosyolojisi açısından da, geleceğini bu alanda elde edebileceğine inanan karanlık bağlantıların kutsallık karşısındaki direnişi olarak da değerlendirilebilir. Tabu türünde görülüp de mahcupça saldırılan –çoğun bilinçsiz- bu tür çokanlam taşıyan örtük kategorili simge mücadeleleri, toplumun genelinde belli bir seçilmiş anlam kazanabilir,  toplumsal yapının gözden geçirilip değiştirilmesi olarak da anlaşılabilir.

Konunun şikayet içeren yanını bir daha ele aldığımızda, Hubyar Tekkesi etrafında çerçevelenmiş bu kargaşa, -uzlaşma dışı davranış olarak- Mahkemelere taşınmış hali ile bir ticaret, kast ve mülkiyet hakkı göstergeleri taşıyor. Kızılbaşlığın yüzyıllarca süren mücadelesi sonucunda elde edilen simgeleri, kurumları ve nesnelleştirilmiş kişilik olan dedenin iktidarı,  -köylüleriyle- çatışma ikliminde, karşılıklı etkileşiminin düşsel ve felsefi olarak yıkılabileceğini ve dayanaksız kalabileceğini göstermektedir. Bu Mahkeme sürecini belirleyen nedenler ve olgular, bundan yüzyıl önce yaşanmaya kalkılsaydı, kanımca, Alevi dünyasındaki çatışmanın, yargının, düşkünlüğün, ihanetin yarattığı kaosu düşünmek bile mümkün olmayacaktı.

Ancak gelinen bu süreç, her şeyden önce kişisel taşkınlık veya kişisel tasarrufu çoktan aşmıştır. Buradaki durumu Alevi kurumları dikkate almak zorundadırlar. Bu hukuk karşısında nasıl bir duruma düşebileceğini çok iyi örnekleyen göstergeleri içinde barındırmaktadır. Hubyar olayındaki ilişki ağı ve temsiliyet sorunu, kişisel dilekçeler, dilekçezedeler, hukuksal ve kurumsal beklenti bir özdeşlik ve standart olarak ele alındığında, her şey daha somutlaşıyor.

Alevi simgelerinde her değer, “kan bedeli” ödemesi karşılığında elde kalabilirken, bugün fütursuzca, bilgisizlik ve cahillik sınırındaki kişilerin mirası bilmemek, felsefeyi tanımamak, gelenek hukukuna uymamak zaafına düşerek, Aleviliği amaçları ve toplumsal örgütlenmeleri dışında kullanmaya kalkmaları değerleri yeniçağın hastalığı olarak, Aleviliği ve Alevi kimliğini, kutsallık ölçeğinde olsun olmasın, değersizleştirmektedir.

Bir toplumsal değere verilen değer, duyulan ilgi onu birisi için ayrımcılığa dönerken, diğeri için değer olarak kaldığında beklenen şey kültür örüntüsü açısından kaostur. Bu kaosu düzenleyecek olan kim olabilir; kaosu yaratan mı, kaosa taraf olan mı, kaosa dikkat çeken mi?

Hasan Harmancı

<!--

var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';

var path = 'hr' + 'ef' + '=';

var addy70043 = 'hasan.harmanci' + '@';

addy70043 = addy70043 + 'hotmail' + '.' + 'com';

var addy_text70043 = 'hasan.harmanci' + '@' + 'hotmail' + '.' + 'com';

( '' );

70043 );

( '' );

//-->n

<!--

( '' );

//-->

<!--

( '' );

//-->


Alevihaberajnasi.com - 18 Ekim 2010

Etiketler :

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.