Kızılbaş kavramı ve Erkek Başörtüsü 'Keyfiye'

Kızılbaş kavramı ve Erkek Başörtüsü 'Keyfiye'

Kızılbaş kavramı ve Erkek Başörtüsü 'Keyfiye'Keyfiyye kavramına yakın ifadeler Osmanlıca sözlükte şöyle açıklanıyor :KEYFÎ (KEYFİYYE) : Keyfe,...

A+A-

Kızılbaş kavramı ve Erkek Başörtüsü 'Keyfiye' Kızılbaş kavramı ve Erkek Başörtüsü 'Keyfiye'

Keyfiyye kavramına yakın ifadeler Osmanlıca sözlükte şöyle açıklanıyor :

KEYFÎ (KEYFİYYE) : Keyfe, arzuya bağlı. İsteğe âid ve müteallik.

KEYFİYYET :Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti. Kalite. Madde. (Kemmiyetin zıddıdır.) (http://www.osmanlimedeniyeti.com/)

Bizi ilgilendiren Keyfiye’nin, kemiyet (nicelik)’ in karşıtı olan, nitelik anlamı ile ilgili olduğu  görünüyor.Buradaki haliyle,kişiyi belirleyen özelliği tanımlıyor olmalı.

Bireylerin, henüz Nüfus cüzdanları bulunmuyorken, onların, bütünüyle görüntülerine dayanan belirlenme araçları, ‘süs’ biçim  ve takıları kullanıyor olduklarını görmüştük. Bu araçlara ‘süs’ gözüyle bakanlar, genellikle dar kavrayışlı  modern bilim adamları olmuştur ve Afrika ya da Amazon ormanlarında, tenasül aletleri açık insanların, saç sakal kuaför biçimlerine, boya, bilezik, incik boncuk takışlarına, boyalanmalarına  hayretlerini ifade etmişler ; onların  ‘süslenme’ düşkünlükleri üzerine sonu gelmez masallar anlatmışlardır. Azra Erhat da, eski Yunan kadınlarının  ‘süs’ düşkünlüğünden bahsettiği oranda onlarla aynı yaklaşımı  paylaşmış olur.

Bir  erkeğin, hiç olmazsa, sokağa çıkarken  kafasına şapkasını geçirme zorunluluğu, ‘süs’lenme kaygısından değildi. Bir kadının hiç olmazsa, sokağa çıkarken takıp takıştırması, boyalara bezenmesi de, eski toplumun ‘süs’ kapsamında değil, bir zorunluluk gereği idi. Bu giysi ve incik-boncuklar, ayaktaki halhallar, bu insanların  varlıklarının ‘esâsı ve iç yüzü’nü anlatıyordu. Genel fahişe kadınlarının başını örtmesini yasaklayan Assurlular, ‘adamın karısı ve kızları’nı örtünmeye zorlarken, başka herhangi bir motifle değil, sadece onların kimliklerini gizleme veya  açık etme  motifiyle hareket ediyorlardı. Kaba tanrı tanımazlarımız ve ilahiyatçılarımız, ‘türban’ın kaynaklarında ya  saçmalık, kadın küçümsenmesi veya tanrısal çağrılar keşfediyor olsalar da, bu keşiflerinin kaynakları, tarihsel gerçeklere değil,kendi uydurmalarına  dayanıyor daha çok.

Muhammed, Kuran’da, türbanı gerekçelendirirken «kadınlar  ayaklarını da yere vurmasınlar » derken, anlamsız şeyleri değil, kadının ayağındaki halhalarını hedef alır, vb. O toplumlar, yerli kadının yabancı erkeğe karşı cinsel görev  ve istekleri bakımından, binlerce yıllık bir ön geleneğe sahiptiler. Tanrıça İştar tapınması kadar, Fallus kültüne de, erkek tenasül organına da derin bir tapınma dönemi yaşamışlardı. Minare mimari yapısının kaynakları hakkında, ciddi bir gerekçelendirmede bulunan pek çıkmamıştır henüz. Böyle bir toplumda, bir yabancı erkek, bir  kadınla yatmak istediğinde, veya tersi,  o sırada, başka tür tanışma ortamları, ne yapalım ki, bulunmadığından, birbirlerini ancak , ‘giysi’, ‘takı’ , ‘ziynet’ ve ‘süs’ gibi doğrudan görüntülerinden  tanımak zorundaydılar...

Muhammed, kadının  kafasını, yüzünü, 'asıl giysilerini', kapatmaya çalıştığı gibi,  « ziynetlerini de gizlesinler » diyor ise, asansör boşluğunda  bilezik için bıçak çeken kapkaççının  şerrinden korumaktan çok, o kadınlar üzerinde  cinsel hak talep eden yabancı (ve o sırada artık karışma olduğundan yerli) erkeklerinin cinsel istek şerrinden korumaya çalışıyordu. Ya da en azından,geçmişteki bu geleneğin temel nedeninin, yabancı erkeğin yerli kadın üzerinde doğal olarak var olan cinsel ilişki hakkını kullanmalarını kolaylaştıran öğenin giysi, ‘süs’, saç-baş biçimleri, ziynetlerle de ilgili olduğunu biliyor olmalıydı. Erkek ve kadın, kimle cinsel ilişki hak ve ödevi bulunduğunu, eski toplumda, kolaylıkla, bu giyim-kuşam,saç-süs biçimleri üzerinden saplatabiliyordu. Çünkü bu araçlar, ilgili insanin  hangi toplum birimine ait olduğunu açıkladığı gibi, sosyal konumunu da ortaya koyuyordu. İnsanlar da, ataları tarafından yapılmış anlaşmalar uyarınca, hangi topluluğa ait kadın ve erkek arasında evlilik ilişkisi hak ve ödevleri olduğunu bildikleri için, yetki ve yükümlerini  sürdürüyor ve sürdürmek de istiyorlardı. Çarşaf ve türban, bu aşamanın kapanması  gerek dönem ile ilgilidir. Sayın M.İ.Çığ, 'camilerde seks' vb.  tezlerinde, bilimselliği değil, islama veya islamın bugünkü yorumuna  duyduğu  politik bir tepkiyi seslendirdiği için, yargılanması ile ilgili yazıda  ayrılıklarımı  belirtmeyi önemsedim.

Yaser Arafat ve kral Fahd resimlerinde kullanılan keyfiyelerin, erkek başörtüsü  olma bakımından ortak olsalar da, bağlanma biçimleri, kullanılan renkler ve baş etrafındaki çember örgüler bakımından farklı oldukları görülüyor.

Keyfiyenin altında kullanılan metal başlığın, eski yazılı yasalarda nişanlanan, evlenen kız için kullanılan ‘başına yağ dökmek’ gibi bir deyimle ne ölçüde ilgisi var? Şu anda bilemiyorum. Bunun eski nedenlerini araştırıp bulmak gerekli.

Başın etrafında 2 sargı, siyah ip, bulunması da eski toplumun bilinçli bir tercihine dayanır. Bu 2 rakamının kaynaklarını şu şekilde özetleyebiliriz.

2 rakamına, bir yanıyla, ‘ikizlik’ döneminin ürünü olarak bakabiliriz.Bu ikizlik, iki farklı toplum birimin ittifak süreci içinde kaynaşması ve yetkinin rotasyonel çift kırallık düzeninden tek kırallığa doğru ilerleme aşamasının bir ürünüdür. Ali’nin çift başlı kılıcı, bu bakımdan Muhammed damadı Ali’den 3-4  bin yıl önce ortaya çıkmıştı. Bunu “çift ağızlı kutsal balta” olarak da görürüz.  « Ayna » motifi  kişinin bireysel hüküm gücünü tekleştirmesinin görüntüdeki çiftliğiyle sağlanabilmesi bakımından müthiş bir araç olmuş gibidir. Tarakla birlikte evlilik talebi anlamı da içerdiğine göre, aynı zamanda, ‘gelin başı’ kuaförlüğünün de kaynakları arasında sayılabilir. Evlilik öncesi gelin-damat tıraşları onlar ‘güzellesin’ diye yapılır tabi ama, bu ‘güzelleşme’den  anlaşılan şimdiki güzellik salonlarının yöneticilerinin anladığı ‘güzellik’ değil, damat ve gelinin ‘yabancı’lıktan,  ‘yabanilikten çıkıp kendi birimlerinin saç biçimlerini uygulamaya başlamaları olmalı idi. Böylece eski düşman, hayvan, yabani olan  ‘güzel’,’ ‘tatlı’,  ‘şirin’ hale gelebiliyordu.

Bu iki farklı toplum birimin tek elin yönetiminde toplandığı anda « 2 »li sembolü elinde tutan, bu iki farklı toplum birimin yönetiminin ondan sorulduğunu anlatmış oluyordu. Bize felsefede düalizm olarak ulaşan fenomenin bir yanı bununla ilgilidir.

Öte yandan, eski toplumda iç bölünmenin iki türlü gerçekleştiğini görürüz. Birincisi,doğal bir şekilde, üç ayrı kuşağın birbirinden ayrı kılınması ve buna dayanan hak ve ödevler sıralamasıdır.

İkincisi ise, yine doğal olarak, fakat kuşağa değil, cinse bağlı bir ayrımla toplumu ayrıştırarak hak ve ödevler sistemini bunun üzerine kurgulamasıdır.

Eski toplumun bu iki ayrım tarzının da kullanmış olduğunu, modern toplumda  hala devam eden etkilerinden ve tarihteki, çocuk, genç iniciation edimleriyle, evlilik kurallarından anlayabiliriz. Fakat, unutmamak gerekir ki, hem aynı toplum, kendi önceki özellikleri üzerine  de katlanarak ilerler ve hem de, binlerce yıl içinde bir dizi hibrid yapılar ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, her toplumsal görüngüyü, bütünlüğü haliyle eski kurallarda bulamayız. Analitik yöntem burada da gereklidir ve fakat, iç parçalarda durup kalmak için değil, sürecin bütün aşamalarını kaynaşmış bir halde daha ayrıntılı izleyebilmek için.

Cinsiyet üzerine kurulmuş ikili yapıyı, örneğin, hemen hemen  bütün küçük yaş evlilik sistemlerini  kullanan toplumlarda; kızı veya kaynanası olacak kadınlarla evlilik yapabilme hakkinin yaşandığı toplumlarda; küçük erkek  çocuğa bile büyük erkek muamelesi yapılan topluluklarda izleyebiliriz.

Üç kuşak ayrımının bulunduğu ve köklü bir şekilde yerleştiği topluluklarda ise, bu, denk kuşaklar arası evlilik, küçük erkek veya küçük kız çocuğunun, erkek veya kadın sınıflamasına kabul etmeden önce,’çocuk’ kapsamında gören ve ‘çocuk sofrası’ vb. gibi ayrımlar yapan ve gençlik-geçim dönemi iniciation’larını kullanan topluluklarda görürüz.

Farklı bir dizi görüntüleri yeri geldikçe ele alıyoruz zaten. Bu bakımdan Muhammed torunu yaşında bir kız çocuğunu  eşliğe, ‘karılığa’ almış ise, bunda eski toplumun yapısının izlerine yönelmek gerekir. Muhammed’in kadın düşkünlüğü, veya çocuk seviciliği üzerine  ‘bilge’likler fazla değerli değildir ve  seviyeli getirileri de bulunmaz. Bunlar Turan Dursun konuları kapsamındadır. Bizim ise, bu tür bir ‘aydınlanmacılık’ ile pek ilgimiz yok, olmamalı..(Zamanında ona eleştirisiz,  sayfalarını  açan D.Perinçek  bile, artık onu, eleştiri içeriği bakımından savunamıyor. Her önemli  güçlü toplumsal eğilim rüzgarıyla hareket etme  gibi, onulmaz hastalıklara sahip olmak, onu, belki de , islamın yükselişine bağlı olarak,simdi de,'minareler silahımız' noktasına doğru götürecektir...)

Keyfiyelerle ilgili, daha önceki ön çalışmalarımda, başın etrafında sadece ikili örgü değil, üçlü örgüler de bulunduğunu görmüştüm ama, şu anda elimin altında örnek yok. Bu noktaya da bakmak gerekli.

Oradaki örgüler,sadece siyah değil, farklı renklerdendi ve tıpkı kefiye’nin renk ve desenleri gibi, karışık renkli olanlar da vardı. Eski toplumda, hiç olmazsa  incelediğimiz ‘Sümer’-akkad toplumlarında  renkler, belirleyici önemdedir  ve ilerledikçe, bu renklerin bayraklara değin, eski kutsal görünümlü  ayrıştırılmanın izlerini taşıyarak günümüze de ulaştığına hiç şüphe yoktur.

Bitirmeden kral  Fahd’ın sakal biçiminin de, bir “estetik” konusu olmadığına dikkat etmemiz gerekir. Bize oğlak/keçi burcu olarak da ulaşan  bu totem hayvan, tanrılar tarafından, 5., 4. binli yıllarda  “koyun ve kuzusu” ile birlikte “keçi ve oğlak” da  ‘yaratılmıştı’ ve  Kuzu İsa Mesih’in dininden tanıdığımız ‘günah keçisi’ ; tanrıyı “çalıdan yükselen ateş” olarak keşfeden Musa’nın  « çöllere, Azazel için azad ederek sunduğu » kutsal keçi totemi bizi hayli ilgilendirmektedir. Eski toplumun saç, sakal biçimleri, kutsal totemleriyle benzeşme, aynılaşma çabasından ayrı ele alınamayacağına göre, keçi sakal tarzının keçi totem ile ilişkili olduğunu düşünmemiz mümkün…

(19. Yüzyılda BEKTAŞÎLİK,Dr. A. Yılmaz Soyyer/AKADEMİ KİTABEVİ,İZMİR • 2005)

“Babaların Kıyafetleri: (....)

Bu bağlamda Bektaşîlik bir semboller topluluğu içerisinde var olmaktadır. Bektaşî Babalarının kıyafeti de işte bu kutsal sembollerle donatılmıştır.

Bektaşî babalarının başlarına giydiği başlıklar beyaz keçedendir. Buna tac  ya da fahr denilmektedir. Tacın üst kısmı alt kısmından biraz geniştir. Kenarlarında on iki dilim ve tepesinde bir kabartma vardır. On iki dilim on iki imama, tepedeki kabartma ise “Allah- Muhammed- Ali” den mürekkep vahdete işarettir. Tacın üzerine açık yeşil renkte bir sarık sarılır. Sarık enli, fakat tacı üç kere dolanacak uzunluktadır. Sarık tacın kenarını tamamen kapatmaz, sarığın alt kısmından tacın kenarı hafifçe görünür. Tacın üst tarafında da iki parmak kadar açıklık kalır. Bektaşîlerce kabul olunan renk beyazdır. Gerek aba denilen cebe ve gerek hafifçe şalvara benzeyen pantolon yünlü ve beyaz bir kumaştan seçilir. Gerek yolculukta ve gerek dergâhların dışında derviş ve babaların renkli aba giydikleri de görülür. Bele altı parmak enliliğinde bir kemer takılır. Bu kemer örmedir ve ince meşin küçük tokalarla önde birleşir. Kemerde ya da yana sokulu iki tane bıçak bulunur. Bu bıçakların kabzasının ucu tamamen baştaki taç şeklindedir. Bunlardan başka babaların boyunlarında ince bir kayışla asılı küçük ve meşin çantaları vardır. Üzerinde aynalı yâ Ali yazılıdır. Bu çantaya icazetnâmeler ve tarîkate ait evraklar konulur. Babalar bu çantayı yalnızca seyahatlerinde boyunlarına takmaktadırlar. (Bektaşîlik (yazma) İBŞBAK nu: 443, tarihsiz, v:36)

Babaların boyunlarında –dervişlerin de taktığı- teslim taşı da bulunmaktadır. Bu taş yedi sekiz cm. çapında ve on iki köşeli bir yıldızdan ibârettir. Teslim taşı dergâhların açık olduğu dönemde Kırşehir’de, Pirevi’nde imal olunmaktadır. Söylenceye göre Hacı Bektaş Velî’ye zehir içirilir. Zehrin belirtileri görülünce Kutlu Melek, Hacı Bektaş Velî’ye yumurta akından yaptığı bir ilacı içirir. Hacı Bektaş Velî istifra eder ve istifra ettiği zehir donarak bu taşı oluşturur. Taşın kırmızı damarları zehire karışan Hacı Bektaş Velî’nin kanı olarak yorumlanmaktadır. (Bektaşîlik (yazma) İBŞBAK nu: 443, tarihsiz, v:37)

(s.26)

Sümer adı verilen topluluğun bir ifadesi olarak kullanılan "Karabaş"  kavramının  yanı sıra, ‘Kızılbaş’  kavramı  üzerinde de durmak zorundayız.

Bugün  “Alevi” denilince,onu, Muhammed’in amcasının oğlu ve kızı Fatma’nın da kocası olan  peygamber damadı  Ali’ye  bağlayarak açıklamak gibi bir tutum var.İncelemelerimiz  içinde tarihsel kaynaklarını şimdi artık çok daha eskilerde bulduğumuz  bir dinsel kültür parçasını, Aleviliği, sadece, Muhammed damadı  Ali'nin adına bağlayarak açıklayabilir miyiz ?

Aleviliği, Ali  adı ile açıklamayı bir yana bırakalım, hatta, asırlarca süren bir İslam şiddeti altında  hayli donuşmuş bugünkü haliyle  bile Alevilik'in  gerçekte İslam içinde ele alınıp alınamayacağı bile  gerçek bir sorudur ve tartışılmaya da başlanmıştır?

Burada, baskı altında kalmış bir dinin, var oluşunu savunma mekanizmalarının söz konusu olabilmesi; kendini İslam’ın parçası olarak ,Muhammed damadının adına dayalı bir varlık tanımlaması yaparak  gösterme yoluyla,varlığını  sürdürmek bakımından, bu  argümanların bir çözüm olarak kullanmış olabilmesi mümkün görünüyor.

Daha çok bugün Türkiye’de olan haliyle ve,belli ölçülerde  genel olarak  Alevilik; hep önemli bir  teolojik felsefi sorun  olarak ele alınan  kutsal ‘üçleme’yle, ‘12 imamıyla’, ‘kurban olma’, kurban edilen olma   felsefesiyle, örgütlenme ve ibadet tarzlarıyla, varlığını erken ‘Sümer’-Akkad dönemlerinden itibaren tanıdığımız, eski tapınak hiyerarşisinin bir bölümünün çizgisine ait görünmektedir. Erken Tapınak yapılanmasını tanıdıkça, 'kurban olma' veya kurban eden olma gibi teolojik algılamaların da, nedensiz ortaya çıkmamış olduğunu daha çok göreceğiz. Bu tür konularda, onun İsacı Hıristiyanlıkla olan paralellikleri, kuvvetli bir Hitit ortak geçmişine sahip olmalarına bağlı olmalı.

Şimdiki konumuz, özel olarak Alevilik  konusunu incelemek değil.Ama,ayrıntılı ve değerli araştırmasından sonra  “Kısaca ifade etmek gerekirse Bektaşîlik ancak ve ancak kendisidir” biçiminde bir sonuç ilan eden sayın A. Yılmaz Soyyer'e, bu noktada katılmanın mümkün olmadığını açıklamak gerek. Bu tür  izoleştirici yargılar, Ortadoğu dinlerinin ortak kökenlerini araştırmayı engelleyeceği gibi, 'dinsel kardeşlik' yaratma argümanları bakımından da fazla yararlı olamazlar.

Aleviliği, Ali’ye, Ali  söylemine  bağlayarak  vereden ve öyle de açıklayan  günümüz Aleviliği, aslında ,tarihselliğini yok ettiği ölçüde, kendisine haksızlık etmektedir ama, ne yapalım ki durum böyle...

Aleviliği,tarihte  Ali ile başlatan  savunma argümanları ile, Sünni İslamın şiddetinden çekinen Yezidiliğin ,kendini Yezid soyuna bağlayarak tanımlama çabasındaki argümanlardan , özünde  farklı görünmüyor. Kürt'lerin  soy isimlerinde 'Türkoğlu', 'Türk' vb.  bulunması gibi bir şey bu...

‘Kızılbaşlık’  tanımlamasına gelince..

Bir Alevi sitesinde yapılan söyleşide Prof. Dr. Oktay Efendiyev, bu konuda söyle diyor:

"Kızılbaşlık, Şeyh Haydar’la alakalıdır. Şeyh Haydar kendi müridlerini, nizamı, askere nizamı (öz taraftarlarını) sağlamak ve düşmanları olan Akkoyunlarından ayırmak için Türkmen papağı, başlığı, oniki kırmızı dilimli taç (Tac-ı Heyderi olarak isimlendiriliyor) giyerlerdi. Bu başlığı giyenler ekserisi Türk’tür. İşte bunlara Kızılbaş denildi. Onları Kızılbaş olarak adlandırdılar.Papaklarından geldi bu isim”.(http://www.alewiten.com/efendiyevsafevi.htm)

Server Tanilli de , buna benzer şeyler söylüyor:

“Bu (Safevi yanlısı-BE) Türkmen  yandaşlar,beyaz baslık taşıyan  Osmanlı yandaşlarından kendilerini ayırmak için,kızıl bir baslık giyiyorlardı.Kızılbaş diye anılmaları iste buradan gelir..”(Yüzyılların gerçeği ,S.564)

Diyelim ki, bu açıklamalarla, ‘ikna olduk’...

Fakat burada, ele aldığımız konu bakımından derhal  yeni sorular başlamasını engelleyemeyiz: Bu açıklamalara da göre, demek ki, eski toplumda,erkekler bir başlık taşıyorlardı. Gerçekten de, başlıksız erkek, erkekten sayılmayı bırakalım,’kişi’  bile sayılmıyordu.En erken ‘Sümer’ çizimlerinde, ‘insan’ (bu aslında daha çok erkek anlamındadır) şekil çizimi, sadece,erkeğin baş giysini, keyfiyye’yi anlatıyordu.

Yukarıdaki açıklamalara bakarsak, onlar da, bu başlığın renklerinin ‘ayırdedici’ olarak kullanıldığını kabul etmiş oluyorlar. Ötekiler Biri ‘beyaz’ rengi kullanınca, Aleviler de ‘kırmızı’yı ‘seçmisler’di. Peki neden, mesela mavi’yi , ‘kara’yı ya da bir başka rengi  değil de, ‘kırmızı’yı?

Daha önce de üzerinde durduğumuz gibi, toplum birimlerin önceki tercihlerinde, nadiren, belki büyük altüst oluşlar sırasında, eski geleneklerinden  tam bir kopuş yaşanabilir. Genel olarak ise, tarihte, ilgili toplumun kendisiyle kopuşu anlarında bile, eski yargı ve davranışlarının belirleyici etkisinin  sürdüğünü görüyoruz.

Renkler, önceki çalışmalarda gördüğümüz gibi, kaynağı tanıyabildiğimiz en erken dönemlere değin uzanan, eski toplumda kullanılan, önemde bir ayraçtır. Bilinçli tercihlere dayanırlar.

Örneğin, Eski Ahit, güneş’i, ay’ı falan yaratmadan önce Tanrının ‘ışığı’ var ettiğini yazıyor. Bu anlatımı, eğer, dinsel kitapların kendi kavramlarıyla ele alırsak,aslında burada, tanrıya bir övgü değil,yergi bulmak gerekli. Çünkü,tanrı,güneşten,aydan bağımsız bir ışık yaratmak yerine, doğrudan en önce Güneş’i yaratarak ışık elde edebilmeyi  düşünebilecek kadar  akıllı  olmalıydı..Oysa anlatımda onda böyle bir kavrayış izi bulamayız ve bu nedenle 'kavrama' takılan bir bölüm  tanrıtanımazın, alay hedefi olurlar.

Fakat, dinsel kitapların bu ‘ışık’ı, bildiğimiz ışık olmadığı için, tanrının, bu işte hiçbir suçu, ya da düşünce eksikliği, yoktu aslında. Bize ‘ışık’ olarak ulaşan bu kavram, aslında ‘ateş’ti. "Yaratılan" ilk önemli 'arkhe' olduğu için de, bu nedenle, en eski dinlerin hepsinde, kaynakları bakımından, kuvvetli bir ateş kültü bulunur. Yeni Papa, tanrının, çöllerde  Musa'ya ateş gibi, ateş olarak göründüğünü daha bir ay önce yinelerken, aslında bu olgunun teolojik derinliğini onaylamış olmaktadır.

Bu ‘ateş’, alev, ele aldığımız eski toplumların dinlerinde, adetlerinde olduğu kadar gerçek yaşamlarında da,  öylesine birincil önem taşır ki, Sami alfabesinin ilk harfi de, herhalde, tanrının en başta, daha ortada  daha ‘hiçbir şey yok’ iken yarattığı bu ateş’le, yani  ateş tapımcılığı ile ilgili olmalıydı. Alef veya Alfa, Alfabenin de birinci harfi olmuş ise, herhalde bu nedenledir.

Burada ‘eski kavram’lardan bahsettiğimiz zaman, örneğin ‘ateş’ sözcüğünün, günümüzden, 6000 yıl kadar önceki kullanım sesi, ve kullanım anlamından bahsettiğimiz hiç unutulmamalıdır. Örneklerde gördüğümüz ilk çizimlerin toplumları, örneğin ‘güneş’ dediğinde, bundan gökyüzündeki  güneş’i anladığı kadar, ve belki de, ondan önce,bizim simdi tanrı dediğimiz bir kutsal varlığı anlıyordu.Hitit yazılarında, “güneşim” sözcüğü tanrıyı çağrısın bir ifadesidir. Ya da “ben güneşim” denildiği zaman, o ifadeyi, ‘ben gökyüzündeki güneşim’ yerine , ‘ben tanrıyım’ diye çözümlemek daha yerinde olabilir.

Bu bakımlardan, Hititlerde de çok rastladığımız,onlardan İsacı  Hıristiyanlığa da geçmiş olan “Allulim” belki de, öteki değerlerinin yani sıra, “ateş adam’,’ateşin varlığı’ anlamı taşıyor olmalıydı ki, Muhammed’in aktarımına göre de bu, tanrının, Adem’den önce, “kavurucu ateşten” yarattığı, Adem’e secde etmeyi reddedip tanrıya kafa tutan, bu nedenle de, kıyamet gününe kadar insanları yoldan çıkarmak üzere aramıza salınan Şeytan’ın ta kendisi idi. Bu  Allulim , Sümer kraliyet listesine göre,ayni zamanda,'gök’ten, 'sema'dan inen ilk kırallığın yönetici kıralının da  'adı', tanımıdır.

Burada, papaklardaki kırmızı tercihinin ateş tapımcılığı ile bir bağı olduğunu görmek için,sadece ateşle ilgili inanç ve uygulamalar bakımından, Alevi-Bektaşiliğin bir kaç yazısına göz atmak yeter..

Eğer, yukarıdaki yorumlar doğru ise, Aleviliğin, Ali ismine bağlanarak açıklanabileceği iddialarının fazla dayanaklı olmadığı sonucuna da varabiliriz. Burada belki bir tesadüf söz konusu idi ve Hitit dini inancını son derece derinden taşıyan dini erkan, Hıristiyanlıkta da  yasayan bu Aleluya haykırışının sesini Muhammed’in damadı üzerinden İslama aktarmaya çalışmış olabilir. Alevilikte, Ali vurgusunun, Muhammed’den de önde gelmesi gibi, geleneksel özellik, bu olasılığın pek  yabana atılamayacağını gösteriyor.

***

Osmanlı donemi kadın ve erkek başörtüleri

18.12.2007

Safa KAÇMAZ / TOPLUM VE TARİH

http://toplumvetarih.blogcu.com/

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.