Kızılbaşlık Türklüğü Kapsamaz

Kızılbaşlık Türklüğü Kapsamaz

Kızılbaşlık Türklüğü KapsamazHasan HarmancıKızılbaşlığın ve Kızılbaşların nasıl bir tarihsel ve coğrafik süreç izledikleri...

A+A-

Kızılbaşlık Türklüğü KapsamazKızılbaşlık Türklüğü Kapsamaz

Hasan Harmancı

Kızılbaşlığın ve Kızılbaşların nasıl bir tarihsel ve coğrafik süreç izledikleri yönlü tartışma ve tarihsel çarpıtmalar öne çıktı. Çoğunlukla Kızılbaşlığın coğrafik merkezi olarak ele alınan Türkiye toprakları bunu anlatmaya yetmemektedir. Kızılbaşlığın kurumsallaşması ve yaygınlaşması nasıl olmuştur, Kızılbaş denen topluluğun etnisite ve inançsal algılayışı neyin üzerine kurulmuştur ve nasıl tespit edilebilir sorularına yanıtlar kısır kalmaktadır. Bu yanılgının en önemli nedenleri arasında Kızılbaşlığın inançsal bir birikim olarak ele alınması yatmaktadır. Kızılbaş topluluk da yakın çağda başlayan bu belirlenimle birlikte bir inançsal sahiplenmeye yatkınlaşmıştır. Bu sahiplenme Türkiye topraklarında böyle anlaşılmasına karşın yakın sınır olan İran topraklarında bu yönlü bir değerlendirme yürütülememektedir. Buna karşın, Türkiye’de oluşturulan ideolojik bu yeniden yapılanma ile tarih kesişmemektedir:  Kızılbaş “kabilelerin öncelikle siyasi nitelikli mi yoksa kültürel nitelikli mi olduğu yolundaki tezlerin çoğunda konu muğlak”  kalıyor. Türkiye coğrafyasında yaşayan Kızılbaşların çok parçalı bir etnisiteye sahip olması da bunun göstergesidir.

Cumhuriyetin ilk yılları da dahil olmak üzere kapalı bir kabile ve kabile kültürü çerçevesinde görüntüye sahip olan Kızılbaşlar, başta Kürtçe, Türkçe ve Zazaca, Goranice, Arapça ve Farsça olmak üzere farklı diller konuşmaktadırlar. Bu nedenle etnik tek parçalılıkla tarif edilmesi mümkün görünmemektedir. Türkiye Alevileri üzerinde yaşanan kimlik tartışmaları nedeniyle bu durum daha da gündemdedir. Ayrıca bu tartışmalara konu edilen Kızılbaş örgütlenmenin belirleyici kurumu olan ocaklarda açıkça görülmektedir: alevi ocaklarının Mürşit- Dede-Talip görgülerinde bu etnik yapı gösterge değildir. Kürt bir talibi, Türk bir Dede, Türk bir talibi Zaza bir dede görebilmektedir.

Türkiye’de yaşayan Alevilerin konjektürel durumları inançsal ve kültürel olmaktan çok siyasi taşınımla belirsizliğe itilmiştir.  Konumları, “standart antropolojik kavramların hiçbirine girmeyen "kabile" kavramından kaynaklanan belirsizlik ve yanlış anlamalar Ortadoğu'nun pek çok bölgesinde gerek akademik ve gerekse idari düzeyde en yerleşik anlaşmazlık konularından biri haline gelmiştir. Bu, kırsal göçebeliğin siyasi ve sosyo-kültürel boyutu olan "kabile"dir ve bu "kabile" kategorisi geleneksel olarak göçebelerle eşanlamlı hale gelmiştir. Bu kavram, kabileyi antropolojiden ödünç alınmış “parçalı soy” teriminin kullanıldığı soy grupları olarak kabul eden birçok tarihçi ve yazar tarafından benimsenmiştir.“Her zaman, analitik bir kavram olarak 'kabile'nin en iyi anlatım biçiminin, bir düşünce biçimi, bir gerçekliğin inşası, bir eylem modeli, temelde merkezi devletin mevcut kurumlarına karşıt bir toplumsal örgütlenme tarzı olarak tanımlanması olduğunu” savunan Tapper;  Ortadoğu etnisitesinin belli bir “terminoloji kıyaslama” ile ele alınması gerektiğini düşünüyor.

İran, Anadolu, Azerbaycan, Ermenistan, Karabağ ve Irak’la birlikte Güney-Doğu Akdeniz’i bir ortak örgütlenme modeli çerçevesinde ele aldığımızda “kabileler, farklı kültür ve biçimlerin toplumsal ve siyasi örgütlenmesi benzer yapılar biçiminde oluştuğunu görmekteyiz. Bu coğrafyayı ele alan araştırmacılar ve tarihçiler “resmi ve tarihi belgeler ile devlet perspektif” tarzları konusunda dikkatleri çekerken, olabildiğince bu bölgeyi gerçek tarihi ve coğrafik ilişkisinden koparmayı tercih etmişlerdir. Özellikle Osmanlı ve Safevi etkinliği ile birlikte yeni bir sürece giren bölge aşiretleri ile ilgili belge ve bilgiler konusunda eksik kalınmıştır. Bu nedenle de Ortadoğu ele alınırken yakın tarih incelemelerinde, kabile grupları, dil veya varsayılan kökleri dikkate alınarak etnik bağlılıklarına göre sınıflandırılması tercih edilmiştir.

Daha çok Karakoyunlu ve Akkoyunlu konfederasyonlarının bulunduğu coğrafyalarda Cüneyd'in başlattığı siyasi hareketin ilk destek bölgeleri olan Anadolu, Suriye ve Batı İran Türkmen göçebelerinden geldi. Cüneyd, Erdebil'deki Dergah’ın başı olan amcası Şeyh Cafer gibi Ortodoks Sünnilerle değil, aynı zamanda Azerbaycan'ın Karakoyunlu yöneticisi Cihan Şah'la da ters düştü ve yaklaşık 1448'de Cihan Şah tarafından Erdebil'den ayrılmak zorunda bırakıldı. Cüneyd yıllarca Anadolu'da ve Suriye'de dolaştı. Sonunda, 1458 yılında kardeşini Cüneyd'le evlendiren Doğu Anadolu'daki Akkoyunlu yöneticisi Uzun Hasan tarafından Diyarbakır'a kabul edildi. 1459'da Erdebil'e geri döndü, fakat yine Karakoyunlu Cihan Şah tarafından buradan uzaklaştırıldı. Hıristiyanlara karşı giriştiği bir seferden sonra, 1460 yılında Erdebil'e geri dönerken Şirvan'da öldürüldü. Babasının ölümünden sonra doğan Cüneyd'in oğlu Haydar, amcası Uzun Hasan'ın sarayında büyütüldü ve onun kızlarından biriyle evlendi. Bu arada, 1467 yılında Cihan Şah'ı tahttan indiren ve Karakoyunlu muhalefetini kıran Uzun Hasan, 1469 yılında Mugan'daki bir muharebede Miran Şah'ın torunu olan Ebu Said yönetimindeki Timurlu kuvvetlerini yendi ve Tebriz'i yine başkent yaparak, İran'ın batısında kontrolü ele geçirdi. Bir sonraki yıl, on yaşına basan Haydar Safevi, Haydar'ın dini eğilimini ihmal eden ve askeri becerilerinin gelişmesine ağırlık veren büyük amcası Şeyh Cafer'in yanına, Erdebil'e gitti. 1478 yılında Uzun Hasan'ın ölümüne kadar sessizliğini koruyan Haydar, kendisinin yarı ermiş olduğuna inanan Türkmen savaşçıları etrafında toplayarak askeri maceralara olan eğilimine geri döndü. Bir hayalden hareket eden yandaşları, on iki imamın anısına on iki taraklı kırmızı bir şapka giydikleri için Kızılbaşlar olarak tanındılar. Haydar 1483 ve 1487'de Hıristiyanlara karşı başarılı savaşlar verdi fakat babasının Safevilere duyduğu hayranlığa katılmayan Uzun Hasan'ın oğlu, halefi ve Haydar'ın kayınbiraderi Yakup, Akkoyunluların durumundan kaygı duymaya başladı. 1488 yılında Haydar, Yakup ve Şirvanşah Faruk Yaşar'ın kuvvetleriyle giriştiği bir çatışmada Şirvan'da öldürüldü. Haydar'ın oğulları Erdebil'e dönünceye kadar birkaç yıl Akkoyunluların denetiminde kaldılar. Büyük oğlu Sultan Ali, 1494'te bir muharebede öldü ve yedi yaşındaki kardeşi İsmail, Gilan'daki Şiilerin merkezi olan Lahican'a kaçtı. 1499-1500 kışında, küçük bir grup oluşturan Sufî müritleriyle birlikte Lahican'dan ayrıldı ve ilkbaharda Erdebil'e döndü. Fakat kısa bir süre sonra, yine Taliş ve Mugan'a gitmek zorunda kaldı. Yaz aylarında Karabağ ve Kafkaslar üzerinden Anadolu'ya gitmek üzere yeni bir sefer başlattı. Beraberindekilerin sayısı giderek artıyordu. Erzincan'da kendisine bağlı olan Kızılbaş oymağıyla birleşti ve onların yardımıyla Aralık ayında Şirvan'da Faruk Yaşar'ı ve bir sonraki yaz (1501) Araş vadisindeki Şarur'da Akkoyunlu önderi Elvend'i yenilgiye uğrattı. Murat yönetimindeki Akkoyunluları iki yıl yenemediği halde, bu, onun Tebriz'i almasını sağladı.

1501 Temmuzunda İsmail’in, Tebriz'de Şah olunca on iki imam Şiiliğini devlet dini olarak ilan ettiği söylenir. Bu, yeni Safevi devletine meşruiyet kazandırmak ve bu devleti Sünni rakipleri olan Akkoyunlulardan, Osmanlılardan ve Özbeklerden farklı kılmak için kasıtlı olarak başlatılmış siyasi bir eylemdi. Akkoyunluların, çöküşünden hemen sonra, İsmail, onların topraklarını ele geçirdi. Özbekler yıllarca doğuda bir sorun olarak yaşadılar, fakat özellikle Osmanlılar, güçleri arttıkça, Orta ve Doğu Anadolu'daki aşiretlerle İsmail'in arasındaki yakınlığı gerçek bir tehdit olarak gördüler.

İsmail'in gücünün kaynağı olan Kızılbaş askeri kuvvetleri, çoğu Küçük Asya, Suriye ve Ermenistan'dan gelen Türkmen göçebelerden oluşuyordu. Bunların çoğu, ya Karakoyunlu veya Akkoyunlu konfederasyonlarının veya her ikisinin birden unsurları olan gruplardan gelmişlerdi.  1499-1500 yıllarında Lahican'dan Erdebil'e giderken İsmail'e eşlik eden sufîlerle ilgili bilgilerde Şamlı, Karamanlı, Keneçlu, Kaçar ve Afşar Türkmen aşiretlerinden gelen kişiler ile Karadağ, Arsak, Taliş ve Mugan bölgelerinden herhangi bir bağlantısı olmayan kişi adları görülür.

İsmail'in adamlarının yürüttükleri faaliyetler, bu harekete her zaman çok daha geniş bir bölgeden yandaş kitlelerinin desteğinin gelmesini sağlamıştır. Erzincan'daki Kızılbaşlar Ustaclu, Şamlı, Rumlu, Tekeli, Dülkadir, Afşar, Kaçar ve Varsak kabilelerinden Türkmen gruplarını içerir ve bunlardan ilk ikisi, bu safhada en önemli olanlardır. Anadolu ve Suriye'ye yayılmış olan diğer Kızılbaşlar, 1512 yılında tahta geçişinden kısa bir süre sonra Sultan Selim tarafından katledilinceye kadar Osmanlılar için önemli bir sorun kaynağı olmuşlardır. Safevi İran'ı vebadan, kıtlıktan ve yalnızca aşırı Şiilere karşı değil, aynı zamanda göçebelere ve aşiretlere karşı düşmanca siyaset yürüten Osmanlılardan kaçanlara her zaman cazip gelmiştir ve bu göçler on altıncı yüzyıl boyunca sürmüştür.

Yukarıda adından söz edilen Kızılbaş aşiretleri büyük bir olasılıkla dışarıdan gelenlerin katılımına açıktı. Tek bir soydan gelmiyorlardı ve özgün Türk-Moğol aşiretlerinde olduğu gibi çeşitli köklerden gelmiş insanlardan oluşan karmaşık ve farklı dokuda insan topluluklarıydı. Bazı unsurlar Türkmen değildi, çoğu Kürt olmak üzere İran kökenliydi. Aşirete katılım Safevilere kişisel bağlılığı olan belli bir beyin akrabaları ve yakınları arasından oluyordu. Bunların bir başka özelliği ise, her aşiretin, belki de Safevi topraklarına göç ettikten sonra Şah tarafından yapılan dağıtım sonunda veya gönüllü olarak tarafını değiştirmiş olan diğer aşiretlerden grupları da içeriyor olmasıydı. Bunların dışında, bir de aşiret mensubu olmayan köylülerin, çoğu zaman aşiret saflarına katılmaları vardı. Kızılbaş aşiretler bir soy grubu ve tam olarak göçebe hayvancılar olmadıkları için, bazı tarihçiler bunları aşiret olarak adlandırmaktan kaçınmıştır. Mutlaka standart bir teknik terim bulmak isteyenler ise, neden olduğu tam olarak bilinmemekle birlikte “oymak” sözcüğünü tercih etmişlerdir. İlk Safeviler döneminde burada adları verilen Türkmen aşiretlerinin çoğu, yazlık ve kışlık yerleşimleri arasında gidip gelen göçebe hayvancılar olarak kaldı. Fakat on altıncı yüzyılın sonlarına doğru, özellikle liderler ve zengin aileler, kentlerde veya kentlere yakın yerlerde yerleştiler. Göçebe hayvancılar, Tat veya Lacik olarak tanımladıkları ve biraz yukarıdan baktıkları civar insanlardan ayrı olarak çadırlarda yaşadılar. Askeri kuvvetlerin ve sarayların geçimini sağlamak için hayvan yetiştirdiler ve yetiştirdikleri ürünü sattılar.

Kızılbaş aşiretlerin çoğu karmaşık konfederasyondu, kökleri karışıktı ve toplumsal sınıflara ayrılmışlardı. Anlaşmazlıklar veya yetersiz önderlik, çoğu zaman bazı obaların başka ittifaklar kurmasına veya bir başka aşiretin beyine bağlanmasına yol açardı. Aynı biçimde, obalar da karmaşık yapıda sınıflara ayrılmış ve bağlılıkları değişken gruplardı. Başlangıçta, İsmail'in devleti zımnen de olsa Türkmen Kızılbaş emirler tarafından yönetildi, fakat hemen başlarda önemli görevler Türkmen olmayan İranlı yöneticilere teslim edildi. 1514'te, Osmanlı Sultanı Yavuz Selim'in modern ordusu Çaldıran Savaşı'nda İsmail kuvvetlerini kesin bir yenilgiye uğrattı. Bu felaket İsmail'in yarı-ermişlik iddialarını zayıflattı ve sadece Kızılbaş aşiretlerden toplanmış askerlerin yeni bir devlet kurmak için yeterli olmadığını gösterdi. Ekonomik ve siyasi çıkarları artık ruhani sadakatten çok Şah'a sadakate yönelmiş olan Kızılbaş emirler devlet içinde önemli bir yer kapma ve hâkim mevkilere gelme konusunda şiddetli bir rekabete giriştiler. Ustaclu ve Şamlu emirleri Çaldıran arifesinde zaten çatışma halindeydiler. 1524 yılında İsmail'in ölümünden sonra başa geçen genç Şah Tahmasp 1530-31 yıllarında Tekelu ayaklanmasını bastırıncaya kadar, sırasıyla Rumlu, Ustaclu, Tekelu ve Şamlu emirleri tarafından yönetildi. Bu arada Osmanlılar Doğu Anadolu'daki hâkimiyetlerini sağlamlaştırdıkları için Kızılbaşlar dalgalar halinde İran'a girdiler.

Şah Tahmasp izlediği çeşitli politikalarla Türkmen emirlerini yola getirdi. Babası İsmail gibi, mümkün olan durumlarda İranlıları önemli görevlere getirdi. Kendisinden önce Moğolların ve Osmanlıların yaptıkları gibi gerçekten gücünü dayandırdığı, fakat istikrarsız olan kuvvetleri (her türlü dış etkene karşı duyarlı göçebe hayvancı ekonomik temele dayalı Türkmen Kızılbaşlar) dengelemek ve onları ikame etmek üzere Kafkaslardaki Hıristiyan tutukluları (Gürcü ve Çerkez) kullandı. Farklı Kızılbaş aşiretlerden alınmış kendisine bağlı Korçı muhafızlarının sayılarını artırdı ve Kızılbaşların yanı sıra kendi Safevi ailesini yeni ve yansız bir aşiret Şeyhavend (Şanseven) olarak oluşturdu. Şeyhavendli kuzenlerinden biri olan Mesut Bey'i devlet vekili olarak Kızılbaşların başına getirdi. Herhangi bir emirin aşırı güç kazanmasını veya belli bir bölgede hükümete karşı özel iddialarla ortaya çıkmasını engellemek için, her Kızılbaş aşiretini kendi içinde böldü ve karıştırdı. Beylerden bazılarını sarayda idari görevlerde tuttu ve diğerlerine eyalet valilikleri verdi. Bütün bu politikalar, aşiretler arası çatışmaları ve rekabetleri aşiretler üstü bir platforma taşıdı ve Şah Abbas yönetiminde daha köklü reformların yapılması için zemin hazırladı.

Safevi yönetim bölgesinde bulunan Kızılbaş emirler itaatsizliklerini ve kendi aralarındaki çatışmaları sürdürmüşler ve bu arada Osmanlılar Azerbaycan ve Gürcistan'ı ve 1585'te Tebriz'i işgal etmişlerdir. Fakat iki yıl sonra, Şah on altı yaşındaki zeki, hırçın ve yorulmak bilmez oğlu Abbas lehine tahttan feragat etmiştir. Başa geçtikten sonraki yıllarda Abbas, sadece Özbekleri ezip Osmanlıları ülkeden atmakla kalmamış, yıllardır İran'da siyasi ve askeri işleri kontrol altında tutan Kızılbaş emirleri de yola getirmiştir.

Safevi Şahlığı’nın iki büyük çağrısı ile toplanan topluluklar, Şahlık tarafından onlara yönelik geliştirilen plana göre otlaklara yerleştirilmesi veya dağıtılması nedeniyle, Abbas yönetiminin ilk yıllarında (1587-88), Kızılbaş emirlerden bazıları başvezir Ustaclu Murşid Kulı Han'ın otoritesine karşı ayaklanmışlardır. Şah'ın Şahısevan'a çağrısı (fennûde'si) üzerine (bu üçüncü ve kayıtlara geçen sonuncu bu tür çağrıdır) Kızılbaşlar sarayın önünde yeniden kitleler halinde toplanmışlardır. İsyancılar af ve uzlaşma için müzakere arayışı içerisinde olmuşlardır. Ancak Şah Abbas tarafından geri çevrilen ve önerileri kabul görmeyen Kızılbaşların önemli bir bölümü birkaç gün sonra toplanılarak idam edilmiştir. Minorsky'nin ve Turkman bu çağrının kalıcı etkileri hakkında hiçbir şey anlatmamaktadır, yalnızca Şah'ın çağrısı üzerine toplanan Şahısevan cemaatinin sabaha kadar nöbet tuttuğundan söz etmektedir. 21 Fakat bu kez Abbas'ın aldığı önlemler işe yaramış ve Kızılbaşlar artık başka sorun yaratmamışlardır. Bu çağrıya ilgili aşağıdakilerden başka bilgi yoktur: Abbas yönetimi sırasında Şahısevan ile ilgili göndermeler dağınık gruplara ve kişilere aittir ve çoğu zaman bunlar Kızılbaşlar dışında gruplar ve kişilerdir. Bunlar da, zaman zaman Şah'a sadakatlerini ilan etmişlerdir.

Şahlık’ta Değişim Dönemi

Tapper’in anlatımlarına göre, I. Şah Abbas, halk arasındaki karizmatik imajını bizzat geliştirmiştir. Otoritesini oluştururken yalnızca manevi unsurlara bağlı kalmamış, silahlı kuvvetlerinde ve idari yapısında köklü bir yeniden örgütlenmeye gitmiştir. Yönetilmeye yatkın olmayan Kızılbaşları kontrol altına almak için Hıristiyan Kafkasya kökenli köle süvarilerden oluşan kullar veya “gulamân”ı ve çoğu İranlı köylüler olmak üzere çeşitli halklardan derlenmiş piyade silahşörlerden oluşan “tüfergçiyan”ı kurmuştur.  Bu arada, Kızılbaşlar arasından derlediği askerlerden oluşan “korçı” özel muhafız birliğini kurmuş ve bunların statülerini yükseltmiştir. Bütün bu kuvvetler Şah tarafından finanse edilmiş ve bizzat Şah'a bağlı kuvvetler olarak hizmet vermiştir. Bu kuvvetlerin parasını ödeyebilmek ve ayrıca emirlerin gücünü daha da zayıflatmak için büyük arazi parçalarını (örneğin Erdebil bölgesi) devlet toprakları (divani/memalik) olmaktan çıkarıp doğrudan şaha bağlamıştır (hassa). Ayrıca, bazı Kızılbaş aşiretlerini acımasızca bölmüş, dağıtmış, yeniden yerleştirmiş ve yeniden gruplaştırmıştır. Bunların emirlerinin eskiden bulundukları idari bürokraside boşalan yerlere kullar ve korçılar arasından kendisine kişisel olarak bağlı olanları tayin etmiş, hatta bazı aşiret reislerini bile bunlar arasından seçmiştir. Şeyhavend aşiretini yükseltmiş ve Şeyhavendli Masum Bey'in torunu İsa Han'a korçıbaşılık (korucubaşı, korçı muhafız komutanı) gibi önemli bir görev vermiştir.

Bu reformlardan sonra oluşturduğu ordu ve yönetimle Abbas, yönetici olarak kendisine doğrudan laik bir bağlılık sağlamış ve artık Kızılbaşların hanedana dini açıdan bağlı olmalarına ihtiyacı kalmamıştır. Aynı zamanda, toplumda, göçebe unsurların yerleşik hale gelmeleri ve Şii Ortodoksluk’un kadınların ve oğullarının yönetim sınıflarından çekilmeleri ile sonuçlanacak şekilde geliştirilmesi gibi diğer önemli değişiklikleri teşvik etmiştir.

Sözlü geleneklere göre, birkaç belirgin istisna dışında, şimdiki Şahseven aşiretleri Anadolu'dan gelmişlerdir ve İran'a (onların unsurları şeklinde değilse bile) Kızılbaş gruplarla, birlikte gelmişlerdir. Özellikle, on dokuzuncu yüzyılın soylu aşiretlerinin eski Afşarlılardan türemiş oldukları sanılmaktadır. Sıradan aşiret gruplarından bazılarının ise (İnallu, Acırlı, Beydili ve diğerleri) ataları Şamlu'dur.

Şimdi, Erdebil bölgesinin göçebe ve aşiret nüfusuyla ilgili ve Şahseven adıyla anılan grupların veya yukarıda söz edilen muhtelif Kızılbaş, Akkoyunlu ve diğer adların ilk ortaya çıkışlarıyla ilgili çağdaş kaynakların incelenmesine yer veren Tapper’in bu yönlü çalışmalarına devam edelim.

Kızılbaşlık Türklük Değildir

Şahseven'in ve İran'ın kuzeyindeki ve batısındaki diğer Türkî aşiret gruplarının kökenleri, tarihleri ve farklılıkları kalıtımsal bir konu değildir. Kanımca, sistematik olarak yapılacak bir fiziki antropolojik inceleme bu grupların yalnızca birbiriyle değil aynı zamanda modern Türkiye'de yaşayan nüfusla ve modern İran'daki yerli nüfusla (Kürt ve diğerleri) kalıtımsal olarak aynı olduklarını doğrulayacaktır. Bunlar, büyük bir olasılıkla Orta Asya'da yaşayan Türkmenlerden ve diğer gruplardan farklıdır, fakat yine de bunlarla kültürel bağları vardır. Doğal olmayan bu durum başlıca iki nedene dayandırılabilir: Türkî kültür Güneybatı Asya'da ortaya çıktığı ilk günden itibaren hâkim olmuş, fakat bu kültürü sürdürenler Türkî olmayan diğer yerli kültürlerle kaynaşmışlardır. Bu da soyla ilgili bir konu değildir. Bölgede ad yapmış birkaç aşiret grubu, hiçbir derinliği olmayan hayal ürünü soyadları sürdürmüşlerdir ve ortak soydan gelen ve birkaç yüz kişiyi geçmeyen nüfusa sahip grupların sayıları yok denecek kadar azdır.

Yerel halkla yaptıkları yoğun evlilikler sonucu oluşan kaynaşmaları dışında, Güneybatı Asya'da varlıklarını bin yıldır sürdüren Türkî aşiret grupları çeşitli yöneticilerin sistematik bölme, dağıtma, yeniden bir araya getirme ve yeniden yerleştirme siyasetlerine maruz kalmıştır. Bölgedeki bütün Türkî grupların yapıları oldukça karmaşıktır. Özellikle Kızılbaşlar, Karadağlılar, Şahseven, Kaşkay, Hamse (kısmen Türk) gibi aşiret konfederasyonlarında bu daha belirgindir. Bunları oluşturan önemli birimler için de aynı şey söylenebilir.

Günümüzde İran'da yaşayan Türk aşiretlerin atalarının izlerini sürmek için, işe belli aşiret adlarını taşıyan grupların ve kişilerin coğrafi hareketlerini izlemeye çalışmakla başlamak gerekir. Burada hareket noktası, eğer kişilerin ve grupların kimliklerini ve bağlılıklarını değiştirmek gibi olağan bir süreç varsa, genellikle aşiret adının ve kimliğinin devamının önemli kültürel özelliklerinin ve özgülüklerinin devamlılığı anlamına geleceğidir. Ayrıca, belli bir grubun belli bir yerden ayrıldığı kayıtlarda geçiyorsa, arkalarında, orada bulunanlarla geçici bir süre için karışmış ve bir başka adla anılan bir grubun alt grubunu oluşturmuş olsalar bile, aynı adı taşıyan belli sayıda insan bırakmış olmaları olasılığı yüksektir.

Bir konfederasyon içinde, Şahseven örneğinde olduğu gibi taife olarak gösterilen, büyük ölçüde yaşadıkları topraklarla ilgili nedenlerle ve aynı topluluk içinden evlenme eğiliminde olmalarından kaynaklanan belirgin bir devamlılık gösteren birkaç yüz aileden oluşan topluluklar vardır. Bu noktadan hareket ederek, adlarını taşıyan grupları ve kişilerin ilk zamanlardaki hareket yollarını izleyerek Şahseven aşiretlerinin kökenlerini aydınlatmaya çalıştım. Bu kaynaklardan en önemlisi, Safeviler dönemindeki tarih kayıtları ve idari belgeler oldu. Bu kaynaklarda aşiret reislerine, bazı vilayetlerin (Şirvan ve Erdebil) valilerine (genelde aşiret reisleriyle aynı kişiler oluyordu) ait bilgiler vardı. Ayrıca, toprak tahsislerinden de söz ediliyordu: Soyurgal, vergiden muaf kalıtsal toprak tahsisi; tiyul belli topraklardan vergi gelirlerinin geçici olarak tahsisi; olka/ölge, belli reislerin aşiret mensuplarına/göçebe bağlılarına verilen toprakları otlak olarak kullanma hakkı belgeleri ve Avrupalı gezginlerin notlarından bahsettiği valiler, göçebelerin görüşleri gibi kaynaklara dikkat çekiliyor.

Safevilerin ilk dönemlerinde Mugan-Erdebil bölgesinde yaşayan aşiret veya göçebe çoban grupları köken olarak Kürt, Türki, Moğol ve diğer unsurların karışımıydı. Kürtler ve İran dillerini konuşan diğerleri bölgenin yerlileri, Türkler ve Moğollar ise kısmen daha yeni gelenlerdi. Oğuz Türklerinden göçebe gruplar, on birinci yüzyılda Orta Asya'dan Azerbaycan'a gelmeye başladıklarında bomboş at koşturabilecekleri topraklar bulmuşlardır ve büyük bir olasılıkla Mugan ve Erdebil'deki otlaklar onlara çok çekici gelmiştir. Bunların önderleri olan Selçuklular çevre koşullarına uyarak buraya yerleşmişler ve yönetimini ellerine geçirdikleri yerleşik İran toplumunda pek değişiklik yapmamışlardır. En farklı durum, on üçüncü yüzyılda Moğolların şiddetli saldırıları sonucu ortaya çıkmıştır. Bu işgalciler askeri olarak örgütlendiklerinden tarımı ve yerleşikliği küçük görmüşlerdir. Sulama olanaklarını ve ürünleri yok etmişler, köylüleri ve kent halkını kılıçtan geçirmişlerdir.

Kızılbaş valileri ve şefleri çoğu zaman bağlı oldukları esas Oğuz aşiretinin adını (Afşar, Beydili, İnallu) veya Batıdan büyük bir olasılıkla geldikleri yerin adını (Suriye'den Şamlu ve Anadolu'dan Rumlu, Dülkadir, Karamanlı, Tekeli ve Bayburdlu) taşırlar. Erdebil civarında bulunan diğer Kızılbaş gruplar yerel bölgelerin adlarını kullanmıştır (Karadağlı, Talişli, Muganlı). Bazen, bunların gerçekten bir aşiret olup oluşturup oluşturmadıkları veya yerel köylü toplumlar mı oldukları belli değildir.

1596-97’de Şah Abbas Kızılbaş kollardan Tekeluların tamamen ortadan kaldırılmaları emrini vermiştir. Balayan'ın  görüşüne göre, bu, Mugan'ı tamamen boşaltmaları anlamına gelmektedir ve böylece yaylalar yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan Şahseven aşireti için uygun hale gelmiştir. Bu, muhtemelen, Şahseven adı verilen ve Mugan ve Erdebil'deki otlaklara sahip olan yeni aşiretin ortaya çıktığı tarihtir. Fakat Balayan, bu konuda ve 1540 ile 1596 tarihleri arasında Mugan'ın Tekelular tarafından işgaliyle ilgili hiçbir kanıt gösterememektedir. Gerçekte, Tekeluların çoğu, yüzyılın sonlarına doğru Hemedan bölgesinde yaşamışlardır ve katliam burada gerçekleştirilmiştir. Yine de, Gazi Han'ın aşiretinden bazılarının Mugan bölgesinde kalmış olması muhtemeldir. Tekelu beylerinden ikisinin 1570'lerde Gilan yakınlarında “olke”leri (ülke, toprak) vardı. Tekelu Musayib, Şah Abbas hükümranlığının çok başlarında, Taliş ve Erdebil'den Muhammed Han'a eşlik etmiştir(1587). Tekeluların geri kalanları ise katliamdan sonra Mugan'da dağılmışlardır. 1638'de, tahminen bugün oralarda yaşayanların ataları olan Tekelu göçebeleri kesinlikte Mugan'da yaşamışlardır. Bununla beraber, on dokuzuncu yüzyılda Tekelu grupları birbirinden ayrı olarak Rusya Azerbaycan’ı içinde dağılmıştır.

Öte yandan Türklerin Anadolu'dan göçü on altıncı yüzyıl boyunca sürmüştür. Şii ve Sünni birçok grup yayılmacı ve baskıcı Osmanlı İmparatorluğundan ayrılarak İran'daki Safevilere sığınmışlardır. Osmanlı ve İran topraklarındaki aşiret konfederasyonları kasıtlı olarak dağıtılmış, yeniden bir araya getirilmiş, karıştırılmış ve farklı yerlere yerleştirilmiştir. Yüzyıl dönümünde, özellikle Doğu Anadolu Celali ayaklanmaları nedeniyle büyük bir karışıklık içindeydi. Celalilerin Osmanlı aleyhtarı faaliyetler olarak başlayan ayaklanmaları 1602-03'de Sultan Murat'ın ölümünden sonra artmış ve 1605'ten 1609'a kadar süren korkunç kıtlık döneminde daha yoğunlaşmıştır. 1608'de Osmanlı birlikleri tarafından ciddi biçimde hırpalanan Celaliler İran'a kaçmışlar ve kendilerini şahıseven ilan etmişlerdir. Erivan ve Tebriz'de sıcak, fakat ihtiyatlı bir karşılama görmüşlerdir. Beyleri İsfahan'a getirilmiş, diğerleri kışı Irak'ta geçirmişlerdir. Bunu izleyen baharda, bunlara Kürdistan'da toprak verilmiştir.

Aynı dönemde, Osmanlı sınır eyaletlerinde yaşayan birçok grup, Şah'ın tebası olmak üzere buralardan ayrılmışlardır: Kendilerini Türk sil-süpür olarak tanımlayan karışık kökenli bir grup oba (oymakât) Şahseven olmuş ve 2000 hane bu konuda saraya başvurmuştur. Anadolu'nun her bölgesinden geçerek ve adlarına yakışır bir biçimde ne buldularsa silip süpürerek gelmişlerdir. Ataları saraya gelmişler ve bunlara İran Irak'ında Rey, Saveh, Har ve Firuz-Kuh eyaletlerinde kışlak ve yaylaklar verilmiştir.

Şah kuvvetlerinin (İran Irak'ı ve İran Azerbaycan'ına geldiği tarihlerde Afşar aşiretinden (cemaatinden) yaklaşık 12.000 hane Türkmen, Bahtiyari, Kürt, Lor ve deve (ve büyükbaş hayvan sürüleri) besleyen diğer aşiretlerden kırk, elli bin haneyi Horasan'a göndermiştir. Böylece bunlar Meşhed, Cem, Abivard ve Sultan Meydan'ın hâkimiyeti altında yaşamışlardır.   Bu hikâye, hemen hemen aynı adları ve sayıları veren Astarabadi'nin anlattıklarına dayandırılmış olabilir. Fakat Kuhmarreh, yaklaşık 1734-35'te Nadir'in Azerbaycan'dan 60.000 Kaşkay, Şahseven ve Afşar hanesini çıkardığını ve onları Horasan kentlerine yerleştirdiğini anlatır.

Ayrıca Mugan'da veya civarında Tekelu/Taklı, Dülkadir/ Delakarda, Afşar, Şamluların (İnallu, Acırlı, Beydili dahil olmak üzere) yaşadıklarına dair bilgiler vardır. Bütün bunlar, on dokuzuncu yüzyıl Şahsevenleri arasında bilinen veya öyle olduğundan kuşkulanılan torunları da dahil olmak üzere eski Kızılbaş Türkmen konfederasyonlarının adlarıdır. İlk kurulan konfederasyonların hepsi büyük ve karmaşıktır ve o tarihten itibaren İran'ın birçok bölgesine dağılmış bölümleri mevcuttur. Mugan’daki bölümler, 1500'lü yıllarda İsmail Safevi'yle birlikte gelmiş olabilir. Fakat 1600'den çok sonraki tarihlerde de gelmiş olmaları olasıdır. Diğer iki Kızılbaş grubu olan Ustaclu ve Karamanlılar 1500 ile 1600 yılları arasında bölgede hâkim durumda olmuşlardır; fakat 1700'den itibaren bölgede bulunduklarını gösterir bir kayıt yoktur. Ustaclu dağılmış ve bazı bölümleri Şamlu'yla karışarak büyük bir olasılıkla Şahseven adlarını oluşturmuşlardır. On dokuzuncu yüzyılda küçük bir aşiret olan Karamanbeyli ve iki çağdaş Şahseven aşiretinin Karamanlı bölümleri eski Karamanlıların kalıntıları olabilirler.

Minorsky, Şahseven'in (Kızılbaş) aşırı Sufî dini bir hizip olduğu anlayışına uygun olarak şu yorumları yapmaktadır: "On yedinci yüzyılın sonlarına doğru eski Şahısevenler yalnızca dekoratif amaçlara hizmet etmişlerdir ve zikirlerini icra ettikleri tevhithanelere gönderilmişlerdir. Erdebil yakınlarındaki göçebelerin on yedinci yüzyılın sonlarında İran'da yaşanan Şii Ortodoksluğun Sünni ve Sufî karşıtı uyanışından etkilenmişlerdir.

Tapper, on sekizinci yüzyıl başlarında, Mugan'daki aşiretlerin çok kalabalık, dağınık ve baskı altında oldukları kanısındadır. Bunun kanıtı olarak, Struys (1671'de) ve de Bruin (1703'te ve 1707'de) gibi gezginlerin gezi notları gösteriyor. Bu notlara göre, Mugan'da ürküntü verici soygunlar oluyordu, 1714'te Şah Sultan Hüseyin'in yayımladığı belgeye konu olan Erdebil dergâhına bağlı vakıf köylerinden köylüler kitleler halinde kaçıyorlardı ve 1717'de Mugan halkı hükümetin kendilerine uyguladığı baskı nedeniyle Han'a karşı ayaklanmıştı. Bir başka dönemde ise, I. Abbas veya Nadir Şah gibi güçlü şahlar sorun yaratan unsurları ortadan kaldırarak ve bunları başka yerlere yerleştirerek durumu düzelttiler. Fakat İran daha sonraki dönemlerde böyle şahlarla yönetilmedi ve bu tür önlemler alınmadı. Daha çok, yerel görevliler bu karışık durumlardan çıkar sağlamaya çalıştılar.

Şahseven, Şikakî ve Muganlılar Osmanlılara karşı güçlü bir biçimde direnmişlerdir. Osmanlıları Erdebil'deki Safevi dergâhından uzak tutmaya çalışmışlar ve Safevi olduklarını iddia edenlerin yerel düzeyde başlattıkları ayaklanmaya katılmışlardır. Ermeni Hıristiyan gerillalara katılmışlar ve başka seçenekleri kalmayınca Şahseven ve Muganlılar Mugan'ın batısındaki otlakları terk etmek zorunda kalmışlar ve doğuya doğru giderek Salyan'da Ruslara sığınmışlardır. Mişkin'deki yurtları Osmanlılar tarafından tahrip edilmiş olan Şikakîler ise teslim olmak zorunda kalmışlar ve kısa bir süre sonra İnallu, Şahseven ve Afşarlar da teslim olmuşlardır.

Bu felaketten kısa bir süre sonra Afşarlı Nadir, Erdebil'i ve Mugan'ı ismen Safevilerden geri almış ve İnallu, Afşar ve Şikakî gruplarını Horasan sınırlarına göndermiştir. Böylece, çeşitli nedenlerle Şah Abbas'ın aşiret politikasını canlandırmıştır. Modern çağlara kadar diğer bütün Ortadoğu devletlerinde olduğu gibi İran'da da, her düzeyden yöneticilerin bir toprak parçasıyla, ancak üzerinde yaşayan halkı kontrol edebiliyor ve sömürebiliyorsa, gelir ve insan gücü sağlayabiliyorsa ilgilendiğini unutmamak gerekir. Şah Abbas ve Nadir Şah'ın "zorunlu göç" ve "ülkeleri yakıp yıkma" politikalarının temel mantığı bu olmuştur.

Nadir'in halk topluluklarını Horasan'a göçe zorlamasının en önemli nedenlerinden biri belki de burada iyi savaşçı kapasitesi olan aşiret halklarını toplamak ve kendi merkezi eyaletini güvence altına almaktır. Ayrıca, mültecilerin oralarda konuşlanmış veya savaşmakta olan düzenli ordulara ikmal olanakları sağlamaları gerekiyordu. Bu politika sayesinde, adı geçen aşiretlerin topraklarında aşırı kalabalıklaşma ve otlak olarak aşırı kullanılmadan kaynaklanan huzursuzluklara çözüm bulunuyordu. Perry'nin  tezine göre, Nadir'in tek amacı özellikle Azerbaycan ve Zagros bölgesindeki kontrol altına alınamayan aşiretlerden çok sayıda insanı kontrol altında tutulabilecekleri yerlere göndermekti. Sürgüne gönderilmek üzere özellikle Şikakî, İnallu ve Afşarların seçilmesi, 1729'da Safevilerin davasına hizmet etmekten vazgeçtikleri için onları cezalandırmak amacına yönelikti. Hangi anlatım biçiminin daha doğru olduğuna karar vermek için, ekonomik durgunluk ve siyasi istikrarsızlık dönemlerinde bile Erdebil'in ticari ve dini açıdan önemini sürdürmüş olduğunu ve bu iki alandaki kontrolün hem kaynak hem de iktidar anlamına geldiğini göz önünde bulundurmamız gerekir. Zira bu dönemde, Miskin bölgesinde bu büyüklükte başka bir kent veya ticaret merkezi yoktu. Yirminci yüzyıla kadar Miskin Şahseven'i, kent merkezi bulunmayan bir bölgede yalnızca aşiretlerden oluşmuş bir gruptu. Karadağlıların Ahar'da bir merkezleri vardı. Karabağlı Civanşirlerin merkezi Şuşe'de, Şirvan aşiretlerinin Şamahı'da ve Salyan'da ve Taliş'in Lenkaranda'ydı.

Tarımı saygın bir iş olarak görmeyen göçebe toplulukların bu uzun yüzyıllar boyu çatışma ve yer arayışları sonunda kimlik ve siyasal birliktelikleri de yıkarak tüm bir Kızılbaş- Şahseven coğrafyasının güvensiz ve parçalı hale getirdi. Özellikle yerleşik hayata tepkiyle başlayan ve sürekli dağıtılan bu toplulukları hangi amaçla, daha güçlü olana sığındığı veya kimin ne zaman daha güçlü hale geldiğinin çok zor tespit edilmesi ve isteyerek sürekli veya zorla yer değiştirmeleri kültürel ve siyasal silinmeyi de arttırmıştır. Son zamanlarda özellikle Türkiye’de Kızılbaşlık kavramına yüklenen tarihsel, siyasal ve ekonomik argümanlar çoğunlukla teori üretme ve sosyal bir damar oluşturma peşine düştü. Bu, herhangi bir kaynak gösterilmeden ve sosyal olgu olarak geriye doğru taşınma isteği ile tasarlanmıştır.

Gerçekte Kızılbaş aşiretlerin, toplulukların güvenli bir arayışı olarak ele alınabilecek bu coğrafik yer değiştirmelerin altında otlak ve sulak alanların ekonomik anlamda yeterliliği yanında, hayvancılığa uygun verimlilikte olup olmadığı ve siyasal serbestlik ve güvenlik gibi gerekçeler belirleyicidir. Bu nedenle “Kızılbaş kültü” olarak ele alınabilecek bu dönem oluşumlarının daha çok rivayetler ve trajik olaylar çerçevesinde ele alınması doğru değildir. Kızılbaş konfederasyonlarının örgütlü gücü sadece Osmanlı topraklarına, Osmanlı dinî anlayışına ve Sünniliğe karşı mücadele etmemiştir. Siyasal ve ekonomik gücü oranında İran Şahlığına karşı da önemli direnmeler ve savaşlar verilmiştir. Sürekli “güvenlik” arayışı içerisinde olan bu toplulukların, zaman içerisinde yeni devlet modellerine ve baskılarına direnemeyip yerlileşmesi ve yerlileşme ile beraber silahsızlandırılması, aşiret ve siyasal “üst kimlik” olarak dağıtılması yok olma süreçlerini belirlemiş oldu.

Hasan Harmancı

<!--

var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';

var path = 'hr' + 'ef' + '=';

var addy47877 = 'hasan.harmanci' + '@';

addy47877 = addy47877 + 'hotmail' + '.' + 'com';

var addy_text47877 = 'hasan.harmanci' + '@' + 'hotmail' + '.' + 'com';

( '' );

47877 );

( '' );

//-->n

<!--

( '' );

//-->

<!--

( '' );

//-->

KAYNAK : Alevihaber.com - 9 Kasım 2010

Etiketler :

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.