"Koruma"sız Gezemeyenler

"Koruma"sız Gezemeyenler

"Koruma"sız GezemeyenlerFehmi SALIK“Yanlışı gören ve önlemek için elini uzatmayan, yanlışı yapan kadar suçludur.”                

A+A-

"Koruma"sız Gezemeyenler"Koruma"sız Gezemeyenler

Fehmi SALIK

“Yanlışı gören ve önlemek için elini uzatmayan, yanlışı yapan kadar suçludur.”
                       -Kızılderili Atasözü-

Bir soru tümcesiyle yazıya başlayalım:

Bir insanı, birileri neden korur?

Bu soruya tek seçenekli bir yanıt verilemez elbet. Benim aklıma, birbirine bağlı şu iki tümce geliyor hemen:

O insanın, toplum içinde yüklendiği görevle ilgili olsa gerek, bu bir; bir de o insanın, o görevde bulunduğu sırada uyguladığı eylemleriyle, söylediği sözleriyle, gösterdiği duruşuyla bağlantılı olsa gerek, bu da iki.

Özellikle ülkemizde bu “koruma işi”nin derecesi, başka ülkelerle kıyaslanmayacak kadar büyüktür. Ülkemizle diğer ülkeler arasında görülen bu geniş açı, ülkemizdeki meslekler arasındaki ayrımcılıkla da doğru orantılıdır. “Balık baştan kokar” dedikleri o doğru sözün tam da yeridir şimdi:

Ülkenin cumhurbaşkanı, başbakanı kırmızı plakalı bir ve üç nolu lüks makam arabalarıyla camiye giderler; yollarda trafik durur; işlerine giden işçiler/memurlar, okullarına gitmeye çalışan öğrenciler, bir an önce doktora ulaşması gereken hastalar bekletilir; beyefendilerin namazlarına yetişebilmeleri için ne gerekirse noksansız yapılır.

Zaman zaman TV’lerde bu görünümleri izlerken içimden söylenir dururum hep. Gördüklerim karşısında hem irkilir, hem tiksinirim. Bu arada düşünürüm de.

Bir yığın genç adam, belleri tabancalı; çevrede keskin nişancılar; ürkütücü ve şaşırtıcı görünümlerle kimileri arabaların çamurluğuna, kimileri kapı koluna tutunmuş bir biçimde ve bir telaş içinde sözüm ona yol açmaya çalışıyorlar. Korunan kişi de hareket halindeki arabaya kurulmuş, el sallıyor yol kenarında olayı şaşkınlıkla izleyen insanlara.
      
Gözlerimin önüne filmlere konu olmuş o eski çağlardaki kralların, kabile reislerinin, o zavallı insanların omuzlarındaki araçlarla taşınması görünümü geliyor. Namazdan sonra camiden çıkarken de cumhurbaşkanının, ya da başbakanın çevreleri ‘etten duvar’larla örülüyor. Söyler misiniz bana şimdi bu toplumsal bir görev midir? Kılınan namazla elde edilen sevaptan, o kişileri koruyanlara da pay verilecek mi? Bu tür görevler, sadece Allah’la kul arasında geçerli sözleşmeler değil midir? Onca insan, bir kişiyi koruyor. Onca insana devlet para veriyor. Hadi bilemedin bir, ya da iki kişi bu işi yürütemez mi? 500 TL’ye okullarda çalışan ücretli öğretmenlerimiz var. Bu 500 TL’yi bulamayan üniversite mezunu yüz binlerce gencimiz var. 40 TL ek gelir sağlayacağım diye kitap hamallığı yaparken düşüp ölen insanlarımız var. Şu soruyu sormak zorunda kalıyorum şimdi: Sayıları sayılamayacak kadar çok olan bu korumaların her biri ayda kaç TL alıyor acaba? Herkes aynı mı alıyor; yoksa boylarının uzunluğuna, bedenlerinin çevikliğine, çevreyi iyi kolaçan edişlerine göre mi devlet bunlara ödeme yapıyor? Bu korunanlar, düşman mıdırlar ki bunca müsellâh insan tarafından çember içine alınıyor?

Sakın bana “Bu, dünyanın her yerinde böyledir; bu bir yöntemdir” demeyin. Bu tür yöntemler, akla yatıklıktan çok uzaktır bence. Elin cumhurbaşkanlarını, başbakanlarını toplu taşıt araçları kuyruğunda, fırınlar önünde ekmek kuyruğunda, market kuyruğunda sıralarını beklerken çok gördük.

Birkaç gün önce gazeteler yazdı:

Eski Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in korumaları, Marmaris’te Güreş’in komşularına rahatsızlık verdikleri için, rahatsız edilenler, ilgili makamlara şikâyette bulunmuşlar…”

Güreş, emekli bir Genelkurmay Başkanı.

Korumalar” sözcüğü, çoğul bir tanım. Yani ‘korumalar’ bir’den çok. Gazetenin haberine göre yiyip içip nara atıyorlarmış; küfürlü konuşmalar yapıyorlarmış. Komşuları canlarından bezdirmişler. Öyle ki adamların canlarına tak etmiş.

İnsan düşünüyor şimdi: Bu korumalar neci? Asker mi, polis mi? Yoksa devlet tarafından görevlendirilmiş özel güvenlikçiler mi? Hangi kökenli olurlarsa olsunlar; devlet bunlara maaş ödüyor. Hele hele bunlar askerse çok daha acı. Allah göstermesin, görev anında başlarına bir iş gelse, ‘şehit’ sayılacaklar. Kimse onların, Doğan Güreş’in kapısında kapıcılık yaptığını bilmeyecek. Belki de Konyalı Hacı Bekir’in, Adanalı Şaşı Kara Ahmet’in, Urfalı Behzat Ağa’nın çocuklarıdır bunlar. Bu babalar da şimdi “Çocuklarımız vatani görev yapıyor” diye çevrelerinde şişinip erkek hindi gibi kabarıyorlar.

Allah, Güreş’in komşularına sabırlar versin. Peki, ilgililer bu işin üstüne gitmiyor diyelim; Güreş’in de mi kulakları duymuyor bunları?

Bir şeyden bıkıp/usanmak çok kötü. Böylesi bir oluşum, kişinin belleğini dumura uğratır; kimyasını bozar onun. İş, buraya dayanmışken bir anekdotla yazımı sürdüreyim:

27 Mayıs sonrası Malatya hükümet konağında gerçekleşen bir toplantıda, zamanın valisi, 27 Mayıs’ın kendisi için önemli olan en iyi yanını şöyle dile getirir:

Çok şükür, şu Doğan Dede’nin baston sesinden kurtuldum. Her gün, ama her gün; kapımın önüne geldiğini, bastonunun ‘tık, tık, tık’ diye çıkardığı sesten anlardım. Bıkıp usanmıştım bu sesten. Geceleri rüyalarıma bile girerdi bu ses…”

Valinin, sözünü ettiği ‘Doğan Dede’, bugünkü İzzettin Doğan Dede’nin babası, o zamanın Demokrat Parti Milletvekili ‘Hüseyin Doğan Dede’dir.

Bu bıkkınlığa ben de tanık oldum bir kere: Bunu, daha önce “Satırı Bileyen Kin” başlıklı bir yazımda dile getirmiştim. 93’teydi. Diyarbakır’da bir yakınımın konuğuydum. Bulunduğum apartman, Diyarbakırlıların deyimiyle “Paşa Konağı”na yakındı. Karşı apartmanın dördüncü katında, bize bakan balkonda, beş genç, belden yukarıları çıplak; ayaklarında asker pantolonu, bellerinde tabanca, önlerinde bir masa, masanın üstünde bira şişeleri; vur patlasın/ çal oynasın hesabı demleniyorlar. Vakit, gece yarısını çoktan geçmiş. Mevsim yaz. Her şişe devrilişinde, eller havalanıp birbirine vuruluyor; diller, ‘Yaşaaa’ diye bağırıp ellerin çıkardığı sese eşlik ediyor.

Bunlar neci?” diye soruyorum yakınıma.

Yakınım, bendini devirmiş sele dönüşüyor:

Kimi kime şikâyet edeceksin? Hemen hemen her gün böyle. Koruma mıdırlar, korucu mudurlar kimse bilmiyor. Ne çocuk, ne çalışan, ne hasta umurlarında. Hepimizin dili kesik, boynu bükük. Kuşkulandıklarını, ya da karşı çıkanı ‘terörist’ diye alıp götürüyorlar hemen…

Diyorum ki: Bu statükocu anlayış, içi geçmiş bir karpuz gibi yere çalınıp parçalanmalı artık. Kimi ayrıcalıklı emekliler de: cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar, paşalar da, tıpkı biz emekliler gibi yaşamlarını sürdürmeli. Benim bir paşadan ne ayrıcalığım var? Niye onlar da benim gibi semt pazarlarına çıkmıyor? Niye onlar da benim gibi korumasız, silahsız gezmiyor? Neden bir emekli cumhurbaşkanına aşçı, kapıcı, postacı; şucu bucu diye bir yığın insan; bir’den çok araba, devlet olarak tahsis etmek zorunda kalıyoruz? Nasıl oluyor da emekli olan bir genelkurmay başkanına trilyonluk kurşungeçirmez bir araba armağan edilebiliyor?

Ve yine diyorum ki: Namuslu bir biçimde, hukuk kuralları içinde yürütülen her meslek kutsaldır bana göre; birinin diğerinden üstünlüğü yoktur. Ben de yaşamım içinde belli bir süre ülkeme hizmet ettim. Bugün ne korumaya, ne de korunmaya gereksinim duyuyorum.

Çünkü korkulacak iş yapmadım ve korkmuyorum…

KAYNAK : Alevihaber.com - 13 Ekim 2010

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.