Maraş, Kahramanlığı Sizinle Almadı

Maraş, Kahramanlığı Sizinle Almadı

Maraş, Kahramanlığı Sizinle AlmadıFehmi SALIK           “Maraş halkı yana yana kül oldu           ...

A+A-

Maraş, Kahramanlığı Sizinle AlmadıMaraş, Kahramanlığı Sizinle Almadı

Fehmi SALIK

           “Maraş halkı yana yana kül oldu
            Her sineği, bir alıcı kurt oldu…
                         -Âşık Mahzuni bestesi-

  

‘Maraş kıyımı’nın her yıldönümünde içim burkulur; göğsüm şişer/iner; soluğum daralır; gözlerim buğulanır; ağu yemiş gibi olurum.

Kapılarının üstüne kırmızı boyayla çarpı işareti konulup da öldürülen o ‘111 insan’ arasında çok yakın tanıdıklarım vardı.

Aslında o ‘111 kişi’nin tümünü tanıyordum ben.

111’i de bendim o insanların.

Her yıl, 19–27 Aralık’ta, ‘111 kez’ ölüp ölüp diriliyorum.

İçimden ‘111 kez’ lanet okuyorum o katil soysuzlara.

O eli kanlı faşistlere şunu anımsatmak istiyorum:

Maraş, hak ettiği o kahramanlığını, sizin kapılarına işaret koyup elleriniz titremeden öldürdüğünüz o insanların dedelerine borçludur; sizinkilere değil. Siz ‘Sütçü İmam’ların torunları olamazsınız. ‘Sütçü İmam’ların torunları, dedeleriyle omuz omuza Fransız’a karşı koyan ‘Alevi dedeleri’nin torunlarını işaretleyip öldürmez.

O öldürdüğünüz insanların dedeleri, sadece Maraş’ı, Urfa’yı, Antep’i, Adana’yı kurtarmadılar o gün; İzmir’i de kurtardılar; Türkiye’yi de kurtardılar emperyalist güçlerden.

1997’de gün ışığına çıkardığım “Güneşi Emen Ölü” adlı yapıtımda yer alan şu öykümü, keşke ‘yarasa kılıklı’ o ‘faşistler’ de okuyabilse, diyorum:

(Bir Ulu Çınar ve Anadolu Süvarileri

Anası denizle babası Güneşin kollarında dünyaya geldi. Tüm renklerden oluşan güzel bir kundağa sardılar onu.

Denizi de emdi, Güneşi de. Alı emdi; moru emdi; sarıyı, sıcağı emdi. Emdiğini yanına/yöresine dağıttı tümden. Yeşille mavinin öpüştüğünü en çok o gördü. Babası Güneşin kucağında büyüdü. Dallandı; serpildi; gelişti. Bir ara göz kırptı Büyük İskender’e. Lysimakhos zamanında iyice yüceldi.

Bir ulu kentti bu; adı: ‘Smyrna.’

Büyük bir deprem yaşadı; yıkıma uğradı. Uzun sürmedi, yeniden toparlandı. Romalıları gördü; Hunları tanıdı. Çaka Bey’i, Umur Bey’i konuk etti bir zaman; sonunda Osmanlı da karar kıldı. Toprağı verimli, ormanı gür oldu. Ağaçları güçlü, meyvesi bol oldu. Ceylanlar korkusuz indi subaşlarına. Kuşlar cıvıl cıvıl kaynaştı dallarda. Bir uygarlık kazanı oldu Smyrna; kaynadıkça tarih koktu tüm buharı. Akropolis, Bergama, Meryem Ana; katıldılar bu ulu kente bir bir; tarih baba, yeniden bir ad verdi ona: ‘İzmir.’

Bir ‘ulu çınar’ oldu İzmir; kök saldı Anadolu toprağına. Gittikçe büyüdü. Fezanın en parlak yıldızlarını topladı başında. Kökü denizleri, dalları Güneşi sardı. Kuşlar özgürce uçtu tepesinde. Deniz pul pul, ışıl ışıl yandı. Toprak gönendi/kıvandı; bire on, bire on beş verdi.

Gün oldu, mevsim değişti. Beklemeye durdu haramiler pusuda. Hırçın rüzgârlar esti dört bir yandan. Hortumlanmış kasırgalar, çınarı sarstı; göğü deldi. Ay kaçtı; yıldızlar döküldü. Tüm yöre teslim oldu karanlığa. İçindeki kemirici kurtlara, dışındaki salyalı itlere karşı yine de iyi dikeldi bu çınar. Ancak gövde pustu; kabuk çatladı. Kök, aldığı besini, dallara iletemez oldu. Kurumaya yüz tuttu içindeki özsu. Yabanın kurdu kuşu üşüştü başına; itin, çakalın hedefi oldu bu koca çınar. Çalı/çırpı, diken kapladı tutunduğu toprağı. Dönüp dolaşmaya durdu leş kargaları gökyüzünde. Anadolu’nun tekmil çınarları isyan etti bu görünüme…

Dikeldi bir Ayıntap, bu ‘kara güc’ün önüne gerildi. Urfa, Maraş dikeldiler birer birer; Adana dikeldi. Tek tek olmazdı bu; yetmezdi. Urfalı Nazif, Ayıntaplı Karayılan’ın kardaşı, Maraşlı Küçük İmam düşündüler iyice.

“Bu böyle yürümez” dediler.

Toplandılar yaralı çınarların gölgesinde. Atlarını eyerlediler. Mavzerlerini kuşandılar. Bıçaklarını, barutlarını yerleştirdiler. Tütünlerini, yufkalarını çıkınladılar. Ak saçlı analarına, kolunu yitirmiş babalarına çaktırmadan birer göz kırptılar Zeliha’ya, Fadime’ye, Döne’ye. Sonra atlarına bindiler; namludan fırlayan fişek gibi dörtnala uçtular Sakarya’ya doğru. ‘Anadolu süvarileri’ydi bunlar; çağrısına koşuyorlardı ‘Başsüvari’nin. Atlarını Sakarya’da suladılar ilkin; sonra “Ver elini Afyon Ovası” dediler.

O gün işte, o kutsal gün; çınarları kemiren yabanıl pis kurtların sığınacak delikleri tümden kapandı.

Süvarilerle doldu Afyon Ovası. Atlarla birlik kişnedi dağ/ taş.

Urfalı Nazif, atından inerken gözleri arkadaşlarını aradı. Ayıntaplı Karayılan’ın kardaşının atı, Maraşlı Küçük İmam’ın yedeğindeydi. Ağu yemiş gibi kıvrandı Nazif. Sancı, boğazına doğru yürüdü. Bir üşüme sardı bedenini Nazif’in; gözleri dumanlandı; kirpiklerinde biriken damlalar, ayaklarındaki tozluklara düştü art arda. Atının yuları elinden kaydı; dizleri titredi; anasını bulmuş yitik bir kuzu gibi Maraşlı Küçük İmam’ın boynuna sarıldı.

Gece, karanlık bir zindan oldu, içine aldı onları.

Atlarının yuları ellerinde, silahları döşlerinde, Zeliha’yla Döne düşlerinde; yastıkları taş, yorganları abaları, daldılar kara geceye.

Sabaha karşı Başsuvari’nin sesi, dağı taşı inletti.

Bir cirit oyunu başlamıştı Afyon Ovası’nda.

Urfalı Nazif, o gün Başsuvari’yi yakından gördü; atından düşmemesi için daha sıkı sarıldı eyere. Boğazından göbeğine doğru ılık bir şeyler aktı. Saygıyla korkunun karışımı bir duygu gezindi bedeninde.

Bir “9 Eylül” sabahı, Güneşin ışınları İzmir Körfezi’ni gümüşe boyarken, Anadolu süvarilerinin atlarının nal sesleri, ‘Spil Dağı’na çarpıp Bornova’nın üstünde yankılanıyordu.

Düşündü Urfalı Nazif:

Ne de güzelmiş memleketim. Onun uğrunda ölmeye değermiş he vallah” dedi.

Ayıntaplı Karayılan’ın kardaşını kıskandı.

Başsuvari, gittikçe devleşti gözlerinde.

Yer/ gök, birden değişti. Çınarların başlarındaki kara bulutlar aklaştı; içlerindeki kurtlar döküldü ezildi. Koflaşmış gövdeye can geldi. Dallar yeşerdi, yaprağa durdu hemen. Bir güzel renk, bir güzel koku yayıldı tüm dünyaya. Rengini insan kanından almış ‘bağımsızlık gülleri’ açtı ülkenin tüm toprağında.

Yüz yıla yakın bir zaman geçti aradan; Urfalı Nazif’in üç torununu öldürdüler kendisinin, Fransız’ı sopayla kovaladığı o toprakta.

Başsuvari’nin çağrısına canı yürekten katılmış, göğsünde ‘gazilik beratı’ taşıyan bu yaşlı adam, torunlarının cesetlerine sarılmış hüngür hüngür ağlarken, yanındakilere de şu soruyu soruyordu:

Kiminle savaşıyoruz; düşmanımız kim?..”)

Ya, işte böyle faşist zırtapozlar!

Bu topraklar, bu tür girişimlerle ‘vatan’ oldu. Onu sevmede, ona sahiplenmede hiçbirimizin, hiçbirimizden ayrılığı ya da üstünlüğü, kesinlikle yoktur.

Bu, böyle biline…

Fehmi SALIK

<!--

var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';

var path = 'hr' + 'ef' + '=';

var addy2670 = 'fehmisalik' + '@';

addy2670 = addy2670 + 'gmail' + '.' + 'com';

var addy_text2670 = 'fehmisalik' + '@' + 'gmail' + '.' + 'com';

( '' );

2670 );

( '' );

//-->n

<!--

( '' );

//-->

<!--

( '' );

//-->


KAYNAK : Alevihaber.com - 17.12.2008

Etiketler :

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.