Murat UTKUCU : Çinçin'i yıkmak mümkün, ya yoksulluğu?

Murat UTKUCU : Çinçin'i yıkmak mümkün, ya yoksulluğu?

Murat UTKUCU : Çinçin'i yıkmak mümkün, ya yoksulluğu?   En üstte, parça parça yıkılan Çinçin...

A+A-

Murat UTKUCU : Çinçin'i yıkmak mümkün, ya yoksulluğu?Murat UTKUCU : Çinçin'i yıkmak mümkün, ya yoksulluğu?
 
En üstte, parça parça yıkılan Çinçin Bağları ve altta Çinçin'den kırık dökük yaşamlar...
 
Çinçin ölesiye yoksuldu. Öyle ki mahallenin bilinçlenmeye mecali yoktu. İki bakkal vardı ama raflarında ekmek, makarna ve çorbadan başka bir şey bulana aşkolsundu. Günlük süt yoktu mesela

14 Aralık 2007 tarihli Radikal İki'de yayımlanan Çinçin Bağları'nın kentsel dönüşümüne ilişkin Özlem Ersavaş'ın yazısı beni 20 yıl önceye götürdü. Öğrencilik yıllarımın Ankara'daki son ikametgahı Çinçin Bağları'ndaki iki gözlü gecekondu olmuştu.

Gecekondunun hela ve mutfağı, mahalledeki diğer tüm "kardeşleri" gibi dışarıdaydı. Ev bir toz makinesiydi adeta. Ne kadar süpürürseniz süpürün duvar dipleri ve kapı eşiklerinden sıva ve badana kırıntılarını temizleyemezdiniz. Mütemadiyen dökülen bir evdi bu. Duvarlar öylesine eğri büğrüydü ki somyayı yanaştırmak mümkün olmadığı gibi duvara sırtınızı düz bir şekilde dayamanız da imkansızdı. Ev sahibim, evimin arkasında çıkmaz sokakta oturuyordu. Odalarımdan birisinin penceresi onun avlusuna bakardı. Ne tuhaf ki yoksullukta evlerimiz arasında hemen hiçbir fark yoktu. Belki bir televizyon ve buzdolabı. Anneannemin hacdan getirdiği minderler, işlemeli perdeler, simli yatak örtüleri sayesinde mahallenin en şatafatlı evi benimki miydi bilemiyorum ama kitap ve komünist faaliyetlerimize ilişkin dokümanları düşünürsek, Çinçin Bağları'nın siyaseten en bilinçli evinde oturduğum hakikatti. Duvardaki, BM temsilciliğinden alınmış Namibya'ya ilişkin Independent Now afişi ise aslında ülkemize ilişkin hayallerimizi yansıtıyordu.

Tuvalet yok hela

Mülkiye'yi yeni bitirmiş, Hacettepe'de yüksek lisansa başlamıştım. Çinçin ise halkımıza yakın olmak amacıyla seçilmiş bir bölgeydi. 12 Eylül'ün üzerinden sekiz yıl geçmişti ama biz gençtik, umutlarımız ise bizden de genç... 1980'de Kenan Paşa'yı hararetle alkışlayan çocuk büyümüş ve sekiz yıl sonra "Faşizmi Ezeceğiz" pankartları üzerinde resim yeteneğini geliştiriyordu kavga arkadaşlarıyla birlikte...

Çinçin ölesiye yoksuldu. Öyle ki mahallenin bilinçlenmeye mecali yoktu. İki bakkal vardı mahallede ama raflarında ekmek, makarna ve çorbadan başka bir şey bulana aşkolsundu. Günlük süt yoktu mesela.

Sosis ve salamdan bahsetmek zaten saçmaydı ama mesela yumurta yoktu. Bir insan için işe yarar ne varsa bakkal satmıyordu, çünkü alan yoktu. Evler bakkal raflarından da zavallıydı. Tuvalet yok ama hela vardı. Helalar olabildiğince havadardı. Kışın eksi bilmem kaç derece soğukta, gecenin köründe kalkıp avludaki helaya çıkmak ve ihtiyaç giderip donmadan yatağınıza dönmek durumundaydınız. Hadi benim kıçım halkım için donuyordu da, peki bu halk köyünü terk edip ne aramaya gelmişti bu mahalleye anlayamıyordum. Aslında yanıt basitti. Geldikleri yerler daha berbattı. Onlar bir şekilde şehrin nimetlerinden yararlanmak için gelmişlerdi. En alttaydılar ama beklentileri vardı. Godot'yu bekliyorlardı işte. Yani umudu vardı büyük insanlığın.

Evlerin hemen hemen tümü avluluydu ve içeriye ahşap, derme çatma bir kapıdan giriliyordu. O ahşap kapı ki, bizi bir kez polisin elinden kurtarmıştı. Ev sahibimin oğlu kız kaçırmış, ihbar üzerine polis oğlanı evinden almaya geliyor. Nedense yine gecenin köründe... Ama yanlış adresle benim evimin kapısını çalıyor. Biz ise açlık grevlerine destek için harıl harıl pankart yazıyoruz. Neyse ki avlu kapısındaki asma kilidin anahtarını bulamamış olmam, polislerin içeri girmesine engel oluyor. Birkaç sorudan sonra durum ortaya çıkınca siviller doğru adrese yöneliyorlar. Biz ise devrim tanrısına dua ediyoruz.

Genç bir komünist olarak Çinçin'de ne yapabilirdim? İzmirli bir terzinin oğlunun Çinçin gerçeğinde ne kadar şansı olabilirdi. Bilmiyordum. Bizimkisi bir göğü fethetme pervasızlığıydı.

Ama hepsi bu...

Mahallenin gençleri, ev sahibimin oğluyla bir öğle vakti ziyaretime gelmişlerdi. İçlerinde annesini küçük yaşta kaybetmiş, arada "ot içen", devrimci ağabeyine karşı terbiyeli bir genç vardı. Bana döndü ve "Abi" dedi, "sen buradan gün gelecek gideceksin. Ama biz burada kalmaya devam edeceğiz. Sen kendine daha iyi bir hayat kuracaksın şu bataklıktan kurtaracaksın kendini ama bizim kaderimiz burada yazılı..."

Sözleri jilet gibiydi. Kalbime attığı çiziğin acısıyla sustum bir süre. Sonra "Hayır!" dedim "bu bir tercih!" dedim, "safımız aynı!" dedim. Bir şeyler daha geveledim. Bir şey demedi. Suskunluğu gidermek için hepsine kötü pipolarımdan, kötü tütün ikram ettim. İlk kez pipo içtiler hayatlarında... Ben kendime ne kadar inandım, o hayatını vakfetmiş haleti ruhiye içinde bilemiyorum. Bildiğim, şu anda hâlâ o esrarkeş gençle aynı sınıfsal kaderin ağlarına asılı olduğumuz. O belki daha fazla dolanmış ağlara, ben ise biraz daha soluk alabiliyorum.

Çinçin'deki evime son olarak 16 Mart 1990 akşamı gittim. Bir gece önce 16 Mart 77 Katliamına ilişkin bildiriyi Erica marka daktilomda çoğaltmış sonra da arkadaşıma vermiştim. ODTÜ'lü Abuzer sabahleyin beni görmüş ve "Kapında tuhaf adamlar bekliyor!" diye uyarmıştı. Uyarıya rağmen evime gitmekte kararlıydım. İnsan kötüyü kendine yakıştıramıyor. Evine karakol kurulduğunu, polis tarafından aranmaya başladığını... Kapıda kimse yoktu. Ev sahibime uğradım. Avlu kapısını açtım. Tek katlı evin pencerelerinden birine yanaştım. Kadir amcaya selam verdim. "Kirayı yarın veriyorum" dedim. "Yok oğlum önemli değil!" dedi ev sahibim mütereddit bir tebessümle. Kadir amcanın karısı Saadet teyze ayağa kalktı ve bana dili tutulmuş bir kadının haykıran yüzüyle bakarak eliyle git işareti yaptı. GİT! Durma, GİT!

Arkasında sivil polisler olduğu halde ve bana, yani şu genç talebeye sadece acıdığı için hiçbir çıkarı yokken korkunç bir riski göze alarak hayatının eylemini koydu.

GİTTİM.

Çinçin'in avucumun için gibi bildiğim daracık sokaklarından uçarak ayrıldım bu semtten, halkımı kaderiyle baş başa bırakıp! Kaderimle yüzleşmek için...

Bu semte borçluyum.

Çinçin, beni, bir Mülkiyeli devrimciyi, dönemin Mülkiyeli Ankara Emniyet Müdürü Mehmet Ağar'ın işkence timlerinden kurtardı. Ne yazık ki diğer Mülkiyeli, ODTÜ'lü ve Hacettepeli çocukların bedenlerine acılı nakışlar işlendi.

Çinçin'i yıkıyorlarmış.

Ne yaptılar ki neyi yıkıyorlar?

Yoksulluğu yıkacaklarsa varsın yıksınlar!

Günlük süt satılamayan bakkalarını da yıksınlar.

Ama ekonomik liberal düzenlerini de yıkmayı ihmal etmesinler.

Varlık içinde yokluk yaşattıkları için bu halka...

Saadet teyze yaşıyorsa ellerinden öpüyorum.

O esrarkeş kadersiz genç yaşıyorsa kucaklıyorum.

Çinçin benim büyük yalanımdı.

Ama nasıl da gerçekti.

Hâlâ yoksullarıyla hakikat.

Hâlâ kurtulmak yok tek başına nakaratını hatırlatarak...

MURAT UTKUCU: Mülkiyeliler Birliği, İzmir Şb. Yöneticisi
23 Aralık 2007 - RADİKAL 2

Etiketler : , ,

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.