Osmanlı Yönetiminin Alevi-Kızılbaş Toplumuna Yaklaşımı

Osmanlı Yönetiminin Alevi-Kızılbaş Toplumuna Yaklaşımı

Konuyu yeterince anlamak ve değerlendirmemizi derinleştirebilmek için Osmanlı belgelerine kısaca bir göz atmak sanırım yararlı olacaktır. Bu belgeler Osmanlı yönetiminin Kızılbaş-Alevi toplumuna karşı gizlenmeye ya da yok sayılmaya çalışılan yaklaşım ...

A+A-

Konuyu yeterince anlamak ve değerlendirmemizi derinleştirebilmek için Osmanlı belgelerine kısaca bir göz atmak sanırım yararlı olacaktır. Bu belgeler Osmanlı yönetiminin Kızılbaş-Alevi toplumuna karşı gizlenmeye ya da yok sayılmaya çalışılan yaklaşım ve uygulamalarını da bütün boyutları ve çarpıcılığıyla ele vermektedir. Burada değindiğimiz belgelerde öngörülen uygulamalar 16. yüzyılın başından itibaren sürekli ve sistemli bir şekilde uygulamaya konulmuştur.

Sözgelimi,2. Bayezid döneminde -1502 yılında- “menba-i bugat ve mecma-i tugat idüği âşıkâr olıcak ol diyarın bed-girdâr nâ-bekârları şiâr-ı isyan ve tuğyanla iştihâr bulıcak”[1] Teke ve Hamid ilindeki Kızılbaşların Şah İsmail’e gidip gelmeleri yasaklanmış, sırf inançları, Hoca Sadettin Efendi’nin deyimiyle[2]“Ali dostu”[3] olmaları ve farklı yaşam biçimlerinden dolayı damgalanarak[4] Rumeli/Balkan yakasına, Yunanistan/Mora’ya, Modon ve Koron[5] kalelerine sürülmüşlerdir.[6]Kimi kaynaklarda,yollarına son derece bağlı bu sürgünlerin sayısı otuz bin olarak verilmektedir.[7] Osmanlı Vakanivüslerinden Solakzâde tarafından bu durum şöyle anlatılmaktadır: “Şah İsmail Tebriz’de saltanat mülkünün tahtına oturdu. Kendisine de ‘Şah’ namını taktı… Çok ocaklar söyündürdü. Yanına toplanmış mülhidlerin ekserisi, Teke ve Hamid vilâyetinden olmakla, o memleketlerde, mutlaka Râfizilik kokusuna bulaşmış olmaları ve mezhepsiz sayılmaları dolayısıyla Rumeli yakasına sürüldüler.[8] Hudud kumandanlarına da hükümler tebliğ olundu. Bundanböylesûfinamıile hiç kimsenin Anadolu’ya geçmemesine ve yolların zabt olunmasına dâir emirler verildi.”[9]

Hoca Sadeddin Efendi ise bu durumu şöyle aktarmaktadır: “Erdebilli Hoca Ali oğlu İbrahim oğlu Cüneyd oğlu Şeyh Haydar’ın oğlu Şah İsmail ortaya çıkmıştı… Haydariye taifesini toplamakla nice azgın yaradılışlı ve rafızi mezhebinde olan dev yapılı Türk yanına derilmiş bulunuyordu.[10] Atalarının halifeleri Rum diyarına yayılmış olmakla Ali dostları ile müridleri sayıya gelmez ve hesaba sığmaz ölçüye ulaşmıştı. Bu nedenle Rum ülkelerine mektuplar gönderip yanına çağırdı. Bu haber üzerine Rum’dan pek çok kimse gidip, ona ayak uydurup buyruğuna bağlandılar… Doğuya giden haricilerin çoğu Teke ve Hamidili’nden olmakla bu topraklarda yaşayan müridlerle Ali dostlarının Modon ve yöresine yerleştirilmesi hükümetçe kararlaştırıldı. Uç beylerine gereği yapılması buyrulan emirlerde bundan sonra Sufi adında bir kimseyi sınırlardan geçirmemeleri, yolları tutmaları ve kesmeleri bildirildi. Bunun sonunda ol pis kalabalık Rum diyarında kapatılmış ve Erdebil oğlu kendisine taraf olanların gelişmelerinden umudunu kesmişti.”[11]

Osmanlı kaynaklarından da çok açık anlaşıldığı gibi, Teke ve Hamit bölgesindeki Kızılbaş halkın yerlerinden çıkarılarak Mora yarımadasına, Modon ve Koron kalelerine yapılan bu sürgünü açık bir biçimde siyasal boyutlu bir olaydır. Bir başka deyimle “…(İ)htiyaçtan ziyade anavatanda siyasi veya dini bir gaile çıkarmalarından korkulan bazı “hétérodoxe” unsurların şerlerinden kurtulmak için, siyasi maksatlarla yapılan sürgünler”dir.[12] Böylece, “(a)lınan önlemler sonucunda Rumeli’deki Safeviyye müritleriyle Şah İsmail arasında ilişkiler kesilmiş oldu.”[13] Bunlardan özetle görülüyor ki, yöneticiler, bu çevrelerden çekindiği, çelişki ve sorunlar karşısında tıkandıkları için kendilerince çözümü bu sürgün ve kıyımlarda aramışlardır.[14]

İşin ilginç yanı benzeri bir uygulamada, yine benzeri gerekçelerle Rumeli bölgesinde gerçekleştirilmiş ve burada bulunan bir takım Alevi topluluklar da Anadolu’ya sürgün edilmiştir. Bu durum “Menâkıb-ı Sultan Beyâzıd Han”da şöyle aktarılır: “Ve taraf-ı pâdişâhiden emir vârid oldu ki Rumili’nde ne kadar bid’at Abdal ve ışık ve nâ-hak-gû zindîklar var ise teftiş olunub şer’ile küfür söyleyenlerin haklarından geline deyü Edirne kadısı İsa Fakih nam kadıya hitâben hüküm sâdır olub Mevlânâ İsa Fakih dahî hükm-i hümâyûn mûcebince teftiş idüb Otman Dede dervişlerinden bir kaçını getürüb Edirne’de ber-dâr (idam) itdiler. Bâki derviş tâyifesin Anadolu’ya sürdüler.”[15]

Bu noktada “sürgün”ün tanımını yapmak, bazı konuların daha iyi anlaşılmasını sanırım kolaylaştıracaktır. Genel olarak, bireylerin ya da toplulukların herhangi bir nedenle, yerinden, yurdundan, yaşamını sürdürdüğü alandan zorla çıkarılarak başka bir yere göçürülmesine ve istemediği başka bir bölgeye zorunlu yerleşime tabi tutulmasına sürgün adı verilir. Sürgünün bir başka boyutu “zorunlu iskân” olarak adlandırılmaktadır ki, bu uygulamayı da “sürgün” olarak tanımlamak isabetli bir yaklaşım olacaktır. Sonuç olarak bu uygulama da, egemen olanların iradesiyle belirlenen bir başka bölgeye zorunlu yerleştirilme ya da yerleşimin dayatılması durumudur. Bu tanımla örtüşmesinden de anlaşıldığı gibi, bu sürgünlerin;

1. Kendi coğrafyalarından uzaklaştırma yoluyla dayanaklarından kopararak toplumu sindirmek,

2. Osmanlı yönetim zihniyetinin kesintisiz uygulamalarından olan inançsal/düşünsel ve kimliksel dönüşümün gerçekleşmesini sağlamak buna ortodoks çizgiye çekmek ya da sünnileştirmek de denilebilir,

3. Bütün baskılara karşın ısrarla ve inatla sürdürülen direnci kırmak,

4. Kızılbaş toplumu arasındaki ilişki ve iletişimi ortadan kaldırarak, dayanışma, karşılıklı kollama ve korumayı azaltmak,

5. Bir türlü denetim altına alınamayan eylemlerin önüne geçmek,

6. Uzun vadede sistemin Alevi-Kızılbaş toplumu üzerindeki denetim ve egemenliğini pekiştirmek gibi amaçları içerdiği açıktır.

Zaten görüldüğü gibi Solakzâde tarafından da, bu uygulamaların “Kızılbaşlık”larından ve “mezhepsiz” sayıldıklarından dolayı bir bakıma asimilasyonun yani kendi kimliğinden koparak yeni bir kimliğe geçişin önünü açmak için yapıldığı son derece anlaşılır bir söylemle belirtilmektedir.[16]

Bu dönemle sınırlı kalmayan bu türden sürgün ve “mecburi iskân”lar, Osmanlı yönetimi tarafından birçeşit“gelenek”haline getirilmiştir.[17] Şah İsmail ve Safevi devletine yoğunlaşan yönelimden dolayı tedirginliğe düşen Osmanlı yönetimince Teke[18] ve Hamit[19] illerinden sürülen Türkmen Kızılbaş aşiretleri, kimi kaynaklarda “Kızılbaş Leventler” olarak da anılmaktadır.[20]

Sistemli bir anlayış olarak süren Osmanlı yöneticilerinin “yönetim anlayışı” ve belgelere hüküm ve fermanlara yansıyan uygulamalarından anlaşılmaktadır ki, Alevi-Bektaşi toplumuna mensup bir kişinin ya da topluluğun cezalandırılması için ayrıca “suç” işlemiş olması gerekmez. Bu konuda elimizde yüzlerce belge bulunmaktadır. Belgelere göre, “Kızılbaş olmak”, “abdal ve ışık” ya da Osmanlı yöneticilerinin deyimiyle “rafizi olmak” verilecek en ağır “ceza” için yeterli bir sebeptir. Birçok Alevinin ve Alevi önderlerinin de bu yaygın uygulamalar çerçevesinde “siyaset” edildiği açıktır. Zaten fermanlarda bu türden uygulamalar için genel olarak kapı açılmaktadır. Belgelerde görüldüğü gibi “bu taifenin defter idülüb siyaseten salb olunması” ya da her ne tarikle olursa olsun “ele getürülüb arz olunduğu üzere haklarından gelünmesi”, “haklarında şer’le lâzım gelenün icrâ eylenmesi” zaten sürekliliği olan sıkı buyruklardan biridir.

Osmanlı yöneticilerine göre bu inanç dairesinde bulunanlar Kızılbaşlığını ya da muhalifliğini saklamayan, “serkeşliği inatla bırakmayan”, yine yöneticilerin deyimiyle üstelik “fasid fikirlerle meşgul olan”, “muhalif kelimat iden”, “Mehdi-i Zaman gelür deyu şer’i şerifi nebeviye uygun olmayan sözler iden”, “fesâd ü şenâ’atden hâli olmayan”, “içinde sünnet eseri bulunmayan ve hılâf-ı şer-i şerife vaz iden” “menba-ı fesad ve menşe-i fitne ve daima ihlâl, idlâl ve ihtilâl üzerine bulunan”, “saz ve çalgu çalan”, “yoldaşlarını hevasına uyduran”, “zümre-i tugat (doğru yoldan sapkınlar) ve taife-i eşkıya”dan “dönmezem diyen”[21] topluluklardır. Osmanlı yöneticileri, bütün çabalarına karşın hangi yönteme başvursa da, hangi uygulamaya girişse de bu toplumu denetim altına alamamıştır. Uyguladığı akıl almaz şiddetten medet ummuş, kendi selametini kıyımda, katliamda aramıştır.

[1] “Kemâlpaşazâde, 9. Defter”den aktaran: Selâhattin Tansel, Sultan II. Bâyezit’in Siyasi Hayatı, Milli Eğitim Bakanlığı Yayını, İstanbul 1966, Sayfa 237. Günümüz diliyle: “İsyancılık kaynağı, azgın ve sapkınların toplandığı yer olduğu açığa çıkınca, o diyarın işe yaramaz serkeşlik edenleri/âsileri isyancılık söylemi ve azgınlığıyla ve taşkınlığıyla tanınıp ünlenince…”

[2] Bkz. Hoca Sadettin Efendi, Tacü’t – Tevarih, Cilt 3, Ankara 1992, Sayfa 345.

[3] Ali dostu: “Hz. Ali’yi sevenler, Hz. Ali’nin yolunu sürenler” anlamında kullanılan bir deyim.

[4] İsmail Kaygusuz, Aleviliğin Kızılbaş Siyasi Hareketi ve Şah İsmail, Yol/Bilim-Kültür-Araştırma, Sayı 19, Eylül-Ekim (2002), Ankara, Sayfa 31. İlginç ve aşağılayıcı bir yöntem olan bu damgalama işi, acaba dağlama yöntemiyle mi yapıldı? Bu durumu açıklığa kavuşturmakta yarar var. Bu arada yeri gelmişken belirtelim ki, o dönemlerde “damgalama” silinmesi, yok edilmesi kolaylıkla mümkün olmasın diye genellikle “dağlama” yöntemiyle (kızgın/ateşte kızdırılan damga yoluyla) yapılırdı. Konuyla ilgili bulgularını aktaran bir başka araştırmacıya göre Sultan 2. Bayezid, “1502’de Anadolu’da ilk Kızılbaş koğuşturmasını yaptırdı. Safevilere yakınlık gösterdiklerinden kuşkulanılan her kişinin yüzüne damga vuruldu ve Batı’ya, genellikle Güney Yunanistan’daki Modon ve Koron’a sürüldü.” Moojan Momen, An Introduction to Shi’i Islam, The History and Doktrines of Twelver Shi’ism, Yale University Press, New Hawen and London 1985, Sayfa 106. (Akratan: İsmail Kaygusuz, a.g.y., ve Kızılbaşlık ve Kızılbaşlar, www.hacibektaslılar.com.) Bu yönde birtakım veriler olmasına karşın, bir olasılıkla bu dağlama yönteminin belki kitlesel olarak gerçekleştirildiği kesin olarak -yani tartışmasız bir biçimde- söylenemese bile, en azından örnek, gözdağı ve tehdit olması bakımından öncü/lider konumundaki kişilere uygulanmış olması güçlü bir olasılık olarak düşünülebilir. Nitekim o dönemde, sistemle çelişen, çekişen, öncü ve aykırı kişilere bu türden uygulamaların yapıldığı, hatta dağlama yöntemiyle gözlerinin oyulduğu bilinmektedir.

[5] Modon ve Koron Venediklilerle 11 Aralık 1502’de yapılan antlaşma uyarınca 1503 yılı Ağustos ayında kesin olarak Osmanlı yönetimine bırakılmıştır. Bkz. Selâhattin Tansel, Sultan II. Bâyezit’in Siyasi Hayatı, Sayfa 223.

[6] Selâhattin Tansel, Sultan II. Bâyezit’in Siyasi Hayatı, Sayfa 237.; Hoca Sadettin Efendi, Tacü’t – Tevarih, Cilt 3, Sayfa 346.; Tahsin Yazıcı, Şah İsmail, İslâm Ansiklopedisi, Cilt 11, Mili Eğitim Bakanlığı Yayını, İstanbul 1979, Sayfa 277.; İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Cilt II, Ankara 1995, Sayfa 231.; Zuhuri Danışman, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Cilt 5, İstanbul 1965, Sayfa 102-103.

[7] Bkz. Adel Allouche, Osmanlı – Safevi İlişkileri / Kökenleri ve Gelişimi, İstanbul 2001, Sayfa 95.

[8] Burada görüldüğü gibi, nedeni belli bir kıyım haline gelen bu sürgünler, kimi araştırmacılar tarafından “Teke (Antalya) ve Hamitilin’den (Isparta) olan Türkmenlerin ekserisi Şah İsmail’e asker yazılmışlardı. Bunun üzerine geriye kalanlar bir fitne çıkarmasınlar diye ihtiyaten Modon ve Koron taraflarına sürgün ve iskân edilmişlerdi.” gibi masum bir gerekçeyle bir bakıma yumuşatılarak savunulmaya çalışılmaktadır. Bkz. Hüseyin Arslan, 16. yy. Osmanlı Toplumunda Yönetim, Nüfus, İskân, Göç ve Sürgün, Kaknüs Yayınları, İstanbul 2001, Sayfa 318. Oysa işin içyüzü hiç de böyle değildir.

[9] Solak-Zâde Mehmed Hemdemi Çelebi, Solak-Zâde Tarihi, Cilt 1, Ankara 1989, Sayfa 428-429.

[10] Hoca Sadettin Efendi, bununla çok yüksek sayıda Türk’ün (daha doğrusu Türkmen’in) Şah İsmail’in yanına toplandığını belirtmektedir.

[11] Hoca Sadettin Efendi, Tac’üt-Tevarih, Cilt 3, Sayfa 344-46.

[12] Ömer Lütfi Barkan, Osmanlı İmparatorluğunda İskân ve Sürgünler, Osmanlı İmparatorluğunun Sosyal ve Ekonomik Tarihi – Tetkikler-Makaleler, Cilt 1, içinde (Yayına hazırlayan: Hüseyin Özdeğer), İstanbul Üni. Yayını, İstanbul 2000 Sayfa 597.)

[13] Yusuf Küçükdağ, Şah İsmail’in Anadolu’yu Şiileştirme Çalışmaları ve Osmanlı Devleti’nin Aldığı Önlemler, Foklor/Edebiyat – Alevilik Özel Sayısı – I, Sayı 29, 2000/1, Sayfa 285.

[14] Osmanlı yönetiminin genel çizgisinin sürgün, kıyım, haraç ve talan üzerine oluşmasıyla birlikte, tam bu dönemde (917 – 1511-12 yılında) Şah İsmail tarafından görevlendirilen Nurettin adlı bir halifenin Rum diyarına gelerek bu bölgeden Kızılbaşlık inancına mensup Varsaklı, Avşarlı, Karamanlı, Turgutlu, Bozoklu, Tekeli, Hamitlü topluluklarından otuz bin kişi toplayarak Amasya, Tokat ve Sivas tarafına geçmesi, bu tarafların Kızılbaş halkıyla birleşerek üzerlerine gelen Sinan Paşa’yı büyük bir yenilgiye uğratmaları, bölgede gerçekleştirilen ve topyekün bir halka yönelen bu sürgünleri ve kıyım sürecini hızlandıran bir boyut olması mümkündür. Konuyla ilgili bkz. Müneccimbaşı Ahmet Dede, Sahaif-ül-ahbar fi Vekayi-ül-a’sâr, Cilt 2, İstanbul y.t.y., Sayfa 435-436. Bu arada belirtelim ki, Müneccimbaşı’nın bu eylemi yönlendiren kişiye “Nurettin” demesine karşın diğer kaynaklarda bu adın anılmaması, Tokat yöresinde ayaklanan Nur Ali Halife ile karıştırıldığının ve ikisinin aynı şahıs olduğunun göstergesi sayılabilir.

[15] H. J. Kissling’ten akratan: Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sûfilik: Kalenderiler, Ankara 1992, Sayfa 125.

[16] Yüzyıllar boyunca kesintisiz süren bu zorunlu göç ve sürgünler Alevi toplumunun tarihinde derin bir travma, onulmaz bir yaradır. İşin ilginç yanı bu yara günümüzde bile halen kanamaktadır. Bilmek gerek ki, bu travmayı yaşatanlar insanlık tarihinde hiçbir zaman olumlu bir şekilde anılmayacak, anımsanmayacaktır.

[17] Sözgelimi, 16. yüzyıl başlarında başlatılan sürgün uygulamaları durmamış, nitekim Şah Kulu olayından sonra da bu sürgünler kesintisiz devam etmiştir. Bkz. Şehabeddin Tekindağ, Şah Kulu Baba Tekeli İsyanı, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Cilt 1, Sayı 4, Ocak 1968, Sayfa 59. Yaşanan sürgün ve iskân olaylarının doğal sonucu olarak, bölgedeki kimi yerleşim birimleri ise baştan başa boşalarak neredeyse bir mezraya dönüşmüştür. Bkz. Hüseyin Arslan, 16. yy. Osmanlı Toplumunda Yönetim, Nüfus, İskân, Göç ve Sürgün, Sayfa 319.

[18] Teke: Antalya ve çevresi.

[19] Hamit: Isparta ve çevresi.

[20] Bakınız: Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, Ankara 1975, Sayfa 115. Akdağ, Safevilere yönelen Kızılbaş Türkmen aşiretlerinin ağırlığını oluşturduğu bu göç dalgasını, görünüşte “inanç gayreti”, gerçekte ise “yeni bir ekmek kapısı açıldığı umudu ile dizi dizi bölükler kurarak doğuya akan kalabalık”lar olarak nitelemektedir ki, bu değerlendirme bize göre tartışmaya oldukça açık; olayın arka boyutunu fazla deşelemeyen, bir bakıma önyargılı ve yüzeysel denilebilecek bir bakış açısıdır.

[21] Bu nitelemeler doğrudan Osmanlı belgelerinden alınmıştır.

Not: Bu yazı çok uzun bir araştırma yazısıdır. Burada kısa bir bölüm olarak yayınlandı ve başka bölümlerle devam edecektir.

Ali Haydar Avcı

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.