Profesörlerimiz Cami Hocası mıdır?

Profesörlerimiz Cami Hocası mıdır?

Profesörlerimiz Cami Hocası mıdır?Fehmi SALIK“Duymak istemeyen kadar, ‘kötü sağır’, yoktur.”                    &nbs

A+A-

Profesörlerimiz Cami Hocası mıdır?Profesörlerimiz Cami Hocası mıdır?

Fehmi SALIK

“Duymak istemeyen kadar, ‘kötü sağır’, yoktur.”
                                                -İtalyan atasözü-

Üniversite’ sözcüğünü, Türkçe sözlük, şöyle açımlar:

üniversite a. Fr. Bilimsel özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip, yüksek düzeyde eğitim, öğretim, bilimsel araştırma ve yayın yapan fakülte, enstitü, yüksekokul ve benzeri kuruluş ve birimlerden oluşan öğretim kurumu…

Bu açımlamadan anlıyoruz ki bir ülkenin nabzı bu kurumlarda atıyor; mutluluğu/mutsuzluğu, geleceği, burada biçimlenip çiziliyor. O ülkenin yazgısı, burada yazılıyor.

Üniversiteler makine, cihaz, değişik tür eşya üreten fabrikalar değil; insan beynini olgunlaştıran, insanlık çorbasına tuz katan, ülkenin yazgısında söz sahibi olacakları yetiştiren kurumların adıdır. Bu nedenledir ki işte her tür ‘dogma’dan, bağnazlıktan uzak; baskıya, ‘kara güce’ karşı direnen, göğüs geren; haksızlığı, eşitsizliği sinesinde barındırmayan kutsal kurumlardır; bilim yuvalarıdır. Bunlar sadece beton yığınından oluşmuş, cilalanmış binalar değil; içerik yönüyle de tanımlarına yakışan kurumlar olmalıdır. 81 kentte içeriksiz, tanımına yakışmayan, yetkin öğretim elemanından yoksun, sadece tabela asılı yapılar sıralamak, övünülecek bir durum olmasa gerek.

Bugün ülkemizde çarpık bir eğitimin çarkı dönmektedir. Bu çark, önce ilk ve ortaöğretim kapılarında dönmeye başlıyor; daha sonra da bilim yuvası olması gereken üniversitelerimizin burçlarında da, rüzgârgülüne dönüşüp hızlanıyor. Bu çarkın dönüşü, siyaset rüzgârının hızıyla doğru orantılıdır. Günümüzde esişi hızlanan, özellikle yoksul kesimin el ve ayağını şişiren; soluğunu kesen; onları tümden yakıp kavuran bu siyaset rüzgârının adı ‘karayel’dir.

Evet, uygulanmakta olan eğitimimiz, (eğitim/öğretim) çarpıktır; topaldır. Bu uygulamada eğitimin, yoksula yönelik ayağı, kısadır.

Sadece kimi belirgin yayınevlerine getirim sağlayarak, öğrencilere parasız kitap dağıtmak, “eğitim, parasızdır” gerçeğini yansıtmaktan çok uzaktır.

Ülkeyi ayrık otu gibi saran şu “özel dershanelerin çokluğu”na bakın; bunların sayıları, devlete bağlı okulların sayısını geçti geçecek durumda. Bu yetmezmiş gibi bir de “özel dersler” gerçeği var ortada. Her duyarlı yurttaş gibi “gerçek bir eğitimci” olarak, bu görünümden ben de, olabildiğince rahatsız oluyorum. “Dinsizin hakkından imansız gelir” sözü, doğruluk kazanıyor giderek. Öğretmene değer vermeyen bir anlayışa karşı, öğretmenler de değişik yollar izlemeye, değişik yöntemler uygulamaya başlıyor. Günümüzde kendi öğrencilerine özel ders veren öğretmenler var.

Bu alanda ‘adı çıkmış’ kimi öğretmenler, ‘zengin avlayan birer avcı’ kesilmiş. Kimi zaman bu tür öğretmenler, öğrencilerini ‘trampa’ da ediyorlar birbirleriyle.

Peki, yoksul kesim ne yapsın şimdi?

Koşu alanlarına sürülen; kuru üzümle, şekerle beslenen tıpkı yarış taylarını andıran varsılların bu çocuklarıyla; riski göze alıp başını zar zor çıkarabilen kaplumbağa hızındaki bu yoksul halk çocuklarının yarışması, adaletin ölçüleriyle örtüşebilir mi?

İlk ve ortaöğretimde görülen bu topallık, üniversitelerimizde kötürümleşiyor bayağı.

Beni en çok üzen nokta, ‘üniversite hocaları’nın, olaylar karşısında, akıl sır ermez bu suskunluğudur.

Demokratik ve özlük bir hak arayışında, (kullanımında, savunmasında) öğrencilerin üzerine polis saldırıyor. Bu saldırının gerçekleşmesini, üniversite yönetimi sağlıyor. Öğrenciler okullarından hemen uzaklaştırılıyor. Ama öğrenciler direniyor; İstanbul’un orta yerine çadır kurup öğrenimlerini burada sürdürmeye ve haklılıklarını kamuoyuna bu yolla duyurmaya çalışıyor. Olaylar karşısında üniversite yönetiminin kılı bile kıpırdamıyor. Neden sonra bir yerlerden bir rüzgâr esiyor da öğrencilerin haklılığı kabul ediliyor. Öğrencilere karşı aslan kesilenler, YÖK karşısında pusmuş birer kediye dönüyor. Birkaç saygın hocanın dışında, çoğunluğun üstüne ölü toprağı serpilmiş gibi. İnsan sormadan edemiyor şimdi: Ne zamana dek bu suskunluk; bu suskunluk, kurtuluş mudur?

‘Bilimadamı’ olmak, o denli kolay değil. Bu tümceyi, sadece o oruna gelinceye dek geçen evreyi amaçlayarak söylemiyorum. Asıl zorluk, o kürsüye sahip olduktan sonra baş gösterir. O ‘cübbe’, ayrıcalıklı bir giysidir; kimi ‘Cübbeli Hoca’larınkine benzemez; gerçek din adamının, hukukçunun, üniversite hocasının simgesidir bir bakıma. O giysiye sahip olan bilimadamı, kendine yakışanı yapmak zorundadır. Ben kendimi bildim bileli, bilimadamına, yargı erbabına karşı saygı duymuşumdur hep. Bunlardan biri, “evrenin, ya da olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışan düzenli bilgi” yumağını saran ve kalıcı olmasını sağlayan eller, beyinler, yüreklerdir; diğeriyse yaşamın içinde biçimlenen, oluşan “kavrama, karşılaştırma, değerlendirme gibi yollara başvurularak kişi, durum, ya da nesnelerin değerlendirilmesini” geçerli kılan, terazinin denkliğini sağlamaya çalışan ellerdir. (Tırnak içine alınmış ve kalın harflerle yazılmış söylemler, bilim ve yargı sözcüklerinin sözlük tanımıdır.)  Bu iki kurumda da görev yüklenmiş kişileri, siyasetin ipinde oynayan cambazlardan ayrı tutmuşumdur sürekli.

Ak saçlı bir profesörün, genç bir siyaset cambazına palto tutar gibi ‘fahri doktora’ adı altında cübbe giydirmesi, bana büyük acı veriyor. Acının daha katmerlisi, o palto tutan rektör, İstanbul’un göbeğinde çadır açıp hak arayan öğrencileri görmüyor; seslerini işitmiyor. Öğrencilerin açtıkları haklı, insancıl, demokratik, eşitlikçi, paylaşımcı bu çadırların, içinde yer almıyor da; çağa yakışmayan, tutucu, gerici, bilimsellikten yoksun, kayırmacı bir düzenin simgesi olan ‘YÖK çadırı’nın içinde bulunmayı yeğliyor. Sadece rektörler, dekanlar değil; hemen hemen üniversitelerimizin tüm öğretim üyeleri, (birkaç saygın hoca hariç) bu kara çadırın altına sığınmış gibi görünüyor. Ama bilmeleri gerekir ki günü gelir bu kara çadırın direkleri bel verir. Hırçın bir rüzgâr, sağlam gibi görünen bu çürük ipleri koparır. Azgın bir sel, çadırı ve altındakileri, birer çakıl taşı gibi sürükleyip o ‘bilinmezler’, ya da ‘hiçler göleti’ne, rahat katabilir.

Acaba diyorum kendi kendime: “Üniversitelerimiz birer camiye, öğretim elemanları da birer cami hocasına mı dönüştü yoksa?

Fehmi SALIK

<!--

var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';

var path = 'hr' + 'ef' + '=';

var addy2125 = 'fehmisalik' + '@';

addy2125 = addy2125 + 'gmail' + '.' + 'com';

var addy_text2125 = 'fehmisalik' + '@' + 'gmail' + '.' + 'com';

( '' );

2125 );

( '' );

//-->n

<!--

( '' );

//-->

<!--

( '' );

//-->

KAYNAK : Alevihaber.com – 3 Kasım 2010

Etiketler : ,

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.