Reha Çamuroğlu Star'a Yazdı

Reha Çamuroğlu Star'a Yazdı

Reha Çamuroğlu Star'a YazdıAleviler hep mi CHP’nin arka bahçesinde oturacak?  ‘Alevi Açılımı’nın mimarı Reha...

A+A-

Reha Çamuroğlu Star'a YazdıReha Çamuroğlu Star'a Yazdı

Aleviler hep mi CHP’nin arka bahçesinde oturacak? 

Alevi Açılımı’nın mimarı Reha Çamuroğlu, Ocak 2008’deki Muharrem iftarından bu yana konuyla ilgili süreci Açık Görüş için yazdı. Çamuroğlu’na göre, Türkiye’de gerçek demokrasi, kavgacıların sosyal zeminlerinin ellerinden alınmasıyla mümkün. Kürtler gibi Alevilerin sorunlarının çözümlerine yönelik çabalar da bu nedenle çok önemli.

REHA ÇAMUROĞLU*

GERÇEKLEŞTİRDİĞİMİZ ‘Muharrem Orucu Yemeği’nden bu yana kamuoyu ve basın, haklı olarak, basının verdiği adla ‘Alevi Açılımı’nın geleceğini, böyle bir geleceğin olup olmadığını ve eğer varsa ne gibi unsurlardan oluştuğunu sordu, sorguladı. Bu sorgulayıcı yaklaşım elbette fikri takibin gereğiydi. Kamuoyunun önünde pek çok fikir ortaya atılmış, bu doğrultuda tartışmalar olmuş ve sonra, sonra hiçbir şey olmamıştı. En azından ilk bakışta görünen buydu.

Öyle ise biraz daha dikkatli bakmamızda fayda vardır. Okurlarımıza bir ülkede yaşanan olaylar arasında sıkı bağlar olduğunu izah etmemiz gereği bulunduğunu düşünmüyorum.

Olağanüstü olaylar

11 Ocak’tan sonra neler oldu? Başörtüsü meselesiyle ilgili bir anayasa değişikliği gündeme geldi. Bu değişiklik teklifi TBMM tarafından kabul edildi. Daha sonra Anayasa Mahkemesi’nde Yargıtay Başsavcısı tarafından iktidar partisine kapatma davası açıldı. Daha sonra ülke ‘Ergenekon Davası’ ile geniş bir biçimde tanıştı. Dünyanın herhangi bir ‘demokratik’ ülkesinde rastlanamayacak olaylar birbiri peşi sıra Türkiye’de olmaya başladı.

Bir ülke düşünün ki başbakanına siyaset yasağı isteniyor, iktidar partisi kapatılmak isteniyor, eski kuvvet ve ordu komutanları tutuklanıyor, senelerdir ülkenin önemli figürleri olan gazeteci, yazar, işadamı, sanatçı v.s aklınıza hangi kategori gelirse artık değişik kesimlerden insanlar tuhaf şekillerde bir araya geliyor gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, sağda solda bombalar patlıyor, intihar saldırıları meydana geliyor. Herhangi bir siyasi ya da sosyal gözlemci o ülkede olağanüstü olaylar meydana geldiğinden herhalde kuşku duymazdı.

Esas sorun ne?

Evet, Türkiye’de olağanüstü olaylar meydana geldi ve gelmeye devam ediyor, bu olaylar yakın gelecekte de devam edeceğe benziyor. Peki, bütün bu olup bitenler ‘bize özgü’ şeyler midir ve yakın tarihte başka ülkelerde böyle olaylar, bu türden alt üst oluşlar yaşanmamış mıdır?

Benim kuşağımın ilgili insanları bu ve benzeri pek çok tarihi altüst oluşa gözleriyle tanık olmuşlardır. 1974 yılında İspanya’da insanlar boyunları kırılarak idam ediliyordu! 70 ve 80’lerde Kuzey İrlanda’da sokaklarda adeta meydan savaşları yaşanıyor, İtalya’da darbe girişimleri ortaya çıkarılıyor, Yunanistan’da Papadopulos sokaklarda yazar ve gazeteci kurşunlatıyordu.

Duruldular. Saydığımız bu ülkeler, bugün demokrasilerinin, ekonomilerinin başarılarıyla ve gelişimleriyle anılıyorlar. Durulmanın bir reçetesi var mıdır ve her durulma bir başarı öyküsüyle mi sonuçlanır? Ülkemiz için sormamız gereken esas soru sanırım budur. Siyasetimizin yakın geleceği bu sorulara vereceğimiz cevaplar ve cevaplarımızın üslubu tarafından belirlenecektir.

Kilitler çözülmeli

Bizim ‘Alevi Açılımı’ ile yapmak istediğimiz bu sürece bir katkı idi. Altüst oluşlar tarihi kalıpların yahut ‘blokların’ açılmasını gerektirir. Birbirlerine ‘karşıt’ pozisyonlara kilitlenen sosyal kesimlerin bu kilitlenme hallerinin çözülmesini gerektirir. Vatandaşlık öncesi kategorilerle birbirlerine karşı konumlanan toplulukların bir arada yaşamaları özellikle demokrasiler için can alıcı tehditler oluşturur.

Ortaya koyduğumuz mesele Türkiye’de ilk kez böyle dillendiriliyordu. Ülkenin başbakanı ve bakanları meselenin adını koyan konuşmalar yapıyor ve çözüm aranması gereken sorunlar olduğunu kabul ettiklerini bu adla birlikte, kamuoyuyla paylaşıyorlardı.

Alevilerden senelerdir beklenen şey ise konuldukları yerde oturmalarıydı. Kendi kendini ‘rejimin bekçisi’ ilan eden bir partinin-müzmin ana muhalefet partisinin- arka bahçesinde oturmak, muhalefeti ayakta tutan sosyal tabanı oluşturmak.

Siyaseten incelendiğinde Alevilere yakıştırılan ve dayatılan bu tutumun, 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı katliamları sırasında dağlara sığınan atalarımıza dayatılandan büyük bir farkı yoktu. Sonuç aynıydı.

Alevilere dayatılan

Ülkenin siyasi kararlar üretiminin dışında kalmak, cemaat taassubunun içine gömülmek, ülkedeki ve dünyadaki başka sosyal, ekonomik ve siyasi kesimlerle ilişkilerin dumura uğratılması. Alevi toplumunun kendi üzerine kapanmayı sürdürmesi ve bunu yaparken 20. yüzyıldan kalma ağızdan dolma ideolojik tüfeklerle bahçesini ‘kahramanca’ savunması, bütün bunların sonucunda da ‘laiklik, cumhuriyet ve demokrasinin yılmaz bekçisi’ madalyasıyla ödüllendirilmesi gerekiyordu.

Mevzi korumak

Daha demokratik bir gelecek arzulamayan bir siyasi iktidar da bu durumdan pekálá hoşnut olabilirdi. İktidar olmakla yetinen bir iktidar için, ‘karşıtları’nın kendi kendilerini yalıtması ve iktidar korkusu içinde bulunmasında bir sakınca görülmeyebilirdi.

Üstelik her zaman bir iktidara böyle tavsiyelerde bulunan akıl hocaları da olurdu. Yani ‘benim oğlum bina okur, döner döner yine okur’ vaziyetinin ilánihaye sürdürülmesi ülkemiz siyasetinin bilmediği bir okuma parçası değildi.

Öğrenilmesi gereken yeni ders ise demokratik bir ülkenin yani çağdaş standartlarda bir demokrasinin yerleşmesinin istendiği bir ülkenin, bu eski derslerden öğrenilenlerle yönetilmesinin artık mümkün olmadığıydı. Anlatılması gereken ise ‘mevzilerimizi koruyalım’ tavrına sürüklenmek istenen ve iktidar olmakla yetinmek noktasını kabullenmesi istenen bir iktidar partisinin böyle bir tutumu benimsemesi halinde aslında iktidarla birlikte bütün pozisyonlarını da kaybedeceği olmalıydı.

AKP iktidarı son iki senedir muazzam meselelerle boğuşmaktadır. Öte yandan Türkiye pek çok tarihi kararın arifesindeki bir kavşak noktasına gelmiştir. Türkiye’nin bütün ‘açılımları’nın devam edeceği ya da tekrar bilinmeyen bir geleceğe erteleneceği bir kavşak noktası. Türkiye’nin direksiyonundaki siyasi aktör AKP’dir ve bu noktadaki kararlara da hálá büyük ölçüde o yön verecektir.

Bütün açılımların kaderi bu aktörün bundan sonra hangi yönde karar vereceğiyle sıkı sıkıya ilişkilidir. Seçeneklerin ise pek de fazla olmadığı görünmektedir. ‘Uzlaşma’ gibi kulağa hoş gelen bir kelimeyle ifade edilen seçenek, aslında çok partili siyasi hayatımızın başından beri siyaset aktörlerine dayatılan ‘iktidarsınız ya, yetmez mi, siz de bir tür rant tevzi mekanizmasına dönüşün’ seçeneğidir.

Kendi bahçenle yetinmemek

Üstelik bu seçenek için öyle bir kelime seçilmiştir ki bu seçeneğe karşı çıkanlar ülkede ‘kavga’ isteyenler olarak takdim edilebilsin. Oysa ‘kavga’ çıkmaksızın yahut kavga çıkarmaksızın da bütün demokrasilerde olduğu gibi seçilmiş sivil iktidarların ‘muktedir’ oldukları bir Türkiye mümkündür.

Türkiye, gerçek demokrasinin kavşağından, ülkeyi ülke olmaktan çıkaracak kavgaları yaşamadan ancak ve ancak ‘kavgacıların’ sosyal zeminlerine yönelecek bu sosyal zeminleri değiştirecek bir iktidar anlayışıyla çıkabilir. Kavgacıların yalnız bırakılması ancak onların sosyal zeminlerinin ellerinden alınmasıyla mümkün olabilir. Kürt sorununun çözümüne, Alevilerin sorunlarının çözümlerine yönelik çabalar da bu nedenle muazzam öneme sahiptir.

AKP’nin geri gitmek şansı yoktur. Zaten bunun için durması dahi yeterlidir. Ayrıca partinin yöneticileri, yüzde 47 gibi bir seçmen teveccühü noktasına kendilerini getiren şeyin, kendi bahçeleriyle yetinmemek olduğunu gayet iyi bilmektedirler.

Su gibi yumuşak ve güçlü

Türkiye’ye gelince, Türkiye bulunduğu yere hasbelkader gelmemiştir. Pek çok olumsuzluğun hala sürüp gidiyor olmasına karşın, Türkiye, dünyada ve bölgesinde, giderek önemi artan, sorunları azalan bir ülke haline gelmiştir. Bu durumun birinci etkeni ise sivil hayatın adeta fışkırırcasına gürleşmesi, dönüşmesidir.

Dünyaya ve bölgemize her gün daha da fazla açılan vatandaşlarımızın varlığı ve algılayışlarıdır. Bu durum siyasal iktidarların yahut başka iktidar odaklarının isteseler de değiştirebilecekleri bir durum değildir. Bu anlamıyla adeta bir makro trend halini almıştır ve bu trend tasfiye edilemez ama belki kendisini iyi okuyamayan iktidarları tasfiye edebilir.

Öyle zannediyorum ki geleceğin demokratik Türkiyesi demokrasi konusunda uzlaşmaz fakat yönetim tarzı bakımından ‘yumuşacık’ bir iktidara gereksinim duymaktadır. Toplumun her kesimiyle duygudaşlık tesis edebilen, yaptığı her şeyi sabırla izah eden, yapacağı her şeyi önceden paylaşan su gibi yumuşak ve su gibi güçlü bir iktidara.

AKP’nin bunu gerçekleştirme şansı vardır.

* AK Parti milletvekili
STAR - 6 Ekim 2008 Pazartesi, AÇIK GÖRÜŞ

Etiketler : , ,

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.