Türkiyede okul açın, İrana gitmeyelim

Türkiyede okul açın, İrana gitmeyelim

Türkiye’de okul açın, İran’a gitmeyelim İmam olabilmek için İran’ın Kum şehrine giden Iğdırlı Caferîler, bir...

A+A-

Türkiye’de okul açın, İran’a gitmeyelim

İmam olabilmek için İran’ın Kum şehrine giden Iğdırlı Caferîler, bir enstitü açılması halinde bu zorunlu yolculuktan vazgeçeceklerini söylüyorlar. Üniversitelerde bir kürsü ve imam hatip liselerinde bir Caferî sınıfı açılması gibi talepleri de var.
  

Türkiye’nin en doğusu Iğdır’da, imam olmak isteyen Caferîler İran yollarına düşüyor. Yol kısa; ama gelenek köklü. Dedelerinin ve babalarının ayak izleri, Kum şehrinde başlayacak ve uzun yıllar sürecek bir serüvene taşıyor onları. Kum tek adres şimdi, mecburî istikamet; ama bir Necef efsanesi var. Saddam Hüseyin henüz hayattayken ve Şiî din adamlarını yıldırmamışken Necef medreseleri, Iğdırlı imamların deyimiyle Oxford gibiymiş. Bir kıyas daha gerekirse, Necef-ül Eşref âlimlerinin on beş dakikada işlediği dersi Kum’dakiler on beş günde bitirebilirmiş. O günlere erişebilenler efsunlu bir atmosferden söz ediyor. Dünya gailesinin ve siyasetin bulaşmadığı bir ilim yuvası… “Orada aç kalmak, sıkıntı çekmek, maddî yokluğa düşmek gibi endişeler duymazdık.” diyor Caferî imam Hüseyin Yeşil, “Talebe esnaftan fazlaydı. Dersleri neredeyse esnafla birlikte okuyorduk. Bize karşı çok dürüstlerdi. Parayı öğrenemediğimizden avucumuzu açardık, onlar gerektiği kadarını alırdı.”

Necef’te iki yıl kalabilmiş molla Hüseyin. Sene 1972, Saddam henüz başbakan; ama otoritesi yerinde. Şiî öğrenciler, kendilerini bir gölge gibi takip eden sivil polislerin farkında. Psikolojik baskılar yerini, sınır dışı etmeye bırakınca Necef’teki Caferî âlimler ve öğrenciler yönünü İran’a çevirir ve Kum o günden sonra yalnızca İran’ın değil, dünyanın dört bir yanından gelen Şiîlerin dinî başkenti olur. Ne var ki Iğdırlı Caferîlerin gözü, gönlü hâlâ Necef’te… Hercümerç olmuş Irak düze çıksın, şehir huzura ve sükûna kavuşsun diye bekliyorlar. Fetvalarıyla hayatlarına yön verdikleri müçtehitleri Ayetullah Sistânî hâlâ Necef’te yaşıyor üstelik…

Irak’tan İran’a zorunlu geçiş yapanlardan biri de Şeyh Ziyâeddin Karakoyunlu. 18 yaşında gittiği Necef’te otuz sene hem öğrencilik hem öğretmenlik yapmış, orada evlenmiş, zenginlerin hocalara ve talebelere ödemekle yükümlü olduğu bir tür zekâtla geçimini temin etmiş. Necef’teki ilim havzası kuruyunca rotasını Kum’a ve İran’ın bir başka kenti Hoy’a çeviren Şeyh Ziyâeddin, gurbette geçen kırk yılın ardından geldiği Iğdır’da değerli bir âlim olarak tanınıyor şimdi. Vaktini Caferîlere sohbet ederek ve yalnızca cuma günleri imamlık yaparak geçiriyor olmasına yazıklanıyor sevenleri, kıymetinin pek anlaşılamadığını, elinin kolunun bağlandığını düşünüyorlar.

MOLLA OLMA YOLUNDA…

Bir Caferî genç, imam ya da başka bir deyişle molla olmaya nasıl karar veriyor? Pasaportu eline almadan önce ne tür bir eğitimden geçiyor? Ailenin bu işteki rolü nedir? Babası Erivan Türkmenlerinden olup sonradan İran vatandaşlığına geçen Şeyh Ziyâeddin’in İran’da bulunuşu kadar tabii ve kendiliğinden bir süreç miydi diğer mollaların yaşadığı? Caferî mezhebine mensup cemaatin devam ettiği Yeşil Camii’nde imamlık yapan Hüseyin Yeşil, “Keşke açmasaydınız bu konuyu.” diyor. Necef’e biraz gönülsüz gitmiş çünkü… İlkokulu henüz bitirmiş bir oğlan çocuğunun babasına boyun eğiş hikâyesi… Ortaokulu, liseyi, üniversiteyi Türkiye’de okumak geçiyor içinden; fakat babasına, “Peki” diyor, “Medrese eğitimi alacağım.” Şimdi, 27 yıldır imamlık yaptığı caminin mihrabında, sarığı ve cübbesiyle oturmuş sorularımızı cevaplarken halinden memnun görünüyor: “Askere gidene kadar, köyümdeki Ahund Emrah hocadan Farsça öğrendim. Sadi-i Şirazî’nin Gülistanını okuduk. Başlangıç için ağır bir kitaptı; ama o dönemin metodu öyleydi. Ebvâb-ul Cinân (Cennetlerin Kapıları) ile de vaaz verme yöntemini öğrendik. Ayetullah el Hûî tedrisinden ilmihalini bile ders niyetine okuduk.” Askerliğini yaptıktan sonra Necef’e iyi derecede Farsça bilerek giden molla Hüseyin, önce Arapça öğrenmiş sonra da Ayetullah el Hûî’nin rahle-i tedrisatından geçmiş. “Orada sistem çok farklıydı.” diyor, “On kişi toplanır, ders alacağımız hocayı belirlerdik. Özgür bir ortam vardı.”

Caferî imamlar o günleri anlatırken, birbirine pek yakın olan derslikler ve uyuma odaları dışına çıkmadan sürekli ders çalışıp memlekete ‘molla’ unvanıyla dönme hayali kuran idealist bir genç resmi çiziyorlar. Hüseyin Yeşil, Necef’te bir ekol olarak kabul edilen ve sonradan Saddam tarafından öldürülen Muhammed Bâkır es Sadr’ın hayranı olmakla birlikte eğitimini aksatacağı endişesiyle onun ateşli taraftarları arasına katılmadığını söylüyor. Bununla birlikte, zaman zaman sorgulanmaktan hatta bir hafta boyunca gözaltında kalmaktan kurtulamamış. İlkokulu bitirip kendini Kum’da bulan Molla Zeki de, o günlerdeki en büyük lüksünün Tebriz’e marul yemeğe gitmek olduğunu anlatıyor gülerek. Medreselere kabul edilmek için ilkokulu bitirmiş olmak yeterliymiş eskiden. Ancak şimdi liseyi bitirmeyenin büyük torpil bulması gerektiğinden hatta üniversite mezunu olmayanın geri çevrildiğinden söz ediliyor. Üstelik şimdi yalnızca Doğu ülkelerinden değil, Amerika ve Avrupa’dan da öğrenciler gidiyor Kum’a ve söylendiğine göre Sünnî öğrenciler de kendilerine Sünnî hocalar bulabiliyor orada.

AZERİYİZ, CAFERİYİZ, VATANPERVERİZ

Caferî imamların hepsi de devlete ve bayrağa sıkı sıkıya bağlı olduklarını hatırlatıyorlar. Sohbetin bir noktada hep vatanperverliğe gelmesinin, vurgulu ve altı çizili cümlelerin İran ile kurdukları yakın diyalogla ilgisi var mı? “Hayır” diyor Günışığı Derneği Başkanı Serdar Arat: “İran ile bağlantımız müçtehitlik müessesesi sebebiyledir. Onların verdiği fetvalara, yazdıkları ilmihallere göre hareket ederiz. Yüzümüz dinî açıdan elbette Kum’a bakacak. Bizdeki vatan sevgisi tarihî uzantıları olan bir sevgi… Azerî olmamızla ilgili, Nahcıvan’daki Türk Şehitliği ve Çanakkale’deki Azerî şehitlerle ilgili.” Ancak yine de, bir gözleri ve kulaklarının her zaman İran’da olması, sürekli biçimde açıklama yapmaya zorluyor onları. Molla Veli Beder, Ermenilerle karşı karşıya geldiklerinde nice canlar verdiklerini; ama kurtuluşu İran’a kaçmakta bulduklarını söylerken, “Niye İran’ı seçtik?” diye soruyor ve cevabı yine kendisi veriyor: “Müslüman olduğu için, bize yakın olduğu için İran’a gittik o dönem; ama ortalık durulur durulmaz hemen döndük, orada yerleşip kalmadık. Kürsüye çıktığımızda cemaat bizi uyarır, ‘Bugün bayrak için, vatan için dua etmedin’ der. Haklılar elbette, vatanı olmayanın dini olmaz.” Şeyh Ziyâeddin de, cuma hutbelerinden birinde 30 Ağustos Zaferi’nden söz etmiş. “Atatürk’ün Kocatepe’deki yürüyüşü beni o kadar etkilemiştir ki, ben kürsüde ağladım, cemaat de benimle ağladı. O yürüyüş bize vatan verdi çünkü…”

Iğdırlı Caferîlerin yüzü fıkhî açıdan her zaman İran’a dönük olacak belki; ama eğitim konusunda devlet bir adım atarsa, gençlerin İran yollarına düşmesine gerek kalmayacağını söylüyorlar. Türkiye’de Caferî mezhebine uygun eğitim alabilecekleri bir müessese yok. Kendilerini de bir enstitü kuracak kadar donanımlı görmüyorlar. Üniversitede bir kürsü ya da imam hatip liselerinde bir Caferî sınıfı açılması gibi talepleri var. “Keşke ne olaydı?” diyor Molla Veli, “O imkânlar Türkiye’de sağlansaydı. Bir yıllığına iki yıllığına bir hoca getirseydik İran’dan, yüz kişi oraya gideceğine bir kişi buraya gelseydi. Arapçayı Farsçayı kendi lisanı gibi konuşan, yazan çocuklarımız Ankara’da, İstanbul’da okusaydı.” Şeyh Ziyâeddin temenninin bir adım ötesine geçip Iğdır Müftüsünden, fıkıh ve kelam kürsüsü istemiş. “Ben o kürsüde bir iki sene ders verebilirim. Benden sonra hükümetin eli uzundur. Artık yıldızlardan mı getirir, nereden olursa bir hoca bulur gençlere.”

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Caferî imamları kendi bünyesine almak istemesi ise pek hoş karşılanmamış Iğdır’da. “Cumhuriyet kurulduğundan beri biz camilerimizi kendi imkânlarımızla yaptırıp, imamlarımızın maaşını ödüyoruz. Devlet bize destek olmak isterse cami derneklerine maddî katkıda bulunabilir.” diyorlar. Iğdır’daki 22 camiden 11’inde Caferîler, diğer yarısında da Sünnîler namaz kılıyor; ancak aynı camide saf durmayı iki mezhep de caiz buluyor, hatta Nuh Nebi Camii gibi her iki kesimin de buluştuğu ortak mekânlar var. Günlük dilde kullanılan ‘Caferî camii’ ifadesini dil alışkanlığına yormak lâzım, Şeyh Ziyâeddin, “Caminin Sünnîsi, Şiîsi olmaz.” diyor ne de olsa…

BİRLİK TEMENNİSİ

Iğdır Müftüsü Mehmet Sönmezoğlu, geçen sene düzenlediği Ehli Beyt konferansıyla mollaların ve halkın gönlünü kazanmış bir isim. Camilere gidiyor, imamların sorunlarını dinliyor, yaslarına ve kutlamalarına iştirak ediyor. Amacı, ortak noktalara dikkat çekmek ve kimi eksiklikleri kapatmak… Ona göre, Sünnî imamların Ehli Beyt üzerine yeni yeni hutbe okuyor olması bir eksiklik mesela. Ehli Beyt sevgisi dinimizin gereği olduğuna göre, bu konuda biraz daha girişken olmamız gerekiyor. Müftü Sönmezoğlu’nun birlik çağrısı ve samimiyeti Caferî imamlarda karşılık bulmuş görünüyor; fakat bazı sorunları ancak Diyanet’in çözebileceği inancı hâkim. İşin doğrusu, Caferîler yüzyılların çözemediği kadim meselelere girmek yerine, benzer yönleri sıralamaktan yana. “Aynı Allah’a, aynı peygambere, aynı kitaba inanıyoruz. Biz de namaz kılıyor, oruç tutuyor, zekât veriyoruz. Bazı televizyon kanallarında Kerbela’ya giden Şiîler için ‘hacı’ ifadesi kullanılıyor. Biz de sizin gibi Mekke’ye gidince hacı oluyoruz.”

Şeklen farklı olduğu ve hemen dikkat çektiği için belki de, ‘birlik’ mesajı en fazla namaz üzerinden veriliyor. Hacca gidenleri imamlar uyarıyor: “Sünnî imamın arkasında cemaat olun, vahdeti bozmayın, mühre secde etmeyin.” Üniversite tahsili için şehir dışına çıkanlara da “Siz bu vatanın çocuklarısınız. Sünnî camilerinde kollarınızı bağlayarak namaz kılın.” diyorlar. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitiren Serdar Arat da öğrencilik yıllarında bu fetvaya göre hareket edenlerden biri. Büyük şehirlerde mezhep tartışmalarının asgariye indiği tespitinde bulunan Arat, “Her nasılsa” diyor, “Tatil için Iğdır’a geldiğimizde görünmez bir el bizi bir safa onları diğer safa çekiyordu.” Baro başkanı olduğu yıllarda yardımcılarını Sünnî avukatlardan seçerek bu olumsuz tavrı kırmaya çalışmış; ancak bu kez de Azerîlerin Caferî, Kürtlerin de Sünnî olmasından kaynaklanan başka sorunlar yaşanmış: “Avukatlardan biri DTP’ye yakındı. Ben de MHP’li olduğum için, ‘Sen bir Kürt olarak nasıl Azeri’yi desteklersin?’ diye baskı gördü. Ötekine de mezhep farklılığını hatırlatmışlar; ama her ikisi de büyük özveriyle çalıştı.”

Caferî imamlar için, birlikten yana olmalarının bir delili de, zulme uğrayan Müslüman halklar söz konusu olduğunda mezhep farkını bir kenara bırakıp acıya ortak olmaları, Sünnîlerin de destek verdiği görkemli mitingler düzenlemeleri. Şeyh Ziyâeddin Filistin ve Lübnan’ın başına gelenleri hatırlatırken küçük bir uyarıda bulunmayı ihmal etmiyor: “Devlet herkese kucağını açacak, bütün inançlara sahip çıkacak ki vatandaşlar inanç konusunda zıtlaşmasınlar. Aksi takdirde yabancılar bundan faydalanır. Ben Irak’ta yaşıyordum, Kerkük’e gidip gelirdim. Orada Sünnî Şia meselesi kalkmıştı. Yeniden nasıl doğdu?”

Iğdır’da Azerî Caferîler, Sünnî ve Şâfî hemşerileriyle hayatın tabii akışı içinde, göstermelik bir müsamahanın çok ötesinde kardeşçe yaşıyor. Her iki kesim de ‘ortak’ noktaların altını çizdiği sürece, evliliklerin artmasına, komşulukların ve çay sohbetlerinin dostluk havası içinde sürmesine şaşmamak gerekir.

AVRUPA’DAN BİRTAKIM TEKLİFLER GELDİ

Iğdır Belediye Başkanı Nurettin Aras, “Dışarıda bizimle ilgili birtakım girişimler var.” diyor: “Buraya gelenler, haber gönderenler oldu. Azınlık statüsü kazanmamız gerektiğini söylediler; ama bizden yüz bulamadılar. Hatta tavrımızın net olduğunu görünce cephe bile almaya başladılar.” Başkan Aras, içme suyu projesi için talep ettiği fonun da bu yüzden geri çevrildiğine inanıyor: “Projeyi hazırlayıp gönderdim. AB yetkilileri Hollanda’ya çağırdılar. Önce çok heyecanlıydılar, sonra yüzümüze bakmadılar. Kendi yöntemleriyle nazikçe geri gönderdiler.” Gelinen noktada bir sıkıntı olmadığı görüşünde: “Dinî özgürlüğümüzü iliklerimize kadar yaşıyoruz. 25-30 yıl önce yer altında kutladığımız törenlere devlet erkânı eşlik ediyor bugün. Kaldı ki Iğdır’da şimdiye kadar mezhep farklılığından kaynaklanan bir karışıklık hiç yaşanmadı. Bu şehri en ücra köşesine kadar tanırım. İnsanlar devletine, milletine, bayrağına sadakatle bağlıdır.”

Doç. Dr. İlyas Üzüm: CAFERÎLİK NEDİR, CAFERÎLER KİMLERDİR?

Şiîlik, Hz. Peygamber’in vefatının ardından yönetimin Hz. Ali ve sonra da çocuklarına ait olduğu fikri etrafında birleşen kesimleri ifade eder. Keysâniyye, Zeydiyye, İsmailiyye, İsnâaşeriyye gibi kollara ayrılan Şiî gruplardan imam sayısını on iki ile sınırlayan gruba On iki İmamcılar anlamında (İsnâşeriyye) adı verilir. Bu son grup imameti iman esası saydığı için İmâmiyye, fıkhî bakımdan Ca’fer Sadık’ın görüşlerine dayandığı için Ca’feriyye ismiyle de anılır. Caferîler dünyada başta İran olmak üzere Irak, Azerbaycan, Bahreyn, Pakistan, Lübnan gibi ülkelerde yaşarlar. Türkiye’de de Iğdır ve Kars ilimizle, çok sınırlı sayıda Ağrı ile iç göçler sonucu buralardan gelip yerleştikleri İstanbul, Ankara gibi büyük kentlerimizde hayatlarını sürdürürler. Caferîler’e, başka bir ifadeyle İmamiyye Şiası’na göre temel iman esasları tevhid, adl, nübüvvet, imamet ve adl olmak üzere beştir. Ehl-i sünnet ile tevhid, nübüvvet ve mead (ahiret) inancında ortak olan Caferîler adl ve imamet konusuna kendilerine has anlayışlara sahiptir.

Dinin amelî yönüyle ilgili olarak namaz, oruç, zekat, hac gibi ibadetlerin farziyeti konusunda Ehli sünnet ile aynı anlayışı paylaşan Caferîler, pratikte bazı farklı içtihatlara tabidirler. Söz gelimi, ezanda “Eşhedü enne Aliyyen veliyyullah” ibaresi okunur, abdestte ayaklar yıkanmayıp mesh edilir, secde “mühür” adı verilen toprağa yapılır, namazda kıyam esnasında eller bağlanmayıp salıverilir. Her iki kesimle ilgili olarak tarihsel süreç içinde oluşmuş birtakım farklı anlayışlar bulunmakla birlikte, Ehl-i sünnet ve Caferîler başta Allah’ın birliğini ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul olmak üzere ahirete iman ile İslam’ın temel ibadetlerini benimseme bakımından ortak inanç ve anlayışlara sahiplerdir.


Iğdır Valisi Saim Saffet Karahisarlı: DEVLET VATANDAŞINI AYIRMAZ

Iğdır Valisi Saim Saffet Karahisarlı, devletin aslî vazifesini hatırlatıyor: vatandaşları, inançlarının gereğini yaşama konusunda özgür bırakmak… Iğdır'da Caferîlerin ibadetlerini engelleyecek en ufak bir hareketin söz konusu olmadığını söyleyen Vali Karahisarlı, etkinliklere bizzat katılmayı da ihmal etmiyor. "Devletin varlık amacı bu zaten" diyor, "Vatandaşın kapısını çalacağız, bir merhaba diyeceğiz, hatırını soracağız." Sokakta yürürken, üniversite kazanan gençlere dair ilanları görmekle bile mutlu olan vali önemli bir noktaya değiniyor: "Bu çocuklar okul bitip de memleketlerine döndüklerinde, 'Devlet bizi hiç ayırmadı, elimizden tuttu, bir yerlere getirdi.' diyebilmeliler. Kaldı ki burada kimin hangi etnik kökenden ya da mezhepten olduğu kimsenin alnında yazmıyor. İnanın ben, ancak halay çekildiği ya da Kafkas oyunları oynandığı zaman ayırt edebiliyorum. Kaldı ki bu bile yanıltıcı olabiliyor. Benzerliklerimiz yüzde doksan dokuz nispetinde. Kalan yüzde biri, bizi birbirimize düşürmek için kaşıyanlar var. Farklı din ve dillerden insanların birlikte yaşadığı ABD'ye bakın bir de, birçoğunun tek ortak noktası insan olmak; ama sorun yaşanabileceği akla bile gelmiyor."

Katkıda bulunan: Zeki Aksel

Ülkü Özel Akagündüz
AKSİYON - Sayı: 669 - 01.10.2007

 

Etiketler : ,

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.