Melih PEKDEMİR : İttihatçı Ergenekon ile itilafçı AKP kavgası (1)

Melih PEKDEMİR : İttihatçı Ergenekon ile itilafçı AKP kavgası (1)

Melih PEKDEMİR : İttihatçı Ergenekon ile itilafçı AKP kavgası (1)  TÜRKİYE'NİN "İKİLİ İKTİDAR" SANCISI:Aldım...

A+A-

Melih PEKDEMİR : İttihatçı Ergenekon ile itilafçı AKP kavgası (1)Melih PEKDEMİR : İttihatçı Ergenekon ile itilafçı AKP kavgası (1) 

TÜRKİYE'NİN "İKİLİ İKTİDAR" SANCISI:

Aldım verdim ben seni yendim! Pat AKP kapatılma davası, küt Ergenekon operasyonunda yeni bir adım. Karşılıklı adımlar atılıyor. Hamle sahipleri belki de bir adım sonra ne olacağını biliyor ya da kestirebiliyor. Karşımızda iki ucu da demokratik olmayan bir değnek var. Özellikle şu hassas günlerde bu değneği illa ki ortasından tutmak, iki uca da bulaşmamak lazım gelir.

Ya da şöyle söyleyeyim: Değneğin bir ucunda İttihatçılık varsa diğer ucunda da mutlaka İtilafçılık var! Nereden çıktı bu İttihatçılık filan demeyin. Ben demiyorum, bizim liberallerimiz AKP'yi aklamak için uzun süredir bunu dillerine doladılar. Son günlerde, mesela Taraf gazetesinde, "İttihatçılık zihniyeti" manşetlerden düşmüyor... Bu tanımla, 1908 İkinci Meşrutiyet dönemindeki İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin yaptıklarından hareketle, devletçilik, baskıcılık, kontrgerilla, Ergenekon vb... Yani akla gelen demokrasi düşmanı ne varsa onlar kastediliyor. İttihatçılık derken aslında faşizm ile aynı kefeye konulan türden bir Kemalizm de söz konusu ediliyor. Ya da faşizm adına yapılan her türlü melanet doğrudan Kemalizm'e atfedilemediğinden, İttihatçılık deyip işin içinden çıkılıyor.

Çerçi yükünü çağırırmış... Ahmet Attan diline İttihatçılık kelimesini doladı ve haliyle akla İtilafçığı da getirmiş oldu. (İtilafçılığı birazdan anlatacağım.) Yani tarihsel bir gönderme yapılacaksa, iki yönüyle birlikte yapılmalı... İtilafçılardan söz etmeden İttihatçılık tartışılamaz... Madalyonun iki yüzüdür bunlar. Çünkü günümüzdeki kavgadada bir yanda Cumhuriyetçiler öte yanda Demokrasiciler (liberaller ve İslamcılar) varmış gibi gösteriliyor.

•••

Buradaki tılsımlı kelime "demokrasi"dir. Çünkü bu memlekete cumhuriyetten önce "demokrasi" teşebbüsünde dahi bulunuldu, yani saltanat koşullarındaki demokrasi, daha doğrusu, meşruti monarşi... Daha da doğrusu Batıdaki "demokrasi" yerine "liberalizm" kavramı tercüme edildi; ama dağarcıkta bunun da tam karşılığı olmadığından önce "hürriyet" diye bir kavramın icat edilmesi gerekti. Çünkü Batı karşısında yenilmemek için bir şeyler yapılmalıydı, onların sadece askeriyesini, bilimini taklit etmenin ötesinde ülke yönetiminde başvurdukları çareleri de dikkate almak lazımdı. Hürriyet ise Anayasa ile olurdu. Kutsal kitaba alışık olanlar, Anayasa kitabına da sahip olmak istediler. Bunu da bizzat yazmak yerine tercüme etmeyi seçtiler. Bu tercümeyle Batı gibi ve bu sayede "hürriyet" sahibi olabilirlerdi... Ancak böyle bir Anayasa (kitabı) fikri de ancak İslami kurallara, şeriata uygun olması şartıyla benimsenebilirdi. Hürriyetin işte bu şekilde tercüme edilmesi tercih edildi.

Burada demokrasi tecrübesinden ziyade tercümesinin tarihinden birkaç noktayı satır başlarıyla hatırlatmamda yarar var: Türkiye'de demokrasi benzeri ilk uygulama, 1876 yılında bir anayasanın kabulüyle başlayan ve I. Meşrutiyet diye bilinen kısa bir dönemdir... O yıllarda Osmanlı aydınları, bir İslam ülkesinde bu işlerin nasıl olacağı konusunda belki de önce kendilerini ikna etmeliydi... Avrupa ülkelerinde gördükleri uygulamaları İslam coğrafyasında geçerli kılabilmek için kendilerine dayanak olarak yine İslamiyet'i almaktan başka çıkar yol bulamadılar. Bu doğrultuda Ziya Paşa, peygamberin, "Ümmetim efradının değişik fikirlere sahip olması Allah'ın bir lütfudur" şeklindeki hadisini bir kanıt olarak kullanıyordu. Benzer şekilde Namık Kemal de ünlü "Hürriyet" kasidesinde peygamberin bu hadisini "Çıkar asar-ı rahmet ihtilaf-ı rey-i ümmetten" (koruma ve kollama eserleri ise ümmetin düşüncesinin çarpışması ile çıkar) şeklinde anmış ve hürriyet fikrini dinsel çerçevesinde içselleştirebilmişti. Ayrıca Âli İmran suresi 159. ayetteki "iş ve yönetim konusunda onlarla şuraya git" sözleri de "Meşveret" (danışma) ve "Şûra" (temsil yoluyla yönetim) savunusunda dayanak olarak gösterilmişti. (Demek ki nedir? AKP, Türkiye'nin aslına rücu etmiş halidir!) Bu türden sözler Osmanlı anayasacı akımların düşüncelerinin esasını oluşturmaktaydı. Hatta 1908 yılında II. Meşrutiyet'in ilanında bile padişah "şeriatın öngördüğü parlamenter hükümet şekli"ne atıfta bulunmaktaydı!

II. Meşrutiyet döneminde, kısa sürede diktatörce yöntemleri benimseyen ama o günün koşullarına göre seküler sayılacak uygulamaları da gündeme getirebilen (ve yöneticilerini ağırlıklı olarak Jön Türk subaylarının oluşturduğu) İttihat ve Terakki Fırkası iş başına gelmişti. Muhalefette ise dinciler ve liberaller yer alıyordu. Bu sıralar Volkan Gazetesi, İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti'nin yayın organı durumuna gelmişti; Derviş Vahdeti'nin yayımladığı bu gazetede kimi zaman liberallerin önde gelenlerinden Prens Sabaheddin'in ademi merkeziyetçi görüşlerine de yer verilmekteydi. İşte bu gazete özellikle din adamları ve İttihat ve Terakki'nin uygulamalarından zarar gören alaylı subayları harekete geçirmiş ve 1909 yılında ülkenin şeriata göre yönetilmesini amaçlayan ünlü 31 Mart ayaklanması patlak vermişti. Bu gerici ayaklanma İttihatçılar tarafından derhal bastırılmıştı. Ayrıca İttihatçılar bu ayaklanmayı diktatörce yöntemlerini bütünüyle öne çıkarmak için bir gerekçe olarak da kullanmıştı. Sonraki yıllarda Meclisi Mebusan'daki diğer grupların İttihatçılara karşı bir araya gelmesi çabalarının ardından, 1911 yılında, Hürriyet ve İtilaf Fırkası (Entente liberale) kuruldu. Osmanlı liberallerinin içinde yer aldığı ve Damat Ferit Paşa'nın başkanı olduğu bu partiyle İttihatçıların karşısındaki "İtilafçı zihniyet" de kendisini örgütlemiş oldu. "Damat Ferit" adını andıktan sonra, sanırım İlkokul tarih bilgilerinizi hatırlamışsınızdır ve programını anlatmama da gerek kalmamıştır..

Bu yıllardaki fikir akımları ise üç ana başlıkta toplanıyordu: Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük... Elbette bunlar arasında koalisyonlar ve farklı kombinasyonlar da söz konusuydu... İşte bunlardan biri de, belirli ölçülerde İslamcılıkta reform ihtiyacını kabul eden, batılı eğitimden geçmiş şahıslardan oluşuyordu. İslamlığın modern uygarlığa geçişte bir engel olmadığını, bilim ve teknolojinin batıdan alınabileceğini savunuyorlardı; ama toplumsal yaşam, gelenek, eğitim gibi temel konularda İslamiyet'in egemenliğini şart koşuyorlardı. İşte bu akım, şimdi sıkı durun, Amerikalı bir yazar tarafından ilk baskısı 1961 yılında yapılmış olan "The Emergence of Modern Turkey" (Modern Türkiye'nin Doğuşu) adlı kitapta "ılımlı İslam" diye adlandırılmıştı (s.234). Bu kitabın yazarı Bernard Lewis, şimdilerde Bush'un yakın çevresindedir; "Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi" imzacılarından ve "Büyük Ortadoğu Projesi"nin de teorisyenlerindendir... Refah Partisi iktidarı döneminde, Türkiye'nin artık Kemalizm'den vazgeçmesini ve ılımlı İslam rolüyle bölgede liderliğe soyunmasını da önermiştir...

Neyse asıl konumuza dönelim. Mustafa Kemal elbette Namık Kemal'in düşüncelerini ve sonuçlarını biliyordu; bu memleketin hadis ve ayetleri referans alarak çağdaşlaşmayacağını da görmüştü. Mustafa Kemal, ayrıca İttihatçılardan farklı olarak modernleşmenin yarım yamalak bir sekülerlik ve saltanat koşullarında (Hilafet ve Meşrutiyet yönetimi altında) gelişmeyeceğini de görmüştü. Ama o da dinsel kurumları hemen ve bütünüyle karşısına alamamıştı. Önce saltanatı ve hilafeti birbirinden ayırmayı uygun bulmuştu. 1922 sonlarında saltanatın ortadan kaldırılmasını teklif ederken bile meclisteki din adamlarından ve hatta yakın silah arkadaşlarından büyük bir tepki görmüş ve bunun üzerine şunları söylemişti: "Efendiler, Egemenlik hiç kimseye görüşmeyle tartışmayla verilmez. Egemenlik, güçle, iktidarla ve zorla alınır. Şimdi de Türk ulusu... egemenliğini eylemli olarak kendi eline almış bulunuyor. Bu bir oldubittidir.... Bu ne olursa olsun yapılacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes sorunu doğal bulursa, sanırım ki uygun olur. Yoksa gerçek yine yöntemine göre saptanacaktır. Ama belki, bazı kafalar kesilecektir."

Sözün kısası, saltanatı ve sonra da hilafeti yıkarken, demokrasi kurallarıyla değil devrim kanunlarıyla yola koyulmuştu ve ancak böylesinin mümkün olduğuna inanmıştı Mustafa Kemal... Kurduğu rejimi beğenirsiniz beğenmezsiniz. Ama bu rejimi beğenenlerin şimdi şöyle dediği kesindir: Devrim yoluyla ve "belki, bazı kafalar kesilecektir" denilerek kurulmuş olan bu rejim ancak ve ancak bir karşı devrim ile yıkılabilir, bunu da ancak gücü yeten yapabilir! Mesela Erbakan bu meydan okumanın elbette farkındaydı ve ünlü konuşmasında "kanlı mı olacak kansız mı..." derken, bu rejimi değiştirmek için güç yoklaması da yapmış oluyordu.
 
Melih Pekdemir   

<!--

var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';

var path = 'hr' + 'ef' + '=';

var addy30112 = 'melihpekdemir' + '@';

addy30112 = addy30112 + 'birgun' + '.' + 'net';

var addy_text30112 = 'melihpekdemir' + '@' + 'birgun' + '.' + 'net';

( '' );

30112 );

( '' );

//-->n

<!--

( '' );

//-->

<!--

( '' );

//-->


BİRGÜN - 24 Mart 2008

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.