Kazım Eroğlu

Kazım Eroğlu

Aleviler aydınlanmanın neresinde!

A+A-

Öncelikle, aydınlanma üzerine kısa bir not düşerek Alevilerin aydınlanmaya nasıl baktıklarını ve aydınlanmanın neresinde olduklarını yorumlamaya çalışalım. O. Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğünde aydınlanmayı ‘insanın insanlığına dönüşü’ olarak tanımlar. Peki, insan insanlığına nasıl dönüşünü sağlayabilir! Doğasal evrimin bir parçası olan ve henüz çocukluk dönemini yaşayan insan, kendini çevreleyen doğası karşısında başlangıçta bilgisiz ve ilgisizdir; ama giderek doğadaki olup biten her bir etmeni anlamlandırmak için “neden” “nasıl” ve “kim” sorularını sormaya başlar. Yaşadığı evrenin kendinden güçlü, karşı konulmaz canlı varlıklar tarafından yönetildiğine inanmaya başlayan insan onları tanrılaştırır ve onlara boyun eğer. İnsan, bu varlıklar etrafında gerçek dışı olağanüstü hikayeler geliştirir. Mitolojik söylemlerle örülen ve topluma egemen olan mitolojik düşünce sistemi giderek insanın tüm yaşamına egemen olur; bu, insanın kendi doğasına yabancılaşması ve kendi benlik yitimi demektir. Doğanın insan zihninde yarattığı yanılsamalarla oluşan bu “gizemli” güç, giderek, toplumların sınıflara bölünmesine paralel olarak, topluma egemen olan güçler tarafından devşirilerek topluma karşı kullanılmaya başlanır. Burada da kuramsal din fenomeniyle karşılaşan insan dini düşüncelerin esareti altında kendi kimliğini bulamaz. İnsanın insanlığına dönüşü, ariflerin deyimiyle ‘kendini bil’mesi, yani aydınlanmaya başlaması ancak bu mitolojik ve dini düşüncelerden, inançlardan sıyrılmasıyla, yani insanın mitoslar, dinler ve geleneksel inançlar karşısında özgürleşmesiyle olanaklı hale gelebilecektir.


Doğa ve toplumdaki nesnel yasaları usuna dayanarak kavraması ve bu düşünceyle toplumsal yaşamını üretmeye başlaması insana kendi gerçek kimliğini kazandırmasını getirir. Aydınlanma uzun bir tarihi süreci kapsar. Bu süreç mitolojik ve dini düşüncelerden bilimsel düşüncelere evrilen; inanmadan bilmeye doğru giden bir yoldur. Bu tarihi süreçte esas olarak üç düşünce sistemiyle karşılaşıyoruz; mitolojik düşünce, dini düşünce ve bilimsel düşünce. Mitolojik ve dini düşünceler insanı kendi gerçek kimliğinden uzaklaştırıp doğaüstü güçlerin ve toplumsal güçlerin esareti altına alırken, buna tepki olarak gelişen bilimsel düşünce sistemi ise insana kendi gerçek kimliğini geri kazandıracaktır. Alman düşünür İ. Kant “Aydınlanmanın temel noktası, insanların bizzat kendilerinin sorumlu oldukları vesayet durumundan, özellikle de din konularındaki vesayetten çıkmalarında görüyorum; çünkü dini vesayet tüm vesayetlerin hem en zararlısı hem de en onur kırıcısıdır” der. İnsanlık, uzun bir evrede, toplumsal gelişmeye baskı yapan, onu frenleyen bir manivela görevini gören dini düşüncelerin vesayeti altında kalmıştır. İnsanı özgür iradesinden dışlayan, onu tanrıların zavallı bir kulu durumuna indirgeyen din insanı körleştirmiş ve köleleştirmiştir. Toplumsal gelişmeye paralel olarak insanın bu dini düşüncelerden sıyrılmaya başlaması aydınlığa doğru yol almasını sağlayacaktı.


Felsefe Tarihçileri genel olarak iki aydınlanma dönemine işaret ederler; ilki Antik Yunan aydınlanmasıdır ki, kozmosa ve doğada olup bitenlere dair düşsel varsayımlara dayanan dini doğmaların yerine nesnel doğanın gözlemlenerek doğanın kendi içinde yanıt aranmasıdır. Bu yaklaşım doğru bilgi edinme sürecinin başlangıcıdır ve bu ‘değişmez neden’in araştırılma çabası felsefeyi de doğuracaktır. Bu çaba, din üzerindeki vesayeti kaldırmayıp toplumsal yapıda bir dönüşümü sağlamasa da toplumsal aydınlanma sürecinde önemli bir kırılma noktasına işaret eder. Bu doğru bilgi edinme süreci yeni bir aydınlanma dönemine kadar baskı altına alınıp bilgiler karartılacak ve saptırılacaktır. Diğeri 18. yüzyıl aydınlanmasıdır ki, dinin devlet ve toplum içindeki vesayetine son veren ve dini kendi alanına iten bir dönemdir. 18. Yüzyıl aydınlanması bir burjuva aydınlanmasıdır; dinin toplum üzerindeki vesayetinin yerine sermayenin vesayetinin ikame edildiği bir dönemi işaret eder. Din tarafından köleleştirilen toplum bu süreçte sermayenin ücretli kölelerine dönecektir. Bu dönem de aydınlanmanın önemli bir kırılma noktasını işaret etse de sermayenin boyunduruğu altında ‘insanın insanlığına dönüşü’nü sağlamayacaktır. Ama 19 yüzyılda Marks ve Engels’le ortaya konulan Marksist kuram “diyalektik ve tarihsel materyalizm” toplumsal süreçte gerçek bir aydınlanmaya işaret eder ki, bu, insanı tüm bağlılıklarından kurtararak onun özgürlüğünü, insanın insanlığına dönüşünü müjdeler.


Aydınlanma sürecinde din ile bilimin, esaret ile özgürlüğün, sermaye ile emeğin sürekli çatıştığını görüyoruz. Bu süreçte dinin, esaretin ve sermayenin temsilcileri bir yan tutarken bilimin, özgürlüğün ve emeğin temsilcileri karşı bir saf tutmuşlardır; aydınlanma da bu karşıtların çatışmasından doğmuştur.

Aleviler; bilimin, özgürlüğün, emeğin yanında saf tutmuşlardır. Hünkar Bektaşı Veli ne diyordu: “BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR”. Aleviler, insan iradesini dışlayan, körelten, kendilerini esaret altına almaya çalışan dini düşüncelere karşı, bilimin henüz emekleme çağında, kendi akıl ve sezgilerine dayanarak kendi düşüncelerini ortaya koymuş bununla yollarını aydınlatmaya çalışmışlardır. Dünden bugüne Alevilerin toplumsal muhalefetin en solunda yer aldıklarını görürüz; bu, onların, aydınlığa dönük yüzlerini, aydınlık karakterlerini gösterir.


Alevi felsefesi aydınlanma felsefesidir. Antik Yunan materyalist düşüncesinden etkilenen Alevi felsefesi ‘Vahdeti Mevcut’ (varlıkların birliği) öğretisiyle materyalist bir felsefi düşünceyi ortaya koyar. Bu felsefi öğretiyle tüm dini inançların yaratılış mitoslarını yıkar. Dini doğmaların evrenin ve insanın yaratılış efsanelerine karşı, kaba materyalist yaklaşımla da olsa, maddenin (cevherin) hareketi (evrimi) ile oluşu anlatır. Yunus’tan başlamak üzere hemen her alevi ozanının deyişi, devriyelerinde bunu görürüz. “Dört türlü nesneden hasıl bilin benem işte delil/ Od ile su toprakla yel bünyad kılan Yezdan benem” (Y. Emre). “Daha allah ile cihan yok iken/ Biz anı var edüp ilan eyledik/ Hakk’a hiçbir layık mekan yok iken/ Hanemize alıp mihman eyledik” (E. Harabi).


Alevilik, ‘insanın insanlığana dönüşü’nü temel alan halk öğretisiyle dini inançlarla olduğu kadar her türlü burjuva düşüncesiyle de çatışır. Ali ve soyu üzerinden kendilerini İslam’a yamayan ve bilimin yerine Kuran’ı geçirerek “gerçek Müslüman biziz” diye yol almaya çalışanların Alevilerin gerçek dünyasıyla yakınlığı olmayacağı gibi, bir burjuva düşüncesi (ideolojisi) olan Atatürkçü düşünceyle de bir yakınlığı olamaz. Kemalist düşünce - yada genel tabirle burjuva düşüncesi – üzerine Alevilerin yanılsamaları genel anlamıyla burjuva seküler ve laik toplumsal yaşamın kendi yaşam biçimleriyle örtüştürmeleridir. Halbuki tek başına seküler ve laik toplumsal ilişkiler Alevilerin aydınlık dünyasını karşılamaz; ancak insan tüm bağımlılık ilişkilerinden kurtulup özgürleşmesiyle aydınlık bir dünya alevi aydınlanmasını karşılayabilir; böyle bir dünya ise kapitalist ilişkilerin egemenliğini yansıtan Atatürkçü düşünce içinde yer almaz.
Alevilerin aydınlanmanın neresinde olduğu sorusuna bu makale kapsamında tam anlamıyla yanıt oluşturmak zor; ama kimi dini söylemlerin, dini uygulama ve inançların, çevre baskısıyla da olsa, Alevilerin sürdürdükleri alışkanlıkları arasında yer aldığını biliyoruz. Bu demektir ki, Alevilerin, din-inanç bağımlılığı ve alışkanlıklarını üzerlerinden atmaları için almaları gereken daha uzun mesafeler var. Belki bundan da önemlisi silkinip üzerlerinden atmaları gereken içinde yaşadığı doğasına, kendi kendine ve diğer insanlara yabancılaşan paylaşımı dışlayan bencil ve bireyci burjuva kültürü ve alışkanlıklarıdır.


Burada, Alevi söylenceleri (mitolojileri) ve menkıbeler (velayetname) konusunda da bir-iki noktayı belirtmek gerekirse kısaca şunları söyleyebiliriz. Birçok söylence türü vardır. Bunlara toptancı bir bakışla gerçek dışı diyerek bir kenara atmak bilimsel bir tavır olmaz. Bilimsel bir kaygı da taşımayan bu söylencelerin gerçekte yaşanmış olaylar olmasa da bilimin ışığında ele alınıp ayıklanması, irdelenmesi ve anlamlandırılması gerekir. Genel olarak bunların önemli işlevlerinden biri yapılan ve yapılacak olan hemen her toplumsal eylemi anlamlandırmak, onlara güçlü bir dayanak oluşturmaktır. Kişi üzerine konumlandırılmış söylencelerde (velayetnameler) de onlara gerçeküstülük, kutsal kişilik kazandırma ve onlar üzerine konumlandırılmış inanç ve düşünceleri güçlendirme çabası vardır (Hace Bektaşı Veli, Abdal Musa velayetnameleri bu türdendir). Alevilerin iki önemli söylenceleri vardır; biri “Kırklar Meclisi”, diğeri ise “Rıza Kenti”. Kırklar Meclisi söylencesi geçmişin bir kurgusudur. Alevi edep-erkanına Ali’nin kişiliğinde dayanak arama çabasını güder; ama bu meclisteki olup bitenlerin İslami düşünce ve gelenekle hiçbir yakınlığı yoktur, üstüne üstlük Muhammed’i peygamberliğinden vazgeçirerek İslami düşünceden sıyırıp Kırklara dahil etme ve sahiplenme var. Rıza Kenti söylencesi ise geleceğin bir kurgusudur; bir ütopyayı arzulanan eşit, sınıfsız ve imtiyazsız bir toplum projesini resmeder.


Aydınlık günler tüm canlara gelsin. Aşk ile.
Kazım Eroğlu

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.