Kızılbaş Kürt Katliamları ve Dümüklü olayı

Kızılbaş Kürt Katliamları ve Dümüklü olayı

Kızılbaş Kürtler’e karşı harekât ve katliam, sadece Dersim yöresiyle sınırlı değildir, Sivas, Malatya, Hısnımansur (Adıyaman) ve Maraş’a kadar uzanır.

A+A-
Kızılbaş Kürtler’e karşı harekât ve katliam, sadece Dersim yöresiyle sınırlı değildir. Bu harekât, Sivas, Malatya, Hısnımansur (Adıyaman) ve Maraş’a kadar uzanır.
Kör Yusuf Ziyaeddin Paşa’nın Dersim’de yaptığı Kızılbaş katliamı Gürcü kökenli Kör Yusuf Ziyaeddin Paşa, hac görevini yaptıktan sonra III. Selim döneminde 1785’te Keban/Maden Emini, 1797’de mirimiran olup, 1798’de vezir olarak Diyarbekir, Haleb, Erzurum ve Çıldır valiliklerinde bulunduktan sonra Sadrazam ve Serdar sıfatlarıyla Mısır seferine katıldı; II. Mahmud’un padişahlığa geçmesinden sonra 1809 tarihi itibarıyla Erzurum Valiliği ve Şark Seraskerliği (Doğu Bölgesi Ordu Komutanlığı) görevlerinde bulundu. (Bu dönemle ilgili olarak ayrıca bkz. Hasan Yüksel: Osmanlı Döneminde Keban- Ergani Madenleri 1776- 1794 Tarihli Maden Emini Defteri, Si)
İki defada toplam dokuz yıl Sadrazamlık ve Serdarlık yapan, bir gözü sakat olduğu için Osmanlı literatüründe “Kör Yusuf Ziyaeddin Paşa“ olarak anılan bu Osmanlı yöneticisinin en uzun süre görev yaptığı bölge Kürdistan vilayetleri olmuş. Bu dönemde, aynı zamanda Şark Seraskerliği görevini de yürüttüğü için özellikle Fırat’ın batısında bulunan Kızılbaş-Kürt yoğunluklu yerleşim birimlerine askeri harekâtlar düzenlemiştir. “Hacı“ olması dolayısıyla literatürde “El-Hac“ unvanıyla da anılan Osmanlı’nın bu Şark Seraskeri; Dersim başta olmak üzere çevredeki Kızılbaş-Kürt yoğunluklu bölgelere ve aşiretlere karşı birçok askeri harekâta ve katliama girişmiştir.
Yanında görev yapan Darendeli tarihçi Hasan İzzet Efendi, ona atfen Ziyanâme adını verdiği ve tek yazma nüshası bulunan tarihinin önemli bir bölümünde; 18. yüzyıl sonları ile 19. yüzyıl başlarında Kürdistan’daki te’dip ve tenkilleri (askeri yöntemlerle hizaya getirme ve cezalandırma) anlatmaktadır.
Birçok Osmanlı tarihi gibi ağdalı bir Osmanlıca ile yazılan tarihten, özetle şu bilgilere ulaşıyoruz:
Yusuf Ziyaeddin Paşa, şer’i ilimlerde eğitim görüp kendini yetiştirdikten sonra, Kızılbaş-Kürt yoğunluklu bölgelerde çeşitli görevlere gönderiliyor.
Hac görevini yerine getirdikten sonra ilk iş olarak Keban-Maden Eminliği görevi sırasında Keban bölgesindeki Kızılbaş Kürtler’i tenkil ediyor. Maden bölgesindeki Karaçorlu ve Dersim’deki Şeyh Hasan adlı Kızılbaş-Kürt aşiretleri bunların başında geliyor. İşin ilginç yanı, bu aşiretleri cezalandırırken Tatar, Laz ve Lezgiler’den yararlandığı gibi Kürdistan’daki diğer Sünni Kürt aşiretlerden de yararlanmasıdır.
Kitapta; Dersim’deki Şeyh Hasan ve diğer aşiretlerin “Kızılbaş/Rafızi Kürt“ kimliğine özellikle vurgu yapılır ve onlar “sapkınlık ve dinsizlikle, İslâmı inkâr etmekle, İslâmın yasaklarına uymamakla ve zina yapmakla“ suçlanır:
“Taife-i merkume rafz ve ilhad ile müttesip bir ala-yı sebbab-i çariyari melahide-i bî-din-i hiyanet-şiar olduklarından, kat-i savm u salat-âsâ şerâit-i İslâmı münkir ve tarik ve ibahe-i dema ve ihlal-i zina mümeselü miherramat ve menhiyata haris ve müteallik olduklarından…“ (Bkz. M. Bayrak: Kürdoloji Belgeleri-2, Özge yay. Ank. 2004,s. 518)
Görüldüğü gibi, buradaki suçlamalar, geçmişteki Alevi katliamlarında kullanılan Şeyhülislam fetvalarıyla aynı içeriktedir.
Dersim’den Maraş’a kadar uzanan bir mihver üzerindeki dağlık bölgelerde yaşayan Kızılbaş-Kürt aşiretlerin te’dip ve tenkilinde kullanılan yöntem de tipik Osmanlı yöntemidir. Burada da, yakalanan Kızılbaşlar katledilmekte, evleri-barkları talan edilmekte ve ateşe verilmektedir:
“Vezir-i Sikender (Serasker Y.Z. Paşa, MB) cibal-i merkumenin (sözkonusu dağlık bölgelerin) zir u bâlâsında (eteklerinde ve tepelerinde) bulunan mesâkin-i Ekrad-ı rafz-itiyadın (Rafızi Kürt toplulukların) taş üstünde taş koymayıp cümlesini zir ü zeber (tümünü altüst) ve esas ve bünyanından hâk ile hemvar ve beraber eylemek üzere (evleri-barklarıyla birlikte dümdüz etmek üzere) taraf taraf sevk-i leşker eyleyip (dörtbir yandan askerlerle kuşatılıp) her ne mahallede âsâr ve ebniyaları (eserleri ve binaları) var ise cümlesini ihrak ve suzan (tümünü ateşe vererek) ve bir hane terk etmeyip ( bir tek evi bile atlamayarak) esasından hadim ve viran eylediler ( kökten yıkıp viran ettiler). (Bkz. Age,s.520)
Söz konusu Osmanlı tarihinde vurgulanan bir başka gerçek de şudur: Bu aşiretler üzerine geçmişte yapılan seferler her defasında başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu nedenle farklı bir yöntem daha izlemek gerekmektedir. Çevredeki Kürt aşiretlerine hediye eşyalar, atlar ve rütbeler verilerek -Hamidiye Alaylarında olduğu gibi- onlar, Şeyh Hasenan’lılara -Seyid Rıza’nın aşireti- karşı örgütlendiriliyor. Daha sonra aşiret reisleri, kitle halinde görüşmek üzere dönemin önemli yerleşim birimlerinden Çemişgezek’ e çağrılıyor; ancak gece hile ile yüzden fazla aşiret reisinin başları kesiliyor. Daha sonra Osmanlı ordusu Dersim içlerine yürüyerek; “kâffe-i nisvan ve sıbyanını iğtinam ve esir eyledikten sonra Mercan Boğazı üzerine hücum ve eşkıya-yı Ekrad ile eşeddi kıtal eyleyerek…“ yani çok sayıda kadını ve çocuğu İslami kurallara göre ganimet olarak aldıktan sonra, Mercan Boğazı’na saldırıya geçiyor ve burada çok sayıda Kızılbaş Kürt katlediliyor… (Bkz. Age, s. 520)
Kuşkusuz Kızılbaş Kürtler’e karşı harekât ve katliam, sadece Dersim yöresiyle sınırlı değildir. Bu harekât, Sivas, Malatya, Hısnımansur (Adıyaman) ve Maraş’a kadar uzanır.
Kürt tarihinde, bugün kadar daha çok mirliklere karşı yürütülen harekâtlar üzerinde durulmuş, ancak aynı döneme rastlayan ve daha çok Fırat’ın batısındaki Kızılbaş-Kürt aşiretler üzerinde yoğunlaşan bu harekâtlar ve katliamlar üzerinde durulmamıştır.
yüzyıl ortalarında Malatya/ Arga’da (Akçadağ) Alevi Katliamı
Zorunlu olarak Batılılaşmaya yönelen III. Selim, II. Mahmud ve ardıllarının dönemleri, Batılı gezginlerin de Anadolu’ya yöneldikleri ve dönemin toplumsal olaylarını çok sayıda seyahatname ile bilince çıkardıkları bir dönemdir. Bu yönelişte, Batılıların Doğu’yu yeniden keşfetme ve Doğu’ya açılma düşünceleri önemli rol oynamaktadır. Osmanlı yönetimi, Alman generalleri Moltke ve Müllbach gibi şahsiyetleri orduda müşavir- subay olarak görevlendirirken; yeni hukuki düzenlemelerle Batılıların Osmanlı memleketlerindeki yandaşlarını sahiplenmelerinin ve buralarda faaliyette bulunmalarının da yolu açılmıştır.
Adı geçen müşavir-subayların görev yaptığı 1835-39 döneminde Çerkez kökenli dindar Osmanlı komutanı Hafız Paşa’nın yönetimindeki Osmanlı ordusu bir yandan Mısır Valisi İbrahim Paşa’ya karşı savaşıp yenilirken; bir yandan da İçtoroslar bölgesindeki Kızılbaş Kürt aşiretlerini hizaya getirmeye çalışıyor, başka bir deyişle yenilginin bedelini onlara ödetiyordu.
Bu aşamada, olayların doğrudan tanıklığını yapıp eserine yansıtanlardan biri Alman generali Moltke, diğeriyse Fransız gezgin Poujoulat’dır. Özellikle Poujoulat, İçtoroslar’da yer alan Malatya ve çevresindeki Kızılbaş katliamı konusunda son derece ilginç gözlemler ve anekdotlar sunar bize. İşte, bunlardan yalnızca biri:
“Arga’dan (Akçadağ) elli adım ötedeki Laca Dağı’nın eteğinde dörtbin kişilik bir (Kızılbaş) Kürt kabilesi ve çeşitli yaşlarda Kürt kadınları vardı. Çadır yapacak bir parça kumaşları yoktu ve yakıcı güneşin altındaydılar. Güneş ışınlarından yüzlerini tozla gizliyorlardı. Çoğunluğu kadın ve çocuk olan bu insanlar, çıplak ve çullar içindeydiler. Yüzlerinde acı bir umutsuzluk vardı, göğüslerinden ağır iniltiler yükseliyordu; kadınların ağlamaları ve ağıtları, çocukların çığlıkları yürek paralayıcıydı. Bu dörtbin (Kızılbaş) Kürt, acı durumlarıyla bana cehennem azabını hatırlatıyordu. Bu insanlar burada altı gün kaldılar, sadece çok az olan ekmekten yediler ve yakındaki bir çaydan su içtiler. İlk üç gün içinde 20 süt bebeği öldü. Bazı annelerin sütü bile yoktu. Üzgün analar ölen çocuklarını bırakmadılar. Öldüklerine inanmayarak, hissiz elleriyle çocuklarını kucakladılar. (…) Esir Kürtler, Hafız Paşa’nın, kendilerinin Malatya veya imparatorluğun diğer bölgelerine gönderilmesiyle ilgili emrini bekliyorlardı. Kürtlerin bir bölümü, onun Paşalık bölgesine yerleştirilmişti. Pek çok Kürt yolda açlıktan ve yorgunluktan öldü, geriye kalanları da köle yaşamı bekliyordu. Her yerde yıkılmış ve dağılmış köyler, ekilmemiş tarlalar görülüyordu. Yanmış–yakılmış ekin sapları, Kürdistan’daki büyük açlığı göstermektedir. Ovalar, kendilerini katliamdan koruyamamış Kürt ölüleriyle doludur.“ (Bkz. M. Bayrak: İçtoroslar’da Alevi- Kürt Aşiretler, Özge yay. Ank. 2007,s. 130)
Osmanlı tarihçilerine göre çok daha nesnel olan Poujoulat, bölgedeki Kızılbaş Kürtlerin ve onların yöneticilerinin, bütün işkencelere kahramanca karşı koyduklarını ve Osmanlı safında savaşan hain Kürt önderlerine nefretle yaklaştıklarını vurgulamaktan da kendisini alamaz ve buna, gerçekten insanın tüylerini diken-diken eden kimi örnekler verir.
Hafız Paşa’nın bölgede Kürtlere yaptığı zulüm, Batı literatüründe öylesine bir yankı bulur ki, olaydan 60 yıl sonra 1899 yılında bile Lördagen adlı bir İsveç dergisine konu olur. Yazıda; bölgedeki kitlesel katliamın yanısıra “Hafız Paşa’nın genç bir Kürt liderine reva gördüğü zulüm, işkence ve baskıya rağmen Kürd’ün ağzından hiçbir itiraf ve pişmanlık sözü alamadığından, onu öldürmesi“ anlatılıyor. (Bkz. Rohat Alakom: İsveç’in En Eski Gazetesinde Rewandûz Mîri’nin Sonu, Kürt Tarihi dergisi, Sayı:6/ 2013).
yüzyıl sonlarında Akçadağ/ Kürecik’te Alevi Katliamı
yüzyıl sonlarına doğru önemli bir Kızılbaş katliamı da Akçadağ/Kürecik’e bağlı Dümüklü köyünde gerçekleşir. Yakın bir dönemde olmasına rağmen yeterince bilince çıkmayan bu katliam, birçok yönüyle 20. yüzyıl katliamları konusunda ipuçları verir.
Sözlü kaynaklara dayanarak, bu katliam hakkında başlıca bilgileri veren, aynı yöre insanlarından Nedim Şahhüseyinoğlu olur. Yazar, üstte özetle anlatmaya çalıştığımız toplumsal koşullara uygun olarak, 1895’te ortaya çıkan Dümüklü Ali olayını şöyle gerekçelendirir:
“Akçadağ’ın Kürne-Kürecik Aşiretleri, yüzyıllardan beri iç ayaklanmalar gerekçe gösterilerek baskına uğramışlar, evleri yağmalanmış, erkekleri öldürülmüş. Kadınlar dul, çocuklar öksüz ve evsiz kalmışlar. Devlete, ağa ve beylere güvenleri kalmamış. Yeni kurtarıcı aramışlar… Aradıkları ve bekledikleri kurtarıcının doğaüstü gücü olmalıdır… Osmanlı yönetiminin ve ağaların, beylerin, eşkiyanın hakkından gelmelidir. Adaleti sağlamalıdır. Evet Mehdi olmalıdır. (…) Dümüklü Olayı böyle bir ortamın ürünüdür.“ (N. Şahhüseyinoğlu: Kürecik, Ank. 1993,s. 63)
Sözlü kaynakların aktardığı ve Osmanlı resmi belgelerine geçen Dümüklü Olayı’na geçmeden birkaç hususun altını çizmemiz gerekiyor.
Bir kez, bu yüzyılda Dersim’in Mazgirt bölgesindeki Babamansur (Bamasor) Ocağı’ndan kopup, Kangal’ın Mescid köyüne yerleşen ve birçok yönüyle Kızılbaş pirlerinden ve Bektaşi babalarından ayrışarak “Hakikatçı Alevilik Akımı“na öncülük eden pirler vardır.
Alevilik yorumundan kaynaklı ve işleyişteki çelişkilere tepki olarak ortaya çıkan ve Kangal bölgesindeki yandaşlarının arasına yerleşen bu pirler, kurucusunun takma ismine atfen “Araboğlu“ ismiyle bir de ocak kurarlar. Bu Ocak, günümüz literatürüne şöyle yansıyacaktır:
“Kalê Mansur Ocağı’ndan ayrılmış küçük bir ocaktır. Sivas’ın Kangal ilçesine yerleşen Araboğlu (Şıx Süleyman ve kardeşi Veyis MB), burada kendi ocağını kurar. Ocağın merkezi Kangal’ın Mescid köyüdür. Ocağın kuruluş tarihi hakkında net bir bilgi yoktur (Biz kuruluş tarihinin 19. yüzyılın ilk yarısına rastladığını düşünüyoruz MB)
Araboğlu, mülkiyetin ortak olmasını ve sınırların kaldırılmasını savunarak, Dersim’deki Kalê Mansur Ocağı’ndan kopmuştur. Kendisini, Kalê Mansur’un (Baba Mansur’un MB) devamcısı olarak kabul etmiştir. Araboğlu, Osmanlı saldırılarına uğramış ve Kangal’da zindana atılmıştır. Yazmış olduğu kitaplar Osmanlılar tarafından yakılmıştır.
Kangal ilçesinin sınırları içerisinde bulunan birkaç Kürt Alevi köyü bu ocağın talipleridir. Ocağın pirleri, halk içinde Kurmanci ve Zazaki cemler düzenlerler. Araboğlu Ocağı, Hacı Bektaş Dergâhı ile ilişkilenmemiş, bağımsız kalarak, Hacı Bektaş Dergâhı’na karşı çıkmıştır.“ (Bkz. Komisyon: Kürt Alevi Ocakları, Zülfikar Dergisi, Sayı:24/ 1998. Daha önce, 1997’de yayımlanan Alevilik ve Kürtler konulu çalışmamızda bu Ocağın pirleriyle ilgili üç misyoner raporu yayımladığımız gibi; Alevilik- Kürdoloji- Türkoloji Yazıları konulu çalışmamızda da, bu Ocağın İçtoroslar’daki Hakikatçı Aleviliğe yansımasına ilişkin geniş bilgi vermiştik, Özge yay. Ank. 2009, s.199- 225).
Mazdekçilik’ten “Hakikatçı Aleviliğe“ Giden Yol…
Mazdekçiliğin devamı olarak nitelendirebileceğimiz bu Kızılbaşlık akımı, toplumsal mülkiyeti ve kadın-erkek eşitliğini savunmaktadır. Bu özelliklerinden dolayı Batılı gezginlerin ve misyonerlerin dikkatlerini çekmiş; savundukları görüşler yöre egemenlerinin tepkisini topladığı gibi, Osmanlı gizli raporlarına da konu olmuştur. (Batılı gezgin ve misyonerlerin, konuya ilişkin kimi mektupları konusunda bkz. M. Bayrak: Alevilik ve Kürtler, Özge yay. Ank. 1997, s. 314-316, 320-322)
16 Ocak 1899 tarihli bir gizli raporda; “Dersim ve Akçadağ ve Erguvan ve Hasançelebi ve kısmen Hekimhan’da bulunan Alevilerin Protestanlığa eğilimli oldukları“ bildirilir ve önlem alınması istenir.(Bkz. Erdal Açıkses: Amerikalılar’ın Harput’taki Misyonerlik Faaliyetleri, TTK yay. Ank. 2003,s. 136, 278)
Hakikatçı Alevilik Akımı’na öncülük eden Şıx Süleyman ve Seyid Veyis gibi hakikatçı pirler, zaman zaman tutuklanmış ve daha sonra Sarız yöresine sürgün edilmiş veya yakınlarının yanına gitmişlerdir. Dolayısıyla bu akım; özellikle Sivas/ Kangal’dan başlayarak Malatya/ Akçadağ, Maraş/ Elbistan, Afşin ve Kayseri/ Sarız yörelerinde önemli bir kitle kazanmıştır. (Bu hakikatçı pirlerin yaşam serüveni ve felsefesi konusunda bkz. Mamo Baran: Koçgiri/ Güneybatı Dersim, Tohum yay. Ank. 2002,s. 106-119)
Bu hakikatçı pirler üstüne yöre ozanları veya kendi çocuklarınca birçok deyiş söylendiğine tanık oluyoruz. Mamo Baran’ın üstteki eseriyle Süleyman Çiltaş’ın çeşitli romanlarında bu türden örnekler bulunduğu gibi, özel arşivimizde de Şıx Süleyman’ın torununun torunu Süleyman Metin’den alınmış bazı Türkçe ve Kürtçe deyişler bulunmaktadır.
Dümüklü Ali Baba ve Yârenlerinin Katli (1895)
Dümüklü Ali Baba bir Alevi aydınıdır. Mescid’li Hakikatçı Pirleri tutuklatıp, sürgüne yollayan sivil ve resmi çevreler, Dümüklü Ali’den yola çıkarak yeni bir katliama imza atmışlardır. Şimdi, sözlü kaynaklardan yansıyan Dümüklü Ali Olayı’nı birlikte izleyelim:
“Dümüklü köyünde Ali’nin 100’e yakın koyunu var. Onlarla uğraşır. Gece-gündüz altlarını temizler, suyunu ve yemini eksik etmez. Can incitmez. Suskun, azıcık da dua, deyiş bilmektedir. Dinsel inançlarına sıkı sıkıya bağlıdır. Halkın istem boşluğunu doldurmaya çalışır. Adı (Ermiş)e çıkar. Yıl 1895.
Elbistan ilçesinin Kantarma köyünden Hamza adında biri askerdir. Yıllar önce askere alınmış, Yemen’e gönderilmiş. Sıcaklık, açlık ve hastalıklar ortalığı kavurmaktadır. Yıllar geçmiş, kendisinden haber alınmaz. Yemen’den kaçıp gelmek ister, ama gözlerinde fer, dizlerinde derman kalmamıştır. Dahası yol-yordam bilmemektedir.
Düşünür, kaçış yollarını arar. Bu arayış içindeyken, Akçadağ’ın Dümüklü köyünün Mordoğan kabilesinden Ali (Kürtçe: Ali Tumkî MB) gözüne görünür. Ali, Hamza’nın kolundan tutar, eğitim alanının dışına çıkarır, (Sana izin, evine git!) der. Kendine güveni olmayan Hamza, (bu neyin nesidir?) diye düşünür. Güç gelir kendisine. Çantasını kaptığı gibi düşer yollara. Gören olmaz, soran olmaz. Memleketin yolu kendiliğinden açılır. Güçlüklerle karşılaşmadan, soyulmadan, sıkıntı çekmeden Yemen’den Elbistan’a, oradan kendi köyüne varır. Hamza’nın yaşamından umudu kesilen ailesi ve komşuları şaşırırlar; kucaklaşır, hal-hatır sorarlar. Hamza, olup-bitenleri anlatır. Zaman geçer. (Dümüklü neresidir?) diye sorar ve Dümüklü Ali’nin evine varır. Götürdüğü armağanları sunar Ali’ye. Başından geçenleri, yardımlarını anlatır bir bir…
Aradan aylar geçer. Bir gün Hamza, arkadaşlarıyla birlikte hayvanla Malatya’ya gelir. Köyüne dönerken Kürecik’in Karahan Gediği’nde eşkıyalarca yolları kesilir ve soyulurlar. Eşyaları, paraları ve hayvanları götürülür. Perişanlık içindedir. Hamza’nın aklına, kendisini Yemen’de kurtaran Ali gelir. Arkadaşlarıyla birlikte Dümüklü köyüne varır, Ali’nin evine giderler. Hamza, (Beni Yemen’de kurtaran sensin. Ya Ali, sen bu soyguncuları da bilirsin, sana her şey görünür) derler. Dümüklü Ali, kükremektedir. (Ben nasıl her şeyi bilirim?) deyince, Hamza ve arkadaşları (Sen Hz. Ali’sin, Sen Mehd-i Resul’sun, Hızır Aleyhisselam’sın. Her şeyi bilirsin. N’olur, perişanız, hayvanlarımızı, eşyamızı ve paramızı kurtar) diye yalvarırlar.
Ali, (Ben kim, Hz. Ali kim!) derse de, bir defa Hamza ve arkadaşları inanmışlar ona…Yemen’de kolundan tutup yola koyan Ali’nin kendisi değil miydi? Yalvarırlar Ali’ye. Kapısının eşiğine yüz sürerler. Kapının önünde birikmiş su göletlerinin içine uzanırlar. Hamza’nın yalvarıp-yakarmalarına, ağıtına dayanamayan Ali, Hamza’nın kolundan tutar ve sudan çıkarır.
Eşkıyalar ise götürdükleri malları evlerine sokmaya çalışırlar. Hayvanlar da, eşyalar da bir türlü içeri girmez. Gayıptan, (Malı geri ver, Ali’den duanı al) sesleri duyulur. Eşkıyalara merhamet gelmiştir. Malları, hayvanları alıp Dümüklü Ali’nin evine getirirler. Suçlarının bağışlanmasını dilerler. Ali’den dua almak isterler. Olanlar yörede yayılmıştır. Ali’nin evi dergâhtır artık. Arı kovanı gibi insanlar gelip gitmektedir. Bundan böyle Osmanlıların ve eşkıyanın gücü yöreye yetmeyecektir. Kurtulmuş olacaklar, çünkü Şeyh Ali, her şeyi bilmektedir.
Şeyh Ali’nin adı yayıldıkça yayılır. Osmanlı yönetimine kadar duyulur. Çünkü ihbarlar yapılmaktadır. Osmanlı’nın askerleri, Şeyh Ali’nin evini sararlar; ev yakılır, yok olur. Ali ise güvercin olup uçmuştur göklere… Yakılan evin yerinde şilan denilen kuşkonmaz yeşerir…
Dümüklü Ali’nin ermişliği ve ünü yaygınlaşır, yörenin köylerine ve halkına umut olur. İnananların sayısı ikibinlere varır. Evlerinde nesi varsa Şeyh Ali’nin evine taşırlar. Kazanlar kurulur, pişirilir aşlar… Çalışmalar, kazanlar ve kazançlar, tüketim ortaklaşadır. Ayrısı, gayrısı yoktur. Namustan başka herşeyleri ortaklaşadır…
Şeyh Ali’nin her sözü yasadır, fermandır. (Altın, süs eşyası, para ve mal taşımaları yasaklanır. Putlara tapılmaz. Bunları evlerinde ve üstlerinde bulunduranlar, saklayanlar, taşıyanlar günah işler… Böyleleri Ehlibeyt’i sevmiş olamazlar) buyruğunu verir. (…)
Şeyh Ali, tarikatların ve tasavvufun kurallarını örnek alır. Kendi aralarında iş bölümü yaparlar. Kimi kapıcı, temizlikçi, aşçı, sucu, ayakkabıcı, kasap, gözcü ve zakir olur. Kimi başka görevler üstlenir…“ (N. Şahhüseyinoğlu: Age, s. 64-65)
Görüldüğü gibi, geçmişte şark sosyalizmi, Mazdekçi komünizm ve ortaçağ sosyalizmi olarak adlandırılan bir düşünce sistemi ve uygulamasıyla karşı karşıyayız. Bu, Hakikatçı Pirlerin de öngördüğü bir düzendir.
Öte yandan, tarihten beri haksızlığa uğrayanın, hakkı yenenin, ezilen-horlanan ve zulme uğrayan mazlum toplulukların bir “kurtarıcı“ özlemi vardır. Alevilikte, 12’nci İmam Muhammed Mehdi’nin kayıplara karışıp, bir gün kurtarıcı olarak ortaya çıkacağı anlayışı, böylesi bir inancın ve tasarımlamanın sonucudur.
Bu örnekte de görüldüğü gibi, bir köy ölçeğinde de olsa, bir komünal düzenin kurulması söz konusudur. Zaten tanrısal gücü insanda gören bu inanç, kurtarıcı misyonunu Ali Tumkî’ ye vermiştir…
Buna karşılık, yöredeki Sünni köyler boş durmamakta ve Osmanlı makamlarına ihbarlar yağdırmaktadırlar. Özellikle Sünni inançlı komşu Yalınkaya ve Sarıhacı köyleri bu işin önünü çekmektedirler.
 
Mehmet Bayrak

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.