Aleviler: Sorunları ve istemleri...

Aleviler: Sorunları ve istemleri...

Aleviler: Sorunları ve istemleri...Cemevlerinin, Kültür Yatırımlarını ve Girişimlerini Teşvik Kanunu kapsamındaki kültür merkezi (3/b)...

A+A-

Aleviler: Sorunları ve istemleri...Aleviler: Sorunları ve istemleri...

Cemevlerinin, Kültür Yatırımlarını ve Girişimlerini Teşvik Kanunu kapsamındaki kültür merkezi (3/b) olarak tanımlanması ve o kanunda sayılan teşviklerden yararlandırılması, bu konuda çözüm değil, inkârcı ve reddiyeci bir tutumun sürdürülmesi anlamı taşıyacağından, çözümsüzlük getirir

NEVAL OĞAN BALKIZ / RADİKAL

Aleviler, 9 Kasım’da Ankara’da güçlü bir kitlesel katılımla istem ve sorunlarını dile getirdiler. Bu güne kadar; bilinip de seslendirilmeyen, göz önünde tutulup da görülmeyen varlıklarını ilk kez bir ‘olgu’ olmaktan çıkarıp, somut, maddi, varlıksal olarak ortaya koydular. Böylece İlk kez; bizlerin gözümüzü kapatmaya, kulağımızı tıkamaya fırsatı kalmadan yönlendiricimiz olan tek alanımıza, görsel algılarımızın içine yerleşmeyi başardılar. Sonrasında, kamuoyunda, bu kesimin dillendirdiği sorun ve istemler konusunda nitelik ve nicelik açısından farklı, sorunun çözümüne odaklı sayılabilecek kimi tespitleri içeren bir tartışma yürütülmeye başlandı.

Ancak bu tartışmalarda; son zamanlarda moda haline gelen tutum ile Alevilik tanımlamasına ‘açılım’ eklenerek oluşturulan termonolojinin içerdiği negatif ve pozitif öğelerin örttüğü temel sorun irdelenmiyor; dile getirilen taleplerde gerçekleştirilmesi istenilen koşulların niteliği ortaya konulmuyor, bu koşulların hemen hepsinin yalnızca Aleviler için değil, tüm yurttaşlar için demokrasi, laiklik ve insan haklarının gereklerinden olduğu vurgulanmıyor; genelde indirgemeci bir yaklaşımla bazı saptamalar temelinde çözüme ilişkin soyut birkaç yasal düzenleme ve kimi bürokratik işlemlerin gerçekleştirilmesi öneriliyor, sorun gerçek temelinden uzak(laştırılarak) ele alınıyor. ‘Alevilik açılımı’ şeklindeki terminoloji de bu söylemin genel çerçevesini oluşturuyor. Bu terminoloji soruna ilişkin bu güne kadar bir ‘kapanım’ olduğu yönünde örtülü de olsa bir tespit ve kabulü içermesi bakımından pozitif bir yön taşıyor. Ancak bu terminoloji aynı zamanda sorunu; tarihsel, yapısal, siyasal, toplumsal koşullarından kopararak, devletin örgütlenmesi ve işleyişine ilişkin bir sorun olmaktan bütünüyle çıkararak tanımlamayı, dolayısıyla sistem ile herhangi bir ilişkisi olmayan, soyut, içine dönük ve basit bir çerçevede ‘paketlenebilir’ kılınmasını da içeriyor.

Tehlikeli bir eğilim

Nitekim hükümetin konuya ilişkin yaklaşımını ortaya koyan yorumlarda bu tutum açıkça ortaya çıktığı gibi, ayrıca tehlikeli bir eğilim de kendini sezdiriyor. Hükümet sözcüsü de olan bir Devlet Bakanı, bir Alevi kuruluşu başkanının eylemi engelleme amaçlı olduğu kamuoyunca tespit edilmiş olan provokatif söyleminden alıntılayarak; sorunun çözülmemesi halinde “bir güvenlik problemi haline gelme potansiyeli taşıdığını” belirtiyor. Çağdaş demokrasilerde yeri olmayacak bu zorlama yorum; geleneksel hakim anlayışın, meşru hukuk çerçevesinde yapılan hak temelli bir söylemi dahi potansiyel bir güvenlik sorununa indirgeyebileceğini, hatta; söylemi ve sahiplerini ‘marjinalmiş’ gibi göstererek, karşı taraf ilan edebileceğini, en nihayetinde sınırlanacak ve gerekirse her yöntem ile baskılanacak unsur görme şeklindeki tehditkâr mantığının halen var olduğunu gösteriyor.

Bununla birlikte, Diyanetten sorumlu Devlet Bakanı Prof Dr.Said Yazıcıoğlu’un sorunu bir  ‘temel hak ve özgürlükler’ sorunu olarak gördüğünü vurgulaması ise; yönetsel alanda, yukarıdaki anlayışın (bir nebze olsun aşılmış olduğuna) dışında farklı, çağdaş anlayışların hakim olma olasılığının varlığına, sorun çözümünde ‘çağdaş müzakereci demokrasi’ anlayışının araçlarının kullanılabileceğine dair umutları ve iyimser beklentileri arttırıyor. Ancak bu iyimser umutlar da sorunun; “bir temel hak ve özgürlüklerin sınırlı alanına hapsedilemeyecek, buna indirgenemeyecek kadar kapsamlı, çok yönlü olduğunu” görmemizi engellememeli.

(Zira) sorun temelde; “devletin örgütlenmesinin, hukukunun oluşturulmasının ve işletilmesinin herhangi bir dinin anlayışları ve normları tarafından belirlenmemesi (yani laiklik), istemidir.” Buna bağlı olarak; “yurttaşların kişiler olarak, dinlerinin olmasının, farklı dinlere sahip olması veya bir dine sahip olmamsının yurttaş olarak onların devletle ilişkilerinde bir fark yaratmamasını istemektir.” “1980 sonrasında dinin millet tanımında yer alması ile geliştirilen ve milleti oluşturan fertlerin aynı dine inanmalarının objektif bir faktör olduğunu temel alan; ‘Türkiye’de yaşayan tüm fertler milletin parçasıdır, fakat dini düzlemde bazıları diğerlerinden daha fazla milleti meydana getiren gruba dahildir şeklinde özetlenebilecek, söylem düzeyinde içerici ama pratikte dışlayıcı, dine dayalı özcü (essentialist) yaklaşımın” terk edilmesini talep etmektir. Yurttaşlığı; “haklar ve ödevler çerçevesinde bir hukuki-kamusal statü olarak tanımlayan ve tabiyet ilişkisine indirgeyen anlayışın yerine, hukuki, siyasi ve sosyal haklar olmak üzere üç boyutlu bir olgu olarak, siyasal bir etkinlik ve hukuki bir statü şeklinde kurgulayan ve bunun koşullarını ve hakların kullanım olanaklarını eksiksiz şekilde, tüm yurttaşlar için, hiçbir ayırım gözetmeden, eşit şekilde sağlanmasını istemektir”.

Öncelikle; devletin örgütlenmesi ve işleyişine ilişkin boyutu anlamında bir demokrasi ve elbette; insan haklarına saygılı değil, insan haklarına dayalı (gerçek) bir hukuk devletinde hukukun türetilme kaynaklarını oluşturan her insanın değerini (onurunu) koruma istemlerini içeren ilkeler olan) insan hakları ve yurttaşlık haklarına ilişkin boyutu ile de, insan hak ve hürriyetleri sorunu olan Alevi(lerin)lik sorunu ancak; yukarıda belirtilen kurucu, öncül koşulların gerçekleştirilmesi ile yeni bir anlayışın hakim kılınması ve bu anlayış temelinde, anayasa dahil, tüm yasal mevzuatta, yönetsel işlem ve eylemlerde gerekli değişikliklerin ve düzenlemelerin ivedelikle gerçekleştirilmesi ile ciddi ve kalıcı bir çözüme kavuşturulabilir. Zira; Habermasın deyimi ile; “Benimsemek, kendi için kapatmak ve ötekine karşı kapanmak demek değildir. Ötekini benimsemek, toplumsal sınırların herkese -hatta ve özellikle de, birbirine yabancı olan ve birbirine karşı yabancı kalmak isteyenlere açık olması demektir”.

9 Kasım mitingi

9 Kasım mitinginde dile getirilen istemler temelinde, “toplumsal sınırların herkese açık olmasını sağlayacak” bütünsel bir çözüm için” aşağıdaki düzenlemeler bir başlangıç oluşturabilir.

- Anayasa’nın 24. madde düzenlemesinin 3. fıkrasında yer alan; “Kimse; ..dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz’ şeklindeki düzenleme, Anayasa Mahkemesinin 1986/11 Esas sayılı kararında belirttiği üzere; “hiçbir dine itikadı olmayanların da haklarının koruma ve güvence altında olduğu” saptaması doğrultusunda; “kimse dini inanç ve kanaatlerinden veya dini itikada sahip olmamasından dolayı kınanamaz, suçlanamaz ve ‘ayrımcılığa tabi tutulamaz’ şekline dönüştürülmelidir. Böylece, hiçbir dine mensup olmayanlar da anayasal güvenceye kavuşturulmuş olacaktır. “Ayrımcılığa tabi tutulmama” ibaresiyle de, devlete ve ikinci şahıslara sadece ‘kınama’ ve “suçlamada bulunmama” şeklinde, pasif, edilgen tutum alma yükümü değil, aktif, yapma yükümü (kamu kurum ve kuruluşlarının örgütlenmesini, işletilmesini, hukukun oluşturulmasını ayırımcılığa yol açmayacak temelde gerçekleştirme ödevi”) getirilmiş olacaktır.

Aynı maddenin 4. fıkrasında yer alan “Din Kültürü ve Ahlak Öğretimi ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır” hükmü kaldırılmalıdır. Bu düzenlemenin din ve vicdan özgürlüğünün ihlali niteliğinde olduğu; Türkiye’nin onaylanması ile geçerli Türk Hukuk Mevzuatı alanında kanun hükmü niteliği kazanan ve ulusal hukuk karşında uygulama önceliği bulunan uluslararası sözleşme hükümlerine (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) 9. ve Ek 1. Protokol 2. maddesi; Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi 18. ve 27. maddeleri ile Çocuk Hakları Sözleşmesinin 29 ve 30.maddeleri ile, bağlayıcılığı olamayan ancak etik uygulama ilkeleri niteliğindeki Birleşmiş Milletlerin 1981 tarihli “Din ya da İnanca Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Kaldırılması” Bildirgesinin 5/2 maddesindeki; “ Çocuk ...ana babanın ya da yasal vasisinin isteklerine karşı din ve inanç öğretimi almaya zorlanamaz” hükmüne aykırı olduğu, (Danıştay, AİHM gibi) mahkeme kararlarıyla bir çok farklı davada defalarca tespit edilmiş bulunmaktadır. Özellikle ulusal mahkeme kararlarına da kaynaklık eden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ( AİHM) Campell/Cosans kararı(1982) ve Kjeldsen/Danimarka (1976) kararında söylediği ve Zengin/Türkiye davası kararında tekrar vurguladığı üzere; din öğretiminin belli bir doktrini iletmemesi , “programdaki bilgi ve bulguların nesnel, eleştirel ve çoğulcu biçimde yayılmasına dikkat etmesi” gerekir.”Yine bu kararda belirtildiğine göre; “eğitimsel çoğulculuk ilkesi” çocuğun ana babasının dinsel ve felsefi inançlarına saygısızlık sayılabilecek bir aşılama amacı güdülmesini yasaklar”. Ayrıca Komisyon; 9.5 1989 tarih ve 45 sayılı Darby/İsveç kararında mahkemenin bu tespitlerini yenileyerek; “zorunlu katılma istenmemesi yahut isteyerek ayrılmanın yasaklanmaması koşuluyla bir devlet dininin varlığı 9.maddeye aykırı düşmez” demiş; AİHS 9. maddesinin, aynı zamanda, zorunlu din bilgisi dersi bulunan okullarda, bu eğitimden muaf tutulma olanağının tanınmasını gerekli kıldığını 3.11.1986 tarihli Angelini/İsveç kararında vurgulamıştır.

Anayasal çelişki

Ayrıca Anayasa’nın 24 maddesinin 4. fıkrasındaki bu düzenleme, Anayasanın “Eğitim ve Öğrenim Hakkı ve Ödevi” başlıklı 42. maddesinin 3. fıkrasında yer alan; “eğitim ve öğretim... çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre... yapılır” düzenlemesi ile de çelişmektedir.

Tüm bu gerekçelerle zorunlu din öğretimi kaldırılmalı; ilkokulların 4. sınıfından itibaren 9. sınıfa kadar; ‘din dersi’ adıyla değil, ‘din bilgisi dersi’ adıyla; bütün dinler hakkında nesnel bilgileri içerecek şekilde; herhangi bir din ve inanca ait ayet vb. şeyler ezberletilmeden, uygulamaya geçirme amaçlı ibadet şekli gösterilmeden; dinlerin ve inançların sahip oldukları ritüeller, bunların ortaya çıkış koşullarının, tarihsel ve toplumsal zeminlerinin tartışıldığı, karşılaştırmalar yapıldığı ve bu konuların felsefi ve toplumsal sorunlarla bağlantı kurularak ele alındığı bir içerikte yürütülmelidir. Sınıf öğretmeni tarafından haftada bir saat olmak üzere verilecek ve öğrencinin ancak velisinin talebiyle katılabileceği, bu ders, ders saatlerini azaltmayacak şekilde düzenlenmeli ve sınıf geçmede de etkili olmamalıdır. 9. sınıftan 11. sınıfa kadar olan dönemde ise, din bilgisi dersi; katılımın öğrenci ve velisinin talebine bağlı olması, sınıf geçmede etkili olmaması ve toplumda var olan her inanca dair nesnel, eleştirel ve çoğulculuk prensibi temelinde bilgilere yer vermesi ve bu bilgilerin ilgili inanç bilginlerinin katılımıyla hazırlanması kaydıyla, inançlara ilişkin uygulamaya dönük bilgilerde yer verilebilir. Bu dersin uygulamasında, veli (dolaylı olarak öğrencinin) talebine bağlanması gerekli olan, ‘derse katılma’ olmalıdır. Aksi takdirde talebe bağlanan ‘katılmama’ olur ise, bu dersler fiilen zorunlu hale gelmiş olacaktır.

İnanç vergisi

* İnanç vergisi adı altında, kişinin iradesine bağlı bir vergi tarhı gerçekleştirilmeli, toplanan vergiler, hukuken meşru kabul edilen inanç gruplarına, kendi alt yapı hizmetlerini karşılamak üzere aktarılmalıdır. Bu aktarım işini yürütmek üzere Hazine Müsteşarlığı bünyesinde uzman bir birim oluşturulmalı ve bu birim faaliyetleri bakımından Sayıştay denetimine tabi olmalıdır. Bu birimin işlem ve eylemleri ile ve inanç gruplarının altyapı hizmetlerinin karşılanması faaliyetlerine ilişkin şikayetleri incelemek üzere, TBMM bünyesinde bir ombudsman seçilmeli ve bağımsız bir sekreteryası oluşturulmalıdır. İnanç toplulukları kendi içişlerini kendileri düzenleme ve yönetme hakkına sahip olmalı, kendi zilyetlik ve yararlanmalarında olan kültür, eğitim ve hayır amaçlı okul kurs, yurt, vakıf, bakımevi açabilmeli ve her topluluk, kurum ve kuruluş gibi genel ve özel kanun hükümleri çerçevesinde devlet denetimi altında olmalıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalıdır.

* Cemevleri, 12/4/2002 tarihli ve 2002/4100 sayılı Karar sayılı Kararnamenin Eki Kararın 2 maddesi f bendinde düzenlenmiş, elektrik bedeli ödemekten muaf tutulan ibadethanelerden sayılmalı ve düzenleme; ibadethaneler (cami, mescit, cemevi, kilise, havra ve sinagog ) şekline dönüştürülmelidir. Cemevlerinin su bedeli ödememesi için ya tüm belediye meclislerinin bu yönde karar almasını sağlayacak bir tebliğ yayınlanmalı ya da bu yönde bir yönetmelik çıkarılmalıdır.

(Cemevlerinin, Kültür Yatırımlarını ve Girişimlerini Teşvik Kanunu (5225 Sayılı Kanun) kapsamında tanımlanan kültür merkezi (3/b) olarak tanımlanması ve böyle bir düzenleme ile kanunda sayılan teşviklerden yararlandırılması, bu konuda çözüm değil, inkarcı ve reddiyeci bir tutumun sürdürülmesi anlamı taşıyacağından, çözümsüzlük getirir.)


* Madımak Otelinin Pir Sultan Abdal İnsan Hakları Müzesi yapılması önünde kanunen hiçbir engel bulunmamaktadır. Otel, 5225 sayılı kanunun hükümleri (5.madde düzenlemesi) kapsamında kamulaştırılmalı, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na tahsis edilmeli, Bakanlık da bu kanun ve yönetmelik kapsamında tüm olanakları tanıyarak, yönetmeliğin Özel Müzeler başlıklı 25. maddesi veya Özel Tahsis ve Projeler başlıklı 41. maddesi çerçevesinde taşınmazı, talebi ve başvurusu üzerine Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’ne, bu amaçla tahsis etmelidir.

Böyle bir başlangıç; Türkiye sosyal yaşamına, Türkiye demokrasisine, insan haklarına alanına büyük ivme kazandıracak ve diğer toplumsal sorunların çözümüne de model oluşturacaktır.

Neval Oğan Balkız: Dr, hukukçu/akademisyen
RADİKAL - 8 Aralık 2008

Etiketler : ,

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.