Kazım Eroğlu

Kazım Eroğlu

Alevilik; eşit, özgür bir toplum projesidir

A+A-

Alevilik- tarihsel deyimiyle Kızılbaşlık- geçmişten bugüne düzen temsilcileri tarafından siyasal, ekonomik ve ideolojik mücadelelerle yok edilmek istenmiştir. Egemenlerce her türlü fiziki metotlar kullanılarak siyasal hedeflerden uzaklaştırılan; her fırsatta, ekonomik ve sosyal haklardan mahrum bırakılan ve soyulan; ideolojik mücadele ile düşünceleri çarpıtılıp, bulanıklaştırılıp soysuzlaştırılarak asimile edilmeye çalışılan Alevilik hedef alınmıştır. Eğer, Alevilik, güçlü toplumsal dayanaklara sahip olmasaydı kültürel, ideolojik-siyasal birikimleriyle ve fiziki varoluşuyla dünden bugüne güçlü bir biçimde kendini koruyarak gelemezdi; olsa olsa ancak kimi inanç kültürü boyutuyla marjinal bir topluluk olarak var olabilirdi. Peki Aleviliği güçlü kılan ve güçlü bir biçimde bugüne taşıyan toplumsal dayanakları nelerdi?

Bugün kimi farklı bakış ve niyetle de olsa, “Alevilik elden gidiyor”, “Aleviliği yaşayamıyoruz”, “Aleviliği unuttuk”, “Alevilik asimile oluyor” türünden Alevilik üzerine kimi serzenişleri görüyoruz. Bu serzenişler ister istemez “Alevilik nedir?” sorusunu gündeme taşımaktadır. Alevilik nedir sorusuna verilecek yanıt yukarıdaki serzenişleri de yönlendirecek veya doğrulayacaktır; bu bakımdan doğru tanıma ihtiyaç var. Aleviliğin ne olduğu sorunu başlı başına bir yazı konusu olmakla birlikte, burada, şu kadarını söylemek gerekir ki, Alevilik, tek boyutlu bir düşünce, felsefe, inanç yada ekonomik ve siyasal yaşam fenomeni değil, tüm toplumsal boyutlarıyla bir dünya görüşü, bir toplum projesidir. Olayı bu geniş boyutu içinde değerlendirmediğimiz taktirde tüm tartışmalar kısır bir çerçeve içinde dolanıp durur.

Temelde iki dünya görüşü vardır: biri mülkün, servetin ve gücün egemenlik kurduğu sömürüye ve baskıya dayanan adaletsiz, eşitsiz bencil-bireyci bir dünya görüşü; diğeri ise emeğin, alınterinin ve hakkın egemenlik kurduğu adil, eşitlikçi toplumcu bir dünya görüşüdür. Toplumların sınıflara bölündüğü insanlık tarihinden bu yana bu iki dünya görüşü her zaman var olmuştur. Görülecektir ki her bir dünya görüşü kendi sınıf tavrını içerir. Bütün toplumsal fenomenler de bu dünya görüşlerine göre biçimlenir; inanç da, felsefe de, siyaset de… benimsenilen dünya görüşüne göre kendini konumlandırır. Kölelerin kültürüyle efendilerin; köylülerin kültürüyle feodal toprak beylerinin; işçi-emekçilerin kültürüyle burjuvaların kültürleri bir değildir; bu karşıt sınıfların kültürleri arasında da temelde bir karşıtlık her zaman yaşanmıştır ve yaşanmaktadır. Bu iki dünya görüşü içinde Alevilik (Kızılbaşlık) adil, eşitlikçi bir dünya görüşünün adı olmuştur ve dolayısıyla Aleviler (Kızılbaşlar) bu dünya görüşünün savunucusu, taşıyıcısı ve kimi zamanlarda ve yer yer uygulayıcıları olmuştur. İşte Aleviliği güçlü kılan ve Alevileri bugüne taşıyan toplumsal dayanak budur.

Aleviliğin bütün boyutlarıyla Anadolu tarihinde (Selçuklu döneminden günümüze) yaşandığını, uygulama alanı bulduğunu iddia etmek pek olanaklı değildir. Alevi dünya görüşünün tam anlamıyla hayat bulması, öncelikle, siyasal iktidarın ele geçirilmesi ve bunun ardından tüm feodal mülkiyetin tasfiyesi ve ülke çapında üretim araçları üzerinde ortak mülkiyetin oluşturulmasıyla olanaklıdır. Başka bir deyişle üst yapıda ve altyapıda bir toplumsal devrimin oluşmasını gerektirir. Anadolu’da ise böyle bir sürecin yaşandığını gösteren bir veri yoktur. Ancak, Anadolu’da Selçuklular döneminde Babailer Hareketiyle (1239) başlayan bir devrimci girişimi görüyoruz. Osmanlılar döneminde de Şeyh Bedrettin hareketi olarak bilinen Ege’de Balkanlar’da Torlakların, Börklücelerin ve Şey Bedreddin’in (1415-20) ve daha sonraları Şah Kulu’nun (1511), Kalender Çelebi’nin(1528) egemenleri telaşlandıran ciddi devrimci girişimler oluşmaya başlar.
Anadolu’da bir “Alevi Devleti” oluşmasa da, Karmatilerin 9. yy’in sonlarından 1075 yılına kadar süren Bahreyn’de kurdukları eşitlikçi düzen Alevilerin kurmak istedikleri eşitlikçi toplumsal düzenini büyük oranda karşıladığını söylemek olanaklıdır. 1501 tarihinde Şah İsmail’in önderliğinde Anadolu’dan giden Kızılbaşlar tarafından kurulan Safevi Devleti ise başlangıçta bir Alevi-Kızılbaş Devleti olarak oluşsa da alt yapıda feodal üretim ilişkilerinin tasfiye edilip eşitlikçi bir toplumsal düzen oluşturulamaması Alevi dünya görüşünün temelde çok gerisine düşmüştür. Esasında Aleviler arzuladıkları, özlem duydukları, oluşturmak istedikleri düzenlerini söylencelerine aktarmışlardır. Bu söylencelerden biri “RIZA KENTİ”dir. Rıza Kenti söylencesi veya mitozu, dünyadaki yaşanılan düzenin aksine Alevilerin tüm toplumsal ilişkileriyle yaşamak istedikleri kentin, bir dünyanın kurgusunu içerir.
Bu dünya, tüm yönleriyle komünistçe bir ilişkileri yansıtır. Bu ütopya, bir bakıma, adil, eşit ve özgür olmayan yaşanılan dünyaya (feodal ilişkilere) bir tepki, alternatif, geçmişte yaşanılan eşitlikçi kabile yapısına duyulan özlem ve bu özlemin yeni birikimlerle geleceğe taşınması duygu ve düşüncesidir. Nesnel yapının Alevilerin istediği eşitlikçi düzeni olanaklı kılıp kılmaması ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte bu Anadolu yoksullarının bu arzu ve özlemleri hep canlı kalmış ve kimi yönleriyle sembolik de olsa bugüne aktarılabilmiştir.
Anadolu’da, Alevilik, tüm boyutlarıyla bir toplumsal düzen olarak yaşanılmasa da koşulların elverdiği- ki bu alanlarda daha ziyade merkezi yönetimlerin zayıf veya denetiminin dışında kaldığı alanlardır- kapalı köy birimlerinde ve dergah çevrelerinde kimi yönleriyle yaşandığını, en azından sembolize edildiğini söyleyebiliriz.

Yukarıda değindiğimiz serzenişlerin kimi haklı yönleri olsa da, doğrusu, çok da anlamlı gelmiyor. Kimi dindarların yada İslamcıların “Din elden gidiyor, dinimizi unuttuk” serzenişleriyle, “Alevilik elden gidiyor, Aleviliği unuttuk” serzenişleri arasında özde hiçbir fark yoktur. Din, cumhuriyet dönemiyle birlikte kimi yitimlere uğrasa da bu topraklarda asırlarca iktidarların ideolojisi, siyaseti ve toplumun egemen yaşam biçimi olarak uygulanageldi.
Bugün toplumsal yaşamda önemini korusa da gelecekte dinin sönümlenmesi yitip gitmesi kaçınılmaz olacaktır. Geçmişi temsil eden her şey gelecekle birlikte yok olup gitmesi kaçınılmazdır; ama Alevilik bu topraklarda henüz tüm boyutuyla ülke çapında yaşanmamıştır; dolayısıyla “Alevilik elden gidiyor, Aleviliği unuttuk” serzenişleri bu bakımdan anlamsız kalmaktadır.
Bu serzenişi dillendirenler, esasında, Aleviliği dinin (İslam’ın) bir mezhebi, bir tarikatı olarak düşünenlerdir. Kuşkusuz, Aleviliği bir din-inanç olarak değerlendirenlerin serzenişlerinde haklılık payı vardır. Ama, Aleviliği eşit, özgür gelecek bir dünyanın ütopyası, bu dünyanın toplumsal bir projesi, bir dünya görüşü olarak düşünenlerin kaygılanmalarına gerek yoktur; Nazım’ın dediği gibi, yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir.
Adaletsizliğin, haksızlığın, sömürünün, baskının olduğu bir dünyada eşit ve özgür ve adil bir dünya istemi her zaman yer bulacaktır. Alevilik geleceğin modern kominal ilişkilerinde yaşanacaktır; geleceği temsil etmektedir, geçmişi ve bugünü değil. Geçmiş ve bugünün temsilcilerinin korkmasına sebep vardır; ama geleceğin temsilcilerinin korkmaları için bir sebepleri yoktur.

Alevilik asimile mi oluyor? Egemenlerin Aleviliğe karşı ideolojik mücadelesi asırlardır sürmektedir. Alevilik kendi sosyal-sınıfsal mecrasından koparılıp din-inanç mecrasına aktarılarak oraya hapsedilmek isteniyor. Burjuvazinin komünizme karşı ideolojik mücadelesi neyse, farklı dönemler içinde de olsa egemenlerin Aleviliğe karşı ideolojik mücadeleleri o olmuştur.
Egemenler, Alevilerin resmi Sünni inanç dışında “Ali-Ehlibeyt- Şii” inanç eksenli kültürel bileşenlerine karşı değil, farklı bir dünya istemlerine veya bu istemleri çağrıştıracak inanç yapılanmalarına ve motiflerine karşı bir ideolojik mücadele yürütmüşlerdir. II. Beyazıt döneminde Balım Sultan’ın Rumeli’nden getirilerek (1501) Hacı Bektaş Dergahına postnişin olarak atanması ve resmi kurumsal bir yapının oluşturulmaya çalışılması son derece anlamlıdır. Bu tavır, Osmanlının, Alevilerin farklı bir dünya istemlerini terk etmesi ve Osmanlı saltanatına biat etmeleri karşılığında “Aleviliği” resmen kabulü anlamına gelmekteydi. Tabiki bu kabul kendi gerçekliğinden soyutlanmış, ehlileştirilmiş bir Alevilikti. “Islah” edilemeyen Alevilik kendi içinden “ıslah” edilmeliydi. Tüm bu asimilasyon çabasının işe yaramadığını Şah Kulu ve kalender Çelebi ayaklanmaları bizlere gösterir. Alevilerin farklı bir dünya istemleri kendi sınıf yapılarıyla her zaman uyumlu olmuştur. Kırın ve kentin sömürülen yoksullarından oluşan bu topluluk günümüz kapitalizm koşulları içinde sınıfsal bir farklılaşmaya uğramıştır.
Büyük bir çoğunluğu yine yoksul emekçi sınıfını oluştururken, diğer bir kısmı ise burjuvalaşmış yada küçük burjuva tabakasının içinde boy atmıştır. Bu sınıfsal farklılaşma, doğal olarak, Alevi topluluğu içinde bir ayrışmayı da getirmiştir. Alevi burjuvazisinin yeri Alevi dünyası değildir. Onlar sahip oldukları kendi sınıf çıkarlarının gereği olan patronlar dünyasında yerini alırlar. Onların Aleviliği hak, adalet, eşitlik, özgürlük değil Ali severliktir. Burjuvalaşmış eski Alevilerin tavrını bir asimilasyon olarak görmek doğru olmaz.
Kendi açılarından haklı olarak kendi sınıfının ve çıkarlarının yanında yer almışlardır. Bunların tavrı Alevi toplumu açısından bir kayıp sayılmaz; ama bunların yaratmış oldukları etki elbette önemlidir. Bunların, Alevi toplumu içinde bir başkalaşıma (asimilasyona) neden olduğunu kabul etmeliyiz.

Bugün Alevi-Kızılbaş geleneğinin gerçek savunucularına düşen görev, bir takım serzenişlerde ve yakınmalarda bulunmak değil, burjuvalaşmış, burjuva ve küçük burjuva özlemleri içinde bulunan sözde Alevilerin demagojilerini, iki yüzlülüklerini açığa çıkarmak ve bu kadim kültürün yaşanabilirliğini ortaya koymaktır.
Alevilerin burada saflaşmaları şarttır. R.T.Erdoğan’ın “Alevilik Ali’yi sevmekse bende Aleviyim” sözünü hatırlatmak isterim. Aleviliği kendi sosyal gerçekliğinden soyutlayıp Şiiler gibi Ali-Ehlibeyt severliğe indirgeyenler RTE’nin yanında yer alabilirler, zaten almaktadırlar. Bunları halen Alevi toplumunun içinde görmek, bugün kendilerini sermayenin emrine veren eski Marksistleri hala Marksist olarak görmekten pek farkı yoktur.
Günümüz modern kapitalizm çağında eski feodal dönemin değer yargıları, kültürel gelenekleri, din-inanç sembolleri üzerinden saflaşabilmenin anlamı, önemi ve olanağı yoktur. Son tahlilde toplumdaki saflaşma sınıfsal gerçeklik üzerinden olacaktır, kaçınılmaz olan budur. Olaya bu boyutta yaklaştığımız zaman Alevilerin doğal müttefiklerinin ülkemizin tüm emekçileri olduğunu; anti-feodal, anti-kapitalist, anti-faşistler olduğunu görürüz.

Aleviler, ne eski geleneksel yapılanmalarını (Ocak-Pir-Dede-Talip) sürdürebilme, ne de bu yapılanmalar üzerinden sosyal-kültürel yaşamlarını yeniden üretebilme olanaklarına sahiptir. Bugün cemevlerinde, kültür merkezlerinde, dergahlarda yapılanların büyük çoğunluğu semboliktir. Kuşkusuz sembolik de olsa bu çalışmaların yapılması bu kültürün gelecek kuşaklara aktarılması açısından önemlidir. Ama, olaya salt bu sembolik etkinlikler düzeyinde bakıldığı zaman, Aleviliği, inancın dar sembolik kalıpları arasında tüketmiş oluruz. Üstüne üstlük bu yapılarda İslami literatür ve referanslarla ve de Arapça okumalarla yapılan etkinlikler Aleviliği büsbütün köreltmekte ve İslami bir tarikat veya mezhep olarak İslam’ın yanına iliştirmektedir. Alevilik yaşanmıyor, Alevilik unutuluyor yada Alevilik asimile oluyor serzenişleri tam da bu noktada kendini göstermektedir. Aleviliğin kendi gerçek mecrasına döndürülmesi için kendi tarihi bilgelerinin, kendi özgün kültürel geleneklerinin referanslarıyla hareket etmenin yanısıra, esas olarak, günün koşullarının gerektirdiği örgütsel yapılanmalarını oluşturmalı ve proleterleşmelidir. Alevilerin hedefi, proleter hareketin hedefinden ayrı değildir. “Din farkı bilmeyiz/ Dil farkı bilmeyiz/ Sanki doğduk bir anadan/ Anamız amele sınıfıdır/ Yurdumuz bütün cihandır bizim…” diyerek eşitlik ve kardeşlik türküsüyle, sınıfsız bir toplum şiarıyla yürüyen işçi sınıfının bu özgürlük yürüyüşünü; “72 millete bir nazarla bakarız”, “Yarin yanağından gayri her şeyimiz ortaktır”, “Sevgi bizim dinimizdir” diyen Alevilerin yürüyüşünden ayırabilmenin olanağı yoktur.

İnsan hak ve özgürlükleri kapsamında, en temel demokratik haklarının bile kabul edilmediği Alevilerin, kendi kültürlerini özgürce yaşayabilmelerinin ve yaşatabilmelerinin olanağı yoktur. Yurtdışında kimi kültürel geleneklerini daha özgürce yaşayabilme olanağına sahipken, kendi ülkesinde bu olanaktan mahrum bırakılması yurttaşlık hakları açısından bir büyük garip çelişkidir; bunun ötesinde, AİHM kararlarına rağmen, halen Alevilerin kendi iradeleri dışında Sünni İslam dini eğitime zorlanması, Aleviler üzerindeki faşist-gerici baskıyı anlatmaya yetiyor sanırım. En demokratik hakları uğruna bile birlikte gerekli aktif bir tavır koyamayan Alevilerin hali ise düşündürücüdür. Kesin olan şu ki, Alevilerin demokratik ve siyasal hak ve talepleri ile ülkemizdeki diğer emekçi halkların demokratik ve siyasal hak ve talepleri birbirinden ayırt edilemeyecek kadar özdeştir. Türkiye’nin tüm emekçi halklarının demokratik ve siyasal mücadeleleri de ancak bu özdeşlik üzerinden birlikte örgütlenip yürütülmekle başarıya ulaştırılabilinir

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.