Konuk Yazar

Konuk Yazar

Mahzuni Şerif'i Nasıl Bilirdiniz? - Serdar Taş

A+A-

Nereden çıktı bu yazı!?
Ne âlemi vardı şimdi Mahzuni’nin mahzunluğunu ve mazlumluğunu soruşturulur ve kuşku duyulur hale getirmenin!? Birçoklarının el üstünde tuttuğu, baş tacı yaptığı, âşık şiiri geleneğinin 20'nci asırdaki doruk temsilcisi ve "çağımızın Pir Sultan'ı" gibi şahsımca mübalağalı bulduğum ifade kalıplarıyla ve beylik sözlerle tanımladığı Mahzuni hakkında daha önceden küçük eleştiri atışları, fiske vuruşları yapmıştım. Mahzuni Şerif'in "Kıbrıs Destanı" isimli nefret ve şiddet şiiriyle ilk defa 2014 yılında hasbelkader karşılaşmış, şiiri şaşkınlıktan ziyade öfkeyle karşılamış, "E be Mahzuni, susacak da mı dilin yoktu!?" diye sitem yollamıştım hayaletine. Gayet iyi hatırlıyorum ki o dönem, şiirinden bir pasajı kendi şahsi sosyal medya sayfamda Kemalizmin bir nefret ve düşmanlık ideolojisi olarak insanı nasıl da ötekleştirmeye, düşmanlaştırmaya sevk ettiğine dair ufarak bir yazıyla takdim etmiştim. Gerçekten de Mahzuni Kemalizmle "tek yanlı bir aşk" yaşamış, laikliği cumhuriyetin ve Aleviliğin teminatı olarak görmüş, ancak ne hikmetse o “laik” olduğu varsayılan ve çok sevdiği cumhuriyet onu memnu ilan etmekte, mapushane damlarında işkencelerle, rutubetle ve besinsizlikle sınamakta sakınca görmemişti.

Mahzuni'nin ölümünün 18'inci sene-i devriyesinde sosyal medya hesabımda, "Mahzuni'nin Karanlık Yüzü adlı bir yazı yazmak istiyorum," beyanında bulunduğumda bunu müspet bulanların ve merakla karşılayanların yanı sıra beni kınayanlar, kamuoyuna mâl olmuş bir ozana dair böylesi bir yazı yazmanın yanlış, zamansız (ki onlara göre bu tür ikon kırıcı yönelimlerin hiçbir zaman zamanı ve yeri değildir), yersiz, uygunsuz, ahlaksız ve ithamkâr olduğunu söyleyenler, beni bir linççi olarak görenler, üslubumu faşistlerin üslubuyla eş tutmak gibi muvazenesiz ve aşırı yargılar da mevzu bahis oldu. Mevcut fetişizm, karizmatik kişilik kültü, kutsayıcılık kültüründe Mahzuni gibi handiyse herkeslerce takdir ve kabul görmüş bir kamusal karakterin ideolojik zaaflarına değinmek istemem bile lüzumsuz bir tepkiyle karşılandı. Ancak kamusal şahsiyetlerin kamuoyu ve kanaat oluşturmaktaki kilit konumunu hesaba katacak olursak en azından ağızlarından çıkan her bir kelamı tartmak, yığınları, kitleleri yanlış, yalan, yanılsamalı kabullerin, kanaatlerin burgacına fırlatmamak gibi bir mesuliyetleri olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Türkiye tarihi, kamusal şahsiyetlerin linçlere, lanetlemelere, şovenizme davet etmelerinin, kışkırtmalarının tarihidir. Ahmet Kaya'nın "yağmurlarına bile yabancı olduğu bir ülkede" bir kalp depremiyle devrilmesinde Magazin Gazetecileri Derneği ödül törenindeki şovenist kurban etme ritüelinin olduğunu biliyoruz. Yine Müzeyyen Senar'ın 6-7 Eylül Pogrom'una iştirak ettiğini, bir kahvehaneye yellim yelalim girerek, "Erkek olan gelsin!" diye kitleleri lince, örgütlü kötülüğe davet edişini, yağmacıların arasına karışıp bir Rum kürkçü dükkanının yağmasına katılarak üzerine kat kat kürk giyindiğini biliyoruz.

"Mahzuni'nin karanlık yüzü" demek, elbette Mahzuni'nin bir de aydınlık yüzü olduğu anlamına geliyor eşyanın tabiatı gereği. Ne de olsa her şey zıddıyla kaim. Mahzuni, bir âşık, bir Alevi ozan ve saz şairi olarak elbette Aleviliğin içgörüsünden, birikiminden, öğretisinden istifade edip sanatında bu müktesebatı kullandı. Ancak bir Alevi âşık olarak Kemalizmle tehlikeli yakınlığına ve ilişkisine, Kıbrıs Harekatı'na yazdığı destansı, epik, şoven şiire, Mustafa Kemal'e özlem, hasret dolu, ölü çağırma ayinine dönüşen o şiirlerine ne demeliydi!?

Kemalist olmak, Alevi olmanın bir koşulu muydu bu ülkede!? Şöylesi bir mantık örüntüsü mü geçerliydi: "Bütün Aleviler Kemalisttir, Mahzuni Şerif de Alevidir, o halde Mahzuni Şerif de Kemalisttir." Kemalist olmak, Alevi olmanın şânından, ontolojisinden midir yoksa!? Alevi olmak ve Kemalist olmak arasında benim henüz farkına varamadığım, idrak edemediğim, zorunlu, kaçınılmaz, elzem bir ilişki ve nedensellik bağı mı var!? Kemalizm de Aleviliğe dâhil ve dair mi!? O Kemalizm değil miydi Alevilerin bağlamalarını bile "kanun hükmünde kararname"yle yasaklayan ve bir terör enstrümanına dönüştüren!? O Kemalizm değil miydi Koçgiri İsyanı'nı soykırım siyasasıyla yanıtlayan!? O Kemalizm değil miydi Dersim'i bir çıbanbaşı, harami yatağı, şâki yuvası olarak görüp de sökülüp atılması, akıtılması gereken bir irin olarak kıyıma tâbi tutan!? O Kemalizm değil miydi Alevilerin cem ayinlerini kolluk kuvvetleriyle suçüstü basan!? Şeyhülislamlık makamı yerine Diyanet İşleri Bakanlığı'nı kuran, Alevilerin ibadethanelerini, dahası Aleviliğin bizzat kendisini yasaklarken Sünni İslam'ın ve camilerin önünü açan Kemalizm değil miydi!? An itibarıyla Türkiye'deki cami sayısı, bütün Ortadoğu ülkelerindeki cami sayısının toplamından daha fazla! Türkiye, bütün Ortadoğu ülkeleri içinde gayrimüslim nüfusu en az olan ülke! İşte bu “başarı” ve nüfusunun %99'unun Müslüman olduğu “iftihar edilesi” ülkeyi Kemalistler inşa etmemiş miydi!? Hadi kutlayın, bu zafer sizin!

İttihat Terakki Cemiyeti'nin bir devamcısı olan Kemalist ideoloji, Alevilerin Türk islamı, halk islamı olduğuna, hem Kürt hem de Alevi olunamayacağına dair ırkçı, tahrifatlarla dolu bir tarih anlatısını tedavüle soktu. Bilhassa Fuat Köprülü'nün tezine göre Aleviliğin göçebe Türkmenlere özgü, kırsal, köylü karakterli bir inanç olduğuna dair mit bugün bile oldukça yaygın ve kabul görmüştür. Köprülü'nün mitine göre Alevilik şifahi, sözel bir kültürdür; tipografik (yazılı) kültür ürünleri ortaya koymamıştır. Kentli-köylü ayrımından hareketle köylü olmak, cahillikle, medeniyetten, adab-ı muaşeretten ırak olmakla özdeş tutuluyordu. Hal böyle olunca yapılacak askeri operasyonlar bile medeniyet götürmek olarak gerekçelendirilebilirdi. Yine Köprülü'nün nazarında Alevi dedeleri, uluları, şamanlardan dönme dedelerdi. Aleviliğin şifahi bir gelenek olduğunu iddia eden egemen tarih yazımının niyeti şüphesiz kötüydü. Sözlü geleneğin zayıf, yazılı geleneğin ise güçlü olduğuna dair asimetrik, hiyerarşik bir yaklaşımla Aleviliği İslamize etmenin koşullarını, meşru dayanağını oluşturmaya çabaladılar. Fuat Köprülü, Aleviliği Türk-İslam heterodoksisi olarak görmekteydi. Fuat Köprülü Aleviliği İslam'ın kentli, yazılı, merkezi, ortodoks, zahiri, müteşerri olmayan; batıni ve ezoterik bir yorumu olarak okuyordu. İşte bütün bu etno-politik faaliyetler ve retorik Kemalizm tarafından da devralınıp Mahzuni Şerif'e Kıbrıs Destanı'nı, Mustafa Kemal’in şahsiyeti etrafında inşa edilen karizmatik kişilik kültü ve tapıncına dayanan "Sarı Saçlı Mavi Gözlüm" şarkısını yazdırtan sürecin de art alanını, arka planını oluşturmuştur.

Sarı saçlı mavi gözlüm

Sana hasret sana vurgun gönlümüz

Neredesin mavi gözlüm nerde?

Bu gemi bu Karadeniz

Sarı saçlım, mavi gözlüm

Nerde, nerde, nerdesin dost?

Bu gemi bu Karadeniz

Sarı saçlım, mavi gözlüm

Nerde, nerde, nerdesin dost?

Bu gemi bu karadeniz

Sarı saçlım, mavi gözlüm

Nerde, nerde, nerdesin dost?

kurban olam yürüdüğün yollara

kara peçe yakışmıyor kullara

uyan bak bizim hallara

sarı saçlım, mavi gözlüm

nerde, nerde, nerdesin dost?

uyan bak bizim hallara

sarı saçlım, mavi gözlüm

nerde, nerde, nerdesin dost?

uyan bak bizim hallara

sarı saçlım, mavi gözlüm

nerde, nerde, nerdesin dost?

bulutlar terinden, dağlar kokundan

sarhoştur sevdiğim mahsuni bundan

bir daha gel, gel samsundan

sarı saçlım, mavi…

Yazının tam da şu momentinde Alevi-Bektaşi geleneğini ve tarihini de eleştirmek boynumuzun borcudur. Eşyanın tabiatı gereği hiçbir toplumun tarihi mütemadiyen "toplumsal mücadeleler tarihi", "direnişler tarihi", "başkaldırılar tarihi" değildir ve olamaz. Elbette Aleviler, Selçuklu ve Osmanlı dönemindeki birçok ayaklanmaya, başkaldırıya iştirak etmiştir. Ancak Alevi-Bektaşi tarihi aynı zamanda uzlaşmaların, merkezi hükümetle uyumlanmanın, ittifak etmelerin de tarihidir. Alevilerin kahir ekseriyeti nasıl ki bugün için Kemalizmle kahredici, can yakıcı ve can sıkıcı bir ittifak ve intibak içindeyse geçmişte de Bektaşiler, Osmanlı'yla öyle, hatta çok daha tehlikeli bir yakınlık içerisindeydi. Osmanlı'nın savaş makinesi olan Yeniçeriler, Bektaşi dergahına tâbi değil miydi!? Bektaşi neferleri, mücahitleri bir yandan Bektaşi gülbankları okuyarak öte taraftan da Kızılbaşları boğazlamıyor muydu!? Ayrıca Bektaşiler ve Balabanlar, Bektaşi mücahit alayları saflarında Çarlık Rusya’ya karşı 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı'na Osmanlı saflarında iştirak etmemişler miydi!? Üzülerek belirtmeliyim ki Mahzuni Şerif tam da bu işbirlikçi, uzlaşımcı Bektaşi damarının numunesidir. Kıbrıs Harekâtı esnasında hamasi ve destansı şiirini yazmak, bütün Rum ve Yunan âlemini kahpelikle, kalleşlikle itham etmek gibi bir nefret dili ve suçu tam da böyle bir ideolojik sürekliliğin ürünü olabilirdi. Bu aynı zamanda Aleviliğin en başat ilkesini olan 73 millete bir nazarla bakma düsturunu da çiğnemektir.

Aleviliğin teolojisi, öğretisi, felsefesi, içgörüsü ırkçılığı, göçmen, mülteci, sığınmacı karşıtlığını kesinkes dışlar. Benim şahsi fikrim odur ki ırkçılık Alevilikte düşkünlüktür. Alevilik öğretisi, yol ve erkânı gereği, "73 millete bir nazarla bakmayan halka müderris olsa da hakikatte asidir." Ne demişti Yunus: ”Sen sana ne sanırsan ayruğa da onu san!”

Ne ilginçtir ki Mahzuni Şerif, kendisini Dersim'in Hozat ilçesi, Bargini köyü, Ağuçan (Ağuiçen) ocağından bir Türkmen olarak takdim eder. Şayet Dersim'de haliyle Bargini Köyü'nde Zazaki ve Kurmanci konuşulduğunu bilmeyecek olsam bu tahrifata inanabilirdim. Benzer bir eğilim benim anne tarafından akrabalarım olan Koçgirililerde de mevcuttur. Koçgirilerin hatırı sayılır bir kısmı kendilerini etnik olarak Türkmen, inanç bakımından da İslamcı, on iki imamcı, Alici, Hasan-Hüseyinci, Ehl-i Beyt'çi bir Alevilikle, politik olarak da Kemalist, cumhuriyetçi, sosyal demokrat, milliyetçi, laik olarak tanımlarlar. Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske kitabında şöyle der: “Sizi sömürgeleştiren yabancıların sizde yarattığı en büyük yıkım, zamanla sizin kendinize sömürgecilerin gözüyle bakmanızdır." Gerçekten de sömürgecilerin getirdiği en büyük yıkım, sömürülenlerin kendi kimliklerinden, dillerinden, tenlerinden, tinlerinden utanç duymalarını sağlamaktır. Ben, şahsen kendi akrabalarım arasında Kürtlüğe dair büyük bir tiksinti, utanç, mahcubiyet, hatta zaman zaman indifa eden örtük, dolayımlı ve utangaç bir nefret dahi görüyorum. Bir söz vardır: "Burası Türkçe bilmeyen anaların Kürtçe bilmeyen çocuklar yetiştirdiği bir ülke."

Mahzuni Şerif kendisini sol, demokrat, sosyal demokrat olarak tanımlayan ve vaktiyle Karaoğlan'a, "mavi karanlık"a, benim "kasvetli kasket" de dediğim Bülent Ecevit'e Kıbrıs Harekâtı için şoven çığırtkanlıkla bezeli güzellemeler yazan bir şahıs. Karaoğlan'a karşı koşullu bir şekilde destek sunmuş, 14 Ekim 1973 seçimleri arifesinde sloganik bir türkü de kaleme almıştır:

Sevgili gardaşım, canım karaoğlan

Bizim yüzümüze güleceksen gel

Asık surat, göbeklerden usandık

Adamca bakmayı bileceksen gel

hey dost, hey dost, hey dost

bileceksen gel

Bilirsin ki bizim köyün yolu yok

Hökümete uğrayacak kolu yok

Bizim derdimizin sağı-solu yok

Açlığa bir çare bulacaksan gel

"Rey" dediniz, "oy" dediniz, al verdik

Yüzyıllardır gözü bağlı yalvardık

Tarla tarla diken yolduk, bel kırdık

Yoksulluğa tırpan çalacaksan gel

...

Hiç benzeme sen de evvel gelene

Çünkü karnımız tok böyle yalana

Bir sözüm yok milletini sevene

Yani halka kurban olacaksan gel

...

Mahzuni halk ile beraber olur

Haksızın hakkından haklılar gelir

Millet verdiğini geri de alır

Kara bahta ak gün salacaksan gel

Mahzuni, Ecevit'e bel bağlayışına, ondan medet umuşuna rağmen 2001 ekonomik ve içtimai kriz koşullarında erken seçime giden 57. koalisyon hükümetinin başbakanı olarak erken seçim kararı aldığı vakitlerde Ecevit'i eleştirir. Ancak "Hayata Dönüş Operasyonları" kapsamındaki şedit cezaevi müdahalelerine, devlet terörüne, ölüm oruçlarına ve Rahşan Affı'na dair Mahzuni'nin herhangi eleştirel bir beyanatını, şiirini, türküsünü henüz duymuş değilim. Duyanlar beri gelsin ve bana söylesin lütfen!

Şüphesiz Mahzuni ideolojik, politik zaaflarla, donanımsızlıkla, kifayetsizlikle mühürlüydü. Mahzuni Alevilik öğretisinde içkin olan "73 millete bir nazarla bakmak" düsturuna rağmen bir Alevi ozan olarak asla bu ilkenin gerekliliklerini hakkıyla ifa edemedi. Kıbrıs Harekâtı döneminde ülkedeki korkunç savaş ikliminde bu ülkenin sosyalistleri, gayrimüslimleri, Ermenileri, Rumları üşürken o tam da bu milli birlik ve beraberlik ikliminin kızgın sacını daha da harlayacak, kızdıracak bir güfte yazıp bestelemekten geri durmayacaktı. Bu dasitani, epik, birlik beraberlikçi, ajitatif, akla ve vicdana değil de karanlık, kızışık ve kudurgan duygulara hitap eden şiirin adı Kıbrıs Destanı'ydı. Mahcup ifadesi, karşısındakinde masumiyet, merhamet duyguları uyandıran bir ufacık tefecik adamın böylesi dini ve milli motiflerle bezeli bir nefret şiiri kaleme alması gerçekten de çok üzücü. Öyle ki "kafa kağıdı"nda, yani hüviyetinde ismi "Şerif Cırık" yazan Mahzuni Şerif'e “Mahzuni” mahlasını Alevi yol ve erkanını ona öğreten Cırık Baba, mahcup, mahzun hallerinden ötürü vermiştir. Ancak o mahzun, mahcup adam, "Susacak da mı dilin yoktu?" dedirtircesine bizleri ve daha sonra kendisini de mahcup edercesine hece ölçüsüyle şu dizeleri kaleme alacaktı:

Kıbrıs Destanı

Hele bakın şu yiğidin göğsüne

Zalımdan bir kurşun yemiş geliyor

Al bayrağı tabutuna sarılmış

Bu toprak benimdir demiş geliyor

Kundakta yavrular diri yakılmış

Çoluk çocuk hendeklere dökülmüş

Gebe gelinlere süngü sokulmuş

Kıbrıs'ı bir duman boğmuş geliyor

Bir papazın şerri, dünyayı sardı

Akdeniz'i kana, yaktı kavurdu

Kurtaran yok mu şu yavru yurdu

Bir mustafa kemal doğmuş geliyor

Ne güzel yakışmış bayrağın rengi

Bir vatan uğruna eylemiş cengi

Varmola dünyada mehmet'in dengi

Mahzuni soyunu övmüş geliyor

Ayrıca bu plağın başlangıcında gayet hamaset ve celadet diliyle bezenmiş, bir tipi fırtınalı kostaklanmasıyla ve bitirim ağzıyla kotarılmış bir girizgâh metni okur Mahzuni Şerif:

"Kıbrıs, Akdeniz ortak egemenliğinin acılarla kaplanmış bir çıbanbaşıdır. Bu çıbanın olgunluğunda yüce Türk milletinin ciğerinden kopmuş azınlığı yatar. İşte barbar Rum ve Yunan âleminin, bu yüce ruhlu azınlığa uyguladığı hayâsızlık, tarihte olduğu gibi bugün de tekrarlanmıştır. İşinde gücünde, namusuyla, imanıyla yaşayan köyler toplarla ateşe verilir mi? İhtiyar mücahitler, gebe kadınlar, beşikte mamasıyla oynayan masum yavrular süngülerle delik deşik edilip gömülür mü hendeklere? Uygar insanlık çağının en kutsal yapıtlarından biri olan basın mensubu esir edilir, gözleri bağlanır, kurşuna mı dizilir yunan medeniyetinde? ey kahpe millet Yunanlı! Öldürülür mü Adem Yavuz? Unutmayın ki biz gene İzmir’de gördüğünüz pala bıyıklı, gözü kanlı, göğsü kıllı Memed’in oğullarıyız oğlum! Sizde sizin güvendikleriniz de bizi yalnız İzmir’de değil, Çanakkale’de de iyi hatırlarlar. Anlarsınız bunu… Bu millet kırk milyon başıyla bir vücuttadır. Ya var ya yok oluncaya kadar insan özgürlüğü uğrunda tarihî görevini yapacaktır elbette!

Selam bayrağına sarılıp imanlara gömülen Yüce Türk milletinin şehitlerine! Selam onun ordusuna, komutanına, erine! Selam bütün özgürlükçü, hürriyetçi insanoğluna! Ve de selam Karaoğlan’a!”

Türk kimliğinin kurucu düşman ötekilerinden biri de Rumlar, Yunanlılardır. Resmi, devletlü tarih anlatılarında Yunan medeniyeti daima kahpelikle, bir küfür olarak, hakaretamiz bir dille anılagelmiştir. Ancak biliyoruz ki kendi kimliğini kurucu düşman ötekiler üzerinden tarif eden ve tanımlayan bir kimliğin bizatihi kendisi hastalıktır. Bernard Shaw’ın milliyetçiliğe dair nüktedan ve karikatürize edici tanımını hatırlatmayı yerinde buluyorum: “Milliyetçilik, benim bokum senin bokundan daha güzel kokuyor.”

Şimdi de Mahzuni Şerif'in misak-ı millici, birlik beraberlikçi, "bu vatan bizim, kimselere vermezükçü", "dörtnala gelip uzak Asya'dan, Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizimci", "böldürmeyizci" "bağımsızlıkçı" bir şiirini paylaşıyorum:

Edirne'den Kars'a kadar efendim

Bu memleket takım takım bizim be

Bizi bölemezsin be hey hemşerim

Toprak gibi bütün yüküm bizim be

Bizdeki yürekler başka yürekler

Günümüz dayanır tuzlu çörekler

Senin sofrandaki ballar, börekler

Ömür boyu zehir zıkkım bizim be

Senin sofrandaki baldır, börektir

Ömür boyu zehir zıkkım bizim be, bizim be

Kara sapan, kuru soğan, kel çarık

Çemre tezek, yanık, toprak kör yarık

Biz senin dilinde güya barbarık

Hayat denen şeyden bıkım bizim be

Bugün senin, yarın senin, dün senin

İlim senin, kültür senin, fen senin

Tarla bizim, tapu senin, un senin

Mahzuni der neden ekin bizim be

Tarla bizim, tapu senin, un senin

Mahzuni der neden ekin bizim be

Bizim, bizim, bizim be

Bizim, bizim, bizim gardaş

Bilinmelidir ki bir halkı, topluluğu bir arada tutan sembolik birlikten ziyade birlikte yaşama istemi ve iradesidir. Bu bakımdan Türkiye toplumunun (ki toplum demeye bin şahit gerek, bir güruhtur, yığındır, birikintidir, cemaattir) gayet bölünmüş bir toplum olduğunu tereddütsüz söyleyebiliriz. Zaten Babadolu coğrafyasının bunca bölünmüşlüğünün sebebi de Kemalizmle siyasal islamın o tuhaf ve marazi izdivacıdır. Bu mutsuz ve geçimsiz evlilik bir ilişki halinden çok çelişki ve şiddetli geçimsizlikle süregelmiştir. Süleyman Demirel gibi yanlış bir insanın gayet doğru ve isabetli bir sözü vardır: "Türkiye'yi yönetemezsiniz, idare edebilirsiniz." Kalıcı krizler, daimi darbeler, muhtıralar coğrafyasıdır burası. Olağanüstü halin olağan hal olduğu, sıkıyönetimin sıradan yönetim halini aldığı bir nizamiyedir, kışladır Türkiye. Mahzuni, yolsuzluk, hayali ihracat, adam kayırmacılık, dolandırıcılık, hırsızlık, rüşvetçilik gibi aktüel meseleleri şiirlerinde izlek olarak işlemesine ve belirli bir toplumsal duyarlılık ve hassasiyet geliştirmesine rağmen kurucu ideoloji olan Kemalizme dair hemen hiçbir eleştirel cümle, dize, söz öbeği sarf etmemiştir ya da henüz ben rastlamadım.

Ayrıca Mahzuni milliyetçi, ulusalcı, bağımsızlıkçı, vatansever reflekslerle Amerikan emperyalizminin bu ülkede organik ve içkin olduğu vurgusunu cılız tutuyor. "Def ol git benim yurdumdan!" dizesi bir çocuğun çaresiz bağırışlarını anımsatıyor. Amerika pekâlâ buralardan gidebilir, hatta buralara hiç gelmemiş, buraları hiç işgâl etmemiş bile olabilir; ki öyledir de zaten. Peki “içimizdeki Amerika”ya ne demeli!? Her baktığı yerde düşman gören, dahili ve harici mihraklar gören, en ufak bir demokratik talebi bile bölünme paranoyasıyla çiğneyen bu İttihatçı siyaset etme geleneğine ne demeli!? Öte yandan “gelişmiş” kapitalist ülkeler çok maliyetli ve meşakkatli olduğu için büyük oranda fiili işgale gerek duymuyorlar artık. Askersiz bir şekilde, içerideki işbirlikçilerle, 5. kol faaliyetleriyle bir güzel işgâl etmeden de okyanus aşırı ülkeleri yönetebiliyor Amerika. Buna “işgâlsiz işgâl” de denilebilir. Bu yüzden sahici ve samimi bir anti-emperyalizm, ancak ve ancak sahici, samimi ve sağlıkı bir anti-kapitalizmle mümkündür. Bu ülkede Anti-Amerikancı olmakla kapitalizm karşıtı olmak karıştırılıyor. Anti-Amerikan oldukları için anti-kapitalist olmaya gerek yokmuşçasına davranıyorlar. Tıpkı dindanrların bir dinleri olduğu için ahlaka ihtiyaçları yokmuşçasına davranmaları gibi…

Bana Anti-Amerikancı olmayan bir tek siyasi parti, örgüt, sivil toplum kuruluşu, demokratik kitle örgütü, ülkü ocağı şubesi, meslek örgütlenmesi, sol/sosyalist/komünist fraksiyon, islami teşkilat gösterebilir misiniz!? Elbette hayır! Ancak gelin görün ki bu saydıklarımın kahir ekseriyeti söylemleriyle redettikleri Amerika'yı neredeyse bütün eylemleriyle tasdikleyecek fiiliyatlar içindedir. Hem sonra bu ülkeye en büyük ihaneti milliyetçi, ulusalcı, vatansever retoriğe sıklıkla ve sıkıca müracaat edenler yapmadılar mı!? Kıbrıs'ı uluslararası ilişkilerin bir şantaj nesnesine, bir "yem"e, ileri karakola, arka bahçeye, kontrgerilla örgütleme kampına, kerhaneye, kumarhaneye, askeri garnizona çevirmediler mi!? Sürekli 74 Harekatı'nı hatırlatarak yarattıkları minnettarlıkla Kıbrıs halkını ezmediler mi!? Kıbrıs'ı "yavru vatan" olarak sürekli haddini bilen sükut halinde uslu, mülayim bir müsamere çocuğu gibi görerek makbul küçük kardeş olmaya mahkum etmediler mi!? TC., Kıbrıs'ı daima kendine minnettar, müteşekkir olarak görmekten hastalıklı bir zevk aldı.

YÜRÜYÜN ASLANLAR

Duracak zaman değildir

Yürüyen zalim üstüne

Ölen ölsün kalan yeter

Yürüyün Kıbrıs üstüne

Gemimiz derine dalsın

Uçağımız ıslık çalsın

Türk ulusu öcün alsın

Yürüyün zalim üstüne

Hasan Tahsin, Yavuz Adem

Bu uğurda öldü dedem

Düşmandan kaçanı nidem

Yürüyün düşman üstüne

Mahzuni der Türk milleti

Kim oluyor Rum'un iti

Son bulsun savaş illeti

Yürüyün zalim üstüne.

Milliyetçilikle, ulusalcılıkla vatanseverlik, yurtseverlik arasında oldukça kırılgan, hassas, ince bir zar olduğu ezber edilmiştir. Hatta şöyle söylemek bile mümkün: Bir kısım insan, kendilerine milliyetçi, ulusalcı demekten mahcubiyet duyduğu için utangaçça yurtsever olarak tanımlamakta. Ancak yurtseverlik, vatanseverlik kolaylıkla, bir çırpıda bağımsızlıkçılık, ulusal birlik bütünlük retoriği üzerinden ırkçılığa, şovenizme, mülteci/sığınmacı/göçmen karşıtlığına, ulusal narsisizme ve şovenizme kayabileceğini tarih bize defaatle göstermiştir. Bu nedenle yurtseverliğin bünyesine saklanmış ve onda içkin olan ırkçılığı, yırtıcı ve yıkıcı milliyetçiliği görmek zorundayız.

Irkçılığın ne demek olduğunu bildiğimizi sanmıyorum. Irkçılık yaygın kanaatin aksine sadece ten, deri rengi, kafatası biçimi, biyolojiyle ilgili bir ideoloji, olgu değildir. Sanki bir lütufmuş ya da marifetmişçesine, "Benim de Kürt, Alevi, Hristiyan arkadaşlarım var," sakilliğinden, çirkefliğinden kurtulamamış, olağanlaşmış, gündelikleşmiş bir mikro iktidar, minör ırkçılık düzlemi de ırkçılığa dairdir. Irkçılık klişe ve klasik bir kanaatle "siyah-beyaz" meselesine indirgenen karikatürize bir yaklaşımla açıklanamaz. Irkçılık, farklılıklara, ayrımlara vurgu yaparak sonunda insanlık dışılaştırmaya (dehümanizasyon) kadar varabilecek korkunç bir bölücülük, vicdansızlıktır, akıl dışılıktır. Yine kardeşlik söylemi, "Hepimiz kardeşiz" retoriği de çok tehlikeli ve sorunludur. Çünkü kardeşliğe çağrı, genellikle egemen olan kimlikte eşitlemeye, hâkim aidiyetlere çağrıda bulunma ve onun içinde eritmeye dayanır. Kaypakkaya'nın, "Önce halkların eşitliği, sonra halkların kardeşliği," demesi boşuna değildir. Kardeş olmanın gereğinden ve erdeminden bahsedenler, abilik taslamaktan, faklı kimliklere karşı kendisine had bildirilen, edep verilen, terbiye edilen bir küçük kardeş muamelesi yapmaktan geri durmayacaklardır.

Yine Mahzuni şiirlerinde "kardeşi kardeşe kırdıran zihniyet"e lanet etme motifi de mevcuttur. Harici güçler, dış mihraklar her an pusuya yatmış, bu cennet, emsalsiz vatan için tuzaklar, "kahpe fakları" hazırlamış, bizleri punduna getirmeye çabalamaktadır. Peki hangi oyun, onu oynayan, o oyuna katılan olmaksızın oynanabilir ki!? Fişteklenenler, kışkıranlar olmasa kışkırtamar neye yarar ki!?

Sınıfsız Okul

Boşa döğüşmeyin bizim yiğitler

Sizi vurduranlar vurulmuyor ki

Kim bilir nerede, hangi koltukta

Kömürde, tarlada yorulmuyor ki

Aynı baba dölü ölen, öldüren

Ölenle öldüren, iti güldüren

Yok muydu bunu size bildiren?

Vur diyenler bur'da görülmüyor ki

İşçiyi işçiye düşüren zalım

Boynumuzda boza pişiren zalım

Bu kadar bardağı taşıran zalım

Gözümüz önüne serilmiyor ki

Yeni adı çıkmış sağ ile solun

Tarihte borcu yok kullara kulun

İki yanı birdir yattığın çulun

Bilirsin ölenler dirilmiyor ki

Mahzuni der nedir hak'kın davası

İnsana benzer mi köpek mayası?

Uy tükensin, bitsin sınıf kavgası

Sınıfsız bir okul kurulmuyor ki

Bu yazının gayesi, Mahzuni Şerif’i itibarsızlaştırmak değildir. Kendi dimağımca teşrih masasına yatırmak ve Mahzuni’nin öteki, bilinmeyen, bilinip de bilmezlikten gelinen, önemsenmeyen yüzüne dair düşünmeye sevk etmektir. Onun türkülerindeki milliyetçi, şoven unsurların Aleviliğin 73 millete bir nazarla bakma düsturunun ne denli uzağına düştüğünü hatırlatmaktır. Aleviliği, Alevice olmayan unsurlardan korumak, Alevileri nasyonalizme, şovenizme karşı uyanık olmaya davet etmektir.

Bir Alevi ozan, hangi politik koşullarda olursa olsun kendisine milliyetçi saiklerle, hele bir de hâkim, ezen ve devletli bir ulusun milliyetçiliği adına türkü yakmayı yakıştırmamalıdır. Alevi kimliğine sahip bir sanatçının payına düşen, beynelmilel, evrensel insani değerlerle uyum ve birlik içinde olmaktır. Ne var ki Mahzuni Şerif dönemin milliyetçi hezeyan ve linç ikliminin de tesiriyle bestelerini ve güftelerini tamamen milliyetçi, şoven motivasyonlarla, bir halkı lanetlemek için kullanmaktan geri durmamıştır. Mahzuni, ideolojik ve politik olarak doğru ve etik bir konum alamamıştır. Bir savaş adamı değil de gönül adamı olarak anılan ve anılmak isteyen bir âşığın vaktiyle bir savaş için propaganda türküleri tutturması ne kadar acı! İntikamın, nefretin ve hakaretin kasvetli ve karanlık renklerine bürünmüş türküler çığırması ne üzücü! Mahzuni keşke sazını ve sözünü bir kere de olsa Yunan-Türk dostluğu adına ve aşkına meydana koyabilseydi! Keşke milliyetçi, şovenist sabuklamalar, hezeyanlar, sayıklamalar yerine o vakitler Türk ve Rum halkının ortak iradesine dayanan iki toplumlu bir politik model öneren sosyalistlere kulak verebilseydi.

Serdar Taş

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.