Nar'ın şairi Nar'ın babası - Haydar Ergülen

Nar’ın şairi Nar’ın babası - Haydar ErgülenGünümüz Türkiye şiirinin önde gelen isimlerinden ve BirGün’ün...

Nar’ın şairi Nar’ın babası - Haydar Ergülen

Günümüz Türkiye şiirinin önde gelen isimlerinden ve BirGün’ün çiçeği burnunda yazarlarından Haydar Ergülen’le yeniden basılan Toplu Şiirler kitabı Nar nedeniyle, sözsel ve içsel yolculukları üzerine sohbet ettik.

» Kullandığınız bazı imgeler var ki sanki diğerlerinden daha çok söz hakkına sahip okurunuz için. Bu imgelere birer ‘geçmiş’ yaratıyorsunuz zaman içinde. Böylece ‘anlam’ı çok daha kısa sürede aktarma lüksleri oluyor. Bu işlevlerinin dışında, onların sizin için de özel ve derin anlamları olmalı... Nar, hafız, bahçe, heves, mektup gibi sözcükleri diğer sözcüklerden nasıl ayırdığınızı biraz anlatabilir misiniz? Bunları kişiliğinizle ilgili ipuçları olarak görebilir miyiz?

Kırk yaşıma kadar şiiri yalnızca yazdım. Arada şiir üzerine, şiir kitapları üzerine yazılar da yazdım. Ama hiçbir zaman “ben şiiri neden yazıyorum, şiir anlayışım nedir?” diye düşünmedim. Sonra bir gün, Bursa’da bir toplantıda, birisi bana “niye şiir yazıyorsunuz” diye sordu. Ben de “bilmiyorum, ama düşünürüm,” dedim. İstanbul’a dönünce, kendi kendime “birkaç neden yazayım da sorulunca söylerim,” diye karar verdim. O yıl, Antalya Altın Portakal Şiir Ödülü’nü aldım. Ardından bir de sempozyum yapıldı bununla ilgili. Orada, “neden şiir yazıyorum?” başlıklı bir konuşma yaptım.

Bir sözcüğün yaşamımla çok ilgisi yoksa, sırf şiirimi zenginleştirsin diye onu şiirime alamam. Rahmetli Mehmet Günsür arkadaşımdı; çok iyi bir hikâye yazarıdır, reklam yazarlığına da beraber başlamıştık. Bir gün bana şunu söyledi: “Senin sesin içbükey sanki, içine doğru konuşur gibisin.” Bu fikir, kendi şiirimde, içe doğru konuşan bir dil olduğunu fark etmemi sağladı. Bunu da bir şekilde, ‘kuyu’ metaforuyla özdeşleştirdim. Sanki bir kuyu var ve kuyuya doğru gidiyor şiirim. Bu kuyunun içinde de fazla açılma olanağı olmadığı için, belli sözcükler, kavramlar ve imgeler üzerinde yoğunlaşıp duruyorsun doğal olarak. Örneğin ‘40 Şiir ve Bir...’ adlı kitabım hakkında çıkan yazılardan birinde, yirmi bir dizelik ‘Cümle’ şiirimde, cümle sözcüğünü 17 defa kullandığım yazılmıştı. Bu yazıyı yazan arkadaşım, bir taraftan bunun bir şair için çok riskli, bir taraftan da çok ilginç, cesur bir şey olduğuna dikkat çekmişti. Sözcüğü bazen başka başka kalıplara sokarak, bazen sözcük oyunları yaparak, her seferinde farklı dizeler yaratmanın ilginçliğinden söz ediyordu.

Bunun dışında rutinin ve tekrarın büyüsüne inanan bir insanım. Hem hayatta olan biten şeylerin hem de yazılanların birer tekrar olduğunu düşünüyorum. Bir de yetinme duygusuna sahip olduğumu düşünürüm eskiden beri. Rıza gösteririm. “Her şairin kelimelerden nasibi bellidir, fazlasına el uzatmamalıdır” diye yazmıştım mesela. Bu, şairin bazı kelimeleri mülküne geçirmesi anlamına da gelmemeli. Sadece, onlarla aramda daha fazla bir yakınlık var, diyebiliriz. İsteyen kullanabilir elbette (gülüyor). Geçen kasım ayında bir kızımız oldu, adını da Nar koyduk. Fazla zaman geçmeden, arkadaşlar arayıp “neden Heves koymadınız?” diye sordu. Karımın göbek adı da Heves olduğu için onu Heves Nar, diye seviyoruz. Dolayısıyla ‘heves’i ve ‘nar’ı mülküme geçirmiş oldum bir anlamda! (gülüyor).

» Son kitabınız ‘Üzgün Kediler Gazeli’nde, paletinizdeki imgelerin yanında, ‘efendiler, sır, derviş, veli’ gibi mistik ve tasavvufi imgeleriniz var. Bunlar, içinizde yaşadığınız yeni bir yolculuğun izleri mi?

İlk kitabım ‘Karşılığını Bulamamış Sorular’, 1981’de Yeni Türkü Yayınları’ndan çıktı. O dönem birçok genç şairin kitabı buradan çıkmıştı. Yaşar Miraç kendi olanaklarıyla basardı bu kitapları: Adnan Özer, Ahmet Erhan, Barış Pirhasan, Adnan Azar, Behçet Aysan ve Hüseyin Ferhat bu genç şairlerden bazılarıydı. Kitapların arka sayfasında özgeçmişlerimiz vardı. Her nasıl yaptıysam, kitabın arkasına “1956’da Eskişehir’de doğdum; ama ruhumun ve şiirimin bu kentin kokusuyla, rengiyle, göğüyle, sokağıyla hiçbir alakası yoktur” gibi bir şey yazmışım. O zaman da 25 yaşındayım. Yani yaşım da az değil hani... Aradan yıllar geçti. Bir arkadaşım, bu yazdıklarımdan dolayı bana çok kırgın olduğunu söyledi. “Biz orada beraber edebiyat ve şiir okuduk, beraber büyüdük, böyle bir şeyi nasıl yazdın?” dedi. O kadar utandım ki... Bunu sonra çıkan ‘Düzyazı: Yüz Yazı’ adlı kitabım da dahil olmak üzere, birçok yerde yazdım.

Yine, yaklaşık 10 yıl önce, Ankara’da, şiir günleri gibi bir etkinliğe katılmıştım. O sıralar Şükrü Erbaş, Ali Cengizkan ve Hüseyin Atabaş’ın yönetimini üstlendiği Edebiyatçılar Derneği, ‘Ankara Rüzgârı’ adlı bir antoloji çıkarmıştı. Bir tane de bana verdiler. Doğal olarak, hemen kendi adımı aradım. Bir de baktım ki Ankara’da yaşayan yaşamayan, geçmiş dönemden ya da genç şairlerden hemen her isim var; ama benim ismim yok. Buna çok üzüldüm. Nedenini sorunca da “senin Ankara ile ilgili tek bir dizen yok ki,” dediler. Hakikaten, İstanbul’a gelince şöyle bir gözden geçirdim yazdıklarımı ve Ankara’ya dair hiçbir dize bulamadım, Eskişehir’e dair de yoktu, bundan da çok utandım. 40 yaşındaydım ve benim için çok anlamı olan bu iki şehri, hiç de hak etmedikleri bir biçimde unutmuştum. Hemen ‘Haydarpaşa-Eskişehir-Ankara’ diye bir şiir yazdım. Daha sonra bu şiir Yasakmeyve Yayınları’ndan çıkan ‘Keder Gibi Ödünç’ adlı kitabımda yayımlandı.

Alevi kültüründen geliyorum. Dedelik yapmasam da dede ocağındanım. Her ne kadar Alevi-Bektaşi kültürüyle büyümüş olsam da gençliğimde bu kültürle bağlarımı ister istemez ikinci plana atmıştım. Bir gerçek ki insanın köklerine ve kültürüne olan bağlılığı yaş aldıkça artıyor. Geçmişine doğru yolculuk etmeye başlıyor. Sözünü ettiğiniz imgeler, sanırım, bu yolculuğumun tanıkları. Ben de, sadece ‘Üzgün Kediler Gazeli’ adlı kitabımdaki şiirlerde değil, yaklaşık on yıldır yazdığım hemen her şeyde Alevi tasavvufunun bendeki izleri mevcut.

» ‘Üzgün Kediler Gazeli’ adlı kitabınızda gazel, nefes, müstezat gibi geleneksel biçimler kullanıyor, böylece, kitabınızın içeriğiyle tamamen tutarlı bir çerçeve oluşturuyorsunuz. Bunu diğer kitaplarınızda da görmek mümkün. Kitaplarınızda yer alan şiirlerin ruhunu en iyi aktaracak biçimi seçmeniz, yoksa da onu yeniden yaratmanız kitaplarınız arasında oldukça belirgin bir bağ oluşturuyor sanki. ‘40 Şiir ve Bir...’ kitabınızdaki şiirlerde 20’şer mısra ve bu mısraları tamamlayan birer şah mısra kullanıyorsunuz. ‘Ölüm Bir Skandal’ kitabınızdaysa daha özgür bir anlatım biçimine başvuruyorsunuz. Biçim sizin için ne ifade ediyor?

Bazı kitaplarda biçimi daha bir farkındalıkla kullanıyorum, önceden tasarlıyorum. Ama bazılarında da tamamen serbest bir anlayış uygun oluyor kitabın ruhuna. Şimdi ‘nefes’ deyince, nefes formunda olmalı; ‘gazel’ deyince, az çok gazel formuna uydurmak zorundasın. Evet, ‘40 Şiir ve Bir...’ kitabımda, tasarladığım biçimi uyguladığımı söyleyebilirim. ‘Ölüm Bir Skandal’, daha serbest bir tarz. 1993-96 dönemi çok çalkantılı bir dönemdi. Bizler, yazarlar olarak, “acaba her birimiz bir cinayete mi kurban gideceğiz” diye korkuyorduk. ‘Ölüm Bir Skandal’, cinayete karşı ölümü savunan bir kitaptı; ama bir yandan da yaşamı savunmak gibi bir şeydi o zamanlar bu. Otuz üç bölüm olsa da tek bir şiirdir aslında ve ‘ölüm’, ‘aşk’, ‘çocukluk’ ve ‘yokluk’ üstüne dört kitaplık bir serinin ilk kitabıdır. Aslında, bu seriyi, ‘çocukluk-aşk-ölüm-yokluk’ sırasıyla yazmayı planlamıştım. Ama biraz da o yılların doğal akışı nedeniyle, ‘ölüm’le başlamış oldum. Şimdiyse tekrar çocukluğa döndüm. ‘İnce Defter’ başlığı altında dokuz, on tane şiir yazdım. Bu şiirlerim de ‘40 Şiir ve Bir...’ adlı kitabımda yer alan şiirler gibi, dize sayısı tasarlanmış, her biri yirmi dört blok-dizeden oluşan şiirlerdir. Neden şiir yazdığım sorulduğunda sıraladığım gerekçelerin çoğu doğru olsa da, asıl cevabım, Edip Cansever’in bir dizesinde geçen ‘gelmiş bulundum’ yaklaşımında bir cevaptır. Kısacası, kendimle ilgili olarak, ‘yazmış bulundum’ yanıtı bana daha samimi geliyor.

» Birçok ödülünüz var. Kimi yazarlar değer görüldükleri birtakım ödülleri çeşitli gerekçelerle geri çevirmişlerdir. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Aldığınız ödüller sizin için ne anlama geliyor?

Üniversite son sınıftayken Gösteri’nin ikincilik ödülünü aldım. Aradan belki on yıl geçti. Mehmet H. Doğan beni aradı ve ‘Eskiden Terzi’ adlı kitabımın Halil Kocagöz Ödülü’ne değer bulunduğunu, beş kişilik bir jürinin değil, kırk-elli şair ve eleştirmenin ortak kararıyla seçildiğini, dolayısıyla ödüllere karşı olsam da kabul etmem gerektiğini söyledi. Kabul ettim. Reddedemeyeceğimiz ödüller de var. Kendimde, Behçet Necatigil ya da Cemal Süreya Ödülü’nü kabul etmeme hakkı görmüyorum.

» Toplu şiirlerinizin yeniden basılması konusunda ne hissediyorsunuz?

Son baskının benim için ayrı bir anlamı var, çünkü kızımın adını da Nar koyduk. Ayrıca, önceki iki baskıda çok sevdiğim isimlerin görüşleri vardı. Fakat bana göre bir kitabın referansı öncelikle kendisi olmalı. Bu sebeple bu alıntıları kaldırdık. Benimle ilgili bazı ‘fazla’ bilgileri de çıkarttık, geriye sadece Eskişehirli olduğum, ODTÜ Sosyoloji’de okuduğum ve Nar’ın babası olduğum kaldı. Yazdığım diğer kitapların ve aldığım ödüllerin kitapta yer almasını istemedim.

OZAN MURAT / BİRGÜN - 16 Mart 2008

İLGİLİ HABER :

Metin Altıok Şiir Ödülü Haydar Ergülen'in

Röportaj Haberleri

Alevilerin Dışavurumu: Müzik ve Kimlik
Ali Ekber Yurt: 'İmam hatip ve ilahiyat mezunu iki ‘dede’yi Diyanet’e biz önerdik'
Gani Pekşen ile röporaj
Alevi Haber Sözcüsü: 'DAD Hasret Gültekin anıtının yıkılmasını savunuyor!'