Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak Röportajı

[caption id="attachment_25662" align="aligncenter" width="615"] Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak[/caption]Alevi-Sünni arasındaki münaferet ‘Alevi kıyımı’ hadisesinin...

[caption id="attachment_25662" align="aligncenter" width="615"] Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak[/caption]

Alevi-Sünni arasındaki münaferet ‘Alevi kıyımı’ hadisesinin doğru anlaşılmasıyla ortadan kalkar

Hükümet’in ‘Alevilik açılımı’ olarak ortaya konan proje, pek çok Alevi tarafından menfi yorumlarla değerlendirildi. Oysa bugüne kadar atılmış en somut ve ümit verici adımdı. Daha içeriği tam olarak bilinmeden karalanan bu proje vesilesiyle, Alevilik üzerine ciddi çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak ile konuştuk. Ocak’ın yorumuna göre, iktidarın yaptığı jestin ciddiyet taşıyıp taşımadığını zaman gösterecek. Zira Alevilikle ilgili sorunların uzun bir geçmişi var ama sorunun tarafları Aleviler ve Sünniler değil siyasi iktidarlar ve Aleviler olmuş.

BAŞBAKAN Erdoğan 11 Ocak’ta Muharrem orucu dolayısıyla Alevilerle bir araya gelerek iftar edecek. Bu gelişme, Alevilik ve Sünnilik arasında bir bağdaşmayla, ideolojik muhtevalardan uzaklaşıp kültürel temelde bir kaynaşmayla sonuçlanır mı? Başbakan’ın yaptığı yoksa bir kısım Alevilerin dediği gibi ‘Sünnileştirme operasyonu’ mu?

Sözünü ettiğiniz gelişme, aslına bakılırsa siyasal iktidar tarafından önerilen bir jest olarak bütün Türkiye tarihi boyunca görülmemiş bir gelişme. Ancak bunun ciddiyet taşıyıp taşımadığı, nasıl tatbik mevkiine konulacağı zamanla görülecek. Göstermelik jestlerin faydası olmayacağı kesin.

Bu yaklaşıma Alevî kesiminin pek güvenle bakmadığı da görülüyor.

Kendi açılarından haklılar da. Çünkü Sünnî kimliği çok açık muhafazakár bir iktidardan geliyor bu yaklaşım. Üstelik bu gelişmenin Alevîlik ve Sünnîlik arasında bir bağdaşma sağlayacağını, ideolojik muhtevalardan uzaklaşıp kültürel temelde bir kaynaşmayla sonuçlanacağını beklemenin gerçekçi olmadığını da bilmek lazım. Asırların ötesinden sarkan, tarihsel, teolojik, sosyolojik kökenleri olan kompleks bir problemin kolayca çözüleceğini zannetmek de çok ütopik bir şey.

Çünkü her iki tarafın birbirine dönüşmesinden bahsediyorsunuz ister istemez. Ama olması gereken, tarafların birbirlerinin farklılıklarını ve ortak noktalarını bilerek, kabullenerek birbirlerine tahammül etmeleri ve birlikte yaşamaya razı olmaları.

Bu mümkün mü sizce?

Bugün Avrupa’da da Katolikler ve Protestanlar arasında olan sadece budur. Kaynaşmak, bağdaşmak değil.

İftara katılmak, bazı toplantılarda bir araya gelmek şüphesiz ki iyi bir şey, diyalogu sağlamak açısından. Dediğim gibi bunu zamanla göreceğiz.

Bir takım hayallere kapılıp sonra da hayal kırıklığına uğranılırsa, bu, Alevî kesimi içinde problemin çözümünü istemeyen -çünkü kendi varlığı çözümsüzlüğe bağlı- hiç de küçümsenmeyecek radikal bir çevreyi daha da radikalleştirebilir.

Diyanet’in tutumu katı

İktidar, bugüne kadar alışılan tutumun dışında politikalar geliştirse de Diyanet’in tavrı daha katı gözüküyor. Diyanet’in mevcut haliyle Alevilerin itirazlarını karşılayabilecek bir çözüm üretmesi mümkün mü?

Bunun mümkün olabilmesi, her şeyden önce Sünnî toplumda, sonra da Diyanet’te köklü bir zihniyet değişikliği ister. Diyanet’in, Alevîlerin itirazlarını karşılayabilmesi, onların taleplerine uygun bir zihniyet değişikliğini benimseyerek istenilen yapılanmayı sağlayabilmesi, şu haliyle pek mümkün görünmüyor.

Bunun bence biri Sünnî kamuoyunu, diğeri Alevî kamuoyunu ilgilendiren iki sebebi var: Birincisi, hem Sünnî kamuoyunda hem de Diyanet’in içinde bu meselenin Alevileri Sünnîleştirmek suretiyle çözülmesi gerektiğini düşünen bir kesim var. Her ne kadar bu niyet açıkça dillendirilmese de yıllardan beri bu kesimin söylemleri bunu açıkça gösteriyor.

Ayrıca Diyanet Sünnî kamuoyunu ikna edemezse, ne kadar Alevi taleplerine cevap vermek isterse istesin, bu kesim içindeki radikaller bu çabalara tepki gösterecek ve sonuçsuz bırakacaktır.

İkincisi, radikal Alevî kesimi -ki bunun içinde hem sosyalist hem geleneksel Alevî kesimden çevreler olduğu bilinmedik bir şey değil- zaten Diyanet’in varlığına karşıdır veya en azından ona güvenmemektedir. Zaten sosyalist kesim geleneksel Alevî kesimiyle de problemlidir ve onları yanına çekmeye çalışmaktadır.

Sonuçta Türkiye’de Alevîlerle Sünnîler arasındaki tarihsel problemi çözmek için, her şeyden önce her iki tarafın da peşin hükümleri bir yana bırakarak gerçekçi bir yaklaşımla, önce birbirlerini tanımaya razı olmaları ve birbirlerini dönüştürmeğe çalışmadan ve -bir daha vurgulamak isterim- doğru tarihsel perspektif ışığında birlikte bilimsel projeler geliştirmelerine ve sabırlı olmalarına bağlıdır.

Aleviler arasındaki en temel ayrışma noktası olarak ‘Alevilik İslam dışıdır’ iddiası gözüküyor? Alevilik, toplumsal, siyasi ve dini boyutlarıyla hangi referans noktalarından hareket ediyor ve besleniyor? Bu ayrışmanın kaynağı ve doğru tarihsel perspektif ne?

Alevîlik meselesinde sözünü ettiğiniz üç boyutu birbirinden ayrı düşünmek çok mühim bir yanlış olur. Bu üç boyutun iyi anlaşılması sağlam bir tarihsel yaklaşımla mümkündür. ‘Geçmiş geçmişte kalmıştır, bugüne bakmak lazım’ gibi naif bir zihniyeti tez elden bırakmak gerekiyor.

Alevilik İslam dışı değildir

Kerbelá faciasının nedenlerini ve hadiseleri o safhaya getiren gelişmeleri hesaba katmadan, Türklerin Müslüman oluş sürecini ve bu sürecin ne şekilde nasıl bir mahiyette seyrettiğini, Osmanlı dönemindeki Osmanlı-Safevî mücadelesini ve sonuçlarını dikkate almadan diğer üç boyutu anlamamız mümkün değildir.

‘Alevîlik İslam dışı mı, değil mi?’ tartışması ne yazık ki talihsiz bir tartışmadır ve problemi, çözümüne katkı sağlamak şöyle dursun, büsbütün içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Kanaatimce bu sorunun cevabını vermesi gereken taraf, Sünnî kesimden önce Alevî kesiminin kendisidir. Bu kesim ise bu sorunun cevabını vermekte birbirlerinden çok farklı tavırlar ortaya koyuyor. Bu tartışma bence Alevî kesiminin önündeki en ciddî handikaptır. Geleneksel kesim Alevîliğin ‘İslam’ın içinde’ olduğunu ısrarla vurgulamakta, hatta daha da ileri giderek asıl İslam’ın, ‘Alevî İslam’ı’ olduğunu iddia etmektedir.

Diğer kesim ise Alevîliği İslam’ın içinde düşünmediği gibi, onun dinî hiçbir karakterinin olmadığını, ‘insanı merkeze alan bir felsefe’, ‘bir yaşam tarzı’ olduğunu ileri sürmektedir. Ayrı bir din olduğunu zannedenler de var tabii. Bu tartışma, biliyorsunuz, sürüp gitmektedir. Bana soracak olursanız, eğer büyük çoğunluk kendini İslam’ın içinde görüyorsa -ki öyledir- sorunun cevabı ortadadır.

Alevilerin muhalif bir ideolojik kimlik kazanmalarında milat nedir?

Eğer Türkiye tarihindeki Alevîliği kastediyorsanız, Osmanlı-Safevî mücadelesinin başladığı 1500’lü yıllar tam anlamıyla bir milát sayılabilir.

16. yy’da ‘öteki’ oldular

Çünkü aslında iki devlet arasındaki siyasal rekabetin sonucu olan bu mücadele, her iki tarafın birbirini kendi kamuoyları önünde meşrulaştırmak için başvurdukları dinî söylemle, yani birbirini ‘ráfızî’ (din dışı) ilan etmeleriyle Osmanlı topraklarındaki Alevîler tam anlamıyla muhalif bir kimliğin temsilcileri olarak Türkiye tarihinde yerlerini aldılar. Oysa ondan önce Osmanlı devletinin, yerleşik hayata geçirerek vergiye tabi kılma konusundaki baskılarının dışında Alevî -yahut o zaman ki adıyla Kızılbaş- dediğimiz toplumla, inançlarından kaynaklanan bir sürtüşmesi olmadı. Osmanlı merkezî yönetimi, kendine karşı herhangi bir tehlike, bir ayaklanma söz konusu olmadığı sürece hiçbir inanç kesiminin inançlarıyla ilgilenmemiştir.

Bu yüzden bu kesimlerin Safevî devletiyle bağlantısı Osmanlı merkezî yönetimini çok tedirgin etmekteydi. Nitekim Şah İsmail devleti kurarken İran’da tam anlamıyla bir ‘Sünnîliği tasfiye’ faaliyetine girişmişti.

İşte Şiî Safevî propagandası kırsal kesimde çok etkili olduğu için Osmanlı yönetimini fazlaca tedirgin etmiş ve savunma psikolojisi içinde, şiddetli tedbirlerle bunun etkilerini savuşturmaya çalışmıştı. Bunun sonucu Alevîler Ráfızî (İslam dışı) ilan edildiler. Yani bugünkü yaygın deyimle ‘öteki’ oldular.

Bu, dini değil siyasi bir tavır, öyle değil mi?

Elbette. Dinî içerikli görünmekle beraber aslında tamamen siyasi bir ilándır. İşte Alevîler devlet tarafından böyle karşılanıyordu. Sırası gelmişken hem bazı Sünnîlerin hem de Alevîlerin yanlış bildikleri bir meseleyi de açıklığa kavuşturmak gerektiğine işaret etmek isterim: ‘Alevî katliamı’ veya ‘Alevî kıyımı’ dedikleri şey, aslında Osmanlı devletine karşı fiilen Safevî devleti taraftarı olarak karşı çıkan, isyan eden veya Safevîler için çalışan Alevîlerin tabi tutulduğu bir katliam olayıdır.

Yoksa Osmanlı merkezî iktidarı 16. yüzyıl Avrupa’sındaki din savaşlarında Katoliklerle Protestanlar arasında cereyan eden karşılıklı katliamlarda olduğu gibi, Alevî köylerine veya boylarına karşı sistemli bir katliam yapmamıştır. Başbakanlık arşivindeki Mühimme kayıtları dediğimiz belge kayıtları bunu açıkça ortaya koyuyor. Belki bugün Alevîlerle Sünnîler arasındaki münafereti ortadan kaldıracak olan en önemli hususlardan birinin, bu meseleyi açıklığa kavuşturmak olduğunu unutmamalıyız derim.

Marksist Alevilik

Aleviliğin uluslararası bir konu haline gelmesinde ve zaman zaman Türkiye’nin karşısına bir zorluk olarak çıkartılmasında nasıl bir politik süreç işledi? Avrupa’daki Alevilerin daha sert tutumlu olmalarıyla bu sürecin ilişkisi var mı?

Bu sürecin işlemesine bir bakıma Avrupa’daki geleneksel Alevîlik çizgisinin dışındaki Alevîler katkıda bulundular diyebilirim. Fransa, Almanya ve Hollanda gibi, Alevî vatandaşlarımızın yoğun olarak yaşadığı bu ülkeler, Alevîleri ‘ayrı bir dinin mensupları’ olarak düşündükleri için azınlık statüsünde değerlendiriyorlar.

Orada yaşayan sözünü ettiğim Alevî kesimleri de onların bu düşüncelerini destekleyecek tutumlar içinde ve o yolda taleplerde bulunuyorlar. Oysa Türkiye’de ve Avrupa’da yaşayan geleneksel Alevîliğe bağlı, yani kendini ‘Müslüman’ olarak tanımlayan Alevîler, biliyorsunuz, buna şiddetle karşı çıktılar. Buna rağmen Avrupa Birliği tutumunu bildiğim kadarıyla değiştirmedi. Katolik kilisesi’nin de bu meseleyle yakından ilgilendiği bilinmeyen bir şey değil. Fakat bütün Alevîleri aynı şekilde düşünüyor gibi bir değerlendirme haksızlık olur bence.

Sünniler de değişiyor

Alevilik dini bir muhtevadan çok Marksist-ideolojik bir söylemle kendini anlatıyor. Neden?

Kendini ‘Müslüman’ kimliğiyle tanımlayan Alevîlerin, kendilerini ideolojik bir muhteva ile tanımladıklarını söyleyemem. Tersine onlar buna karşıdırlar ve ısrarla, kendilerinin ‘İslam’ın içinde’ olduklarını her vesileyle ifade ederler. Ama 1960’lar sonrası, o dönemin genç Alevîleri, Marksizmi benimseyince, ister istemez kendilerini Marksist söylemle tanımlamaya başladılar, bugün de bunlar mevcuttur, Avrupa’da ve Türkiye’de dernekleri, federasyonları var. Bunlardan bazıları ise 1990’larda yeniden geleneksel Alevîliğe döndüler. Bu simaların hem Alevîler, hem Sünnîler için önemli bir kazanç olduğunu düşünüyorum.

Bugün, Aleviliğin yeniden yapılanması diye bir olgudan söz edebilir miyiz?

Ben de tam bunu söyleyecektim. Alevîlik, pardon, yalnız Alevîlik mi, Sünnîlik de, üstelik yalnız Türkiye Sünnîliği değil, İslam dünyası genelinde Sünnîlik de görebildiğim kadarıyla yeniden yapılanma sürecini yaşıyor. Aslında her alanda süratle değişen dünyada bundan daha tabii bir şey olamazdı. Bence dinler de, bu arada bütün yorumlarıyla İslam dini mensupları da, alabildiğince çeşitlenen, kompleksleşen yeni problemler, yeni hayat tarzları, yeni zihniyetler karşısında dayanabilmek ve varlığını sürdürebilmek için bazı alanlarda, özellikle artık iyice iç içe geçen ferdî, toplumlar ve uluslararası ilişkilerde, kendine çeki düzen verme, yeni sorunlara yeni çözümler arama yolunda yeniden yapılanma sürecine girmek zorunda idiler ve öyle de oluyor. Bu karşı konulmaz bir sosyolojik olgudur.

Alevilik ve Alevilerle ilgili halihazırda bir toplumsal mühendislik çalışması yürütülüyor mu?

Bunu bilemem, belki! Dışarıda ve içeride bunu yapmak isteyen veya yapmakta olanlar bazı çevreler herhalde vardır. 1980’lerden beri yaşadığımız sürece bakılırsa, olmamasına şaşmak lazım.

Aleviliğin teolojik kaynaklarının pek de olmadığı, kaynak diye varılan yerde ele geçenlerin mitolojik malzemeler olduğu tezi doğru mu?

Kısmen doğru, kısmen yanlış. Doğru, çünkü bu kaynakların çoğu menákıbnáme veya veláyetnáme dediğimiz türden. Yani eskiden yaşamış Alevî ve Bektaşî evliyasının kerametlerle karışık hayat hikáyelerini, menkıbelerini, düşünce ve inançlarını anlatan nesir halinde veya nesir-nazım karışık eserlerdir.

İkinci büyük kaynak grubu ki bence asıl Alevîliğin ve Bektaşîliğin teolojisinin temel kaynakları, erkánámeler ve benzerlerinden ziyade, Alevî ve Bektaşî nefesleridir. Bunlar mitolojik unsurlarla karışık olmakla beraber, fevkalade önemli, nefis tasavvufî metinlerdir. Asıl yayımlanması gerekenler bu kaynak grubudur. Fakat bunlar sadece mitolojik metinler değil aynı zamanda önemli dinî metinlerdir.

Neden Sünnî veya Şiî teoloji kaynakları gibi, rasyonel, sistematize kaynaklar yok?

Bence bunun iki sebebi var. Birincisi, Alevî toplumunun yakın zamanlara kadar çoğunlukla kırsal kesime mensup olması, yazılı kültürden ziyade şifahî kültür geleneğini yaşatmasıdır. Bu geleneği tarihin içinden bu güne kadar getirip yaşatanlar ise, bildiğiniz gibi çoğu aynı zamanda şair, ozan olan dedelerdir ki bunlar içinden Osmanlı dönemi boyunca Viranî gibi, Pir Sultan Abdal gibi çok ünlü simalar yetişmiştir. Bildiğiniz gibi Pir Sultan Abdal’ın nefesleri Osmanlı döneminde Sünnî tarikatların tekkelerinde de okunuyordu. İkincisi, malûm sebeplerle ve özellikle Osmanlı toplumunda bir dönemden itibaren sürekli takibat ve denetim altında, kapalı bir toplum olarak yaşamak durumunda kalmaları ve Şiîlikte olduğu gibi kendi eğitim müesseselerini kurup álimlerini yetiştirme imkánına sahip olamamalarıdır.

Yazılı kültür zayıf

Şifahi kültürden yazılı kültüre geçişte bir yol kat edildi mi peki?

Belli bir yol kat edildi. Aslında bu yol yaklaşık 17. yüzyıldan itibaren kat edilmeye başlamıştı. Elimizde bulunan gerek menákıbnámeler, gerek nefesler, gerekse Alevî ve Bektaşi şáirlerinin kişisel divanları olsun, yazma nüshalarının birkaç istisnanın dışında, 17. yüzyıldan daha eskiye gitmemekte olmasıdır.

Bu, bir bakıma yazılı kültüre bu asırdan itibaren geçilmeye başlandığını gösterir. Sebebini ben, bu yüzyılda artık 16. yüzyılda olduğu gibi Osmanlı merkezî yönetiminin Safevî tehlikesinden o kadar endişe etmemesine, dolayısıyla denetim ve takibatı tavsatmasına bağlıyorum.

Eğer 16. yüzyıldaki gibi şedit bir politika izlenmiş olsaydı, mühimme kayıtlarının gösterdiği gibi ve onların ifadesiyle ‘Rafızî kitaplar’ toplatılıp yakılırdı. Yalnız bu ‘Rafızî kitaplar’ın Anadolu’da değil, İran’da yazılıp buraya gizlice sokulduğunu söylemek lazım. Biz bu devirde Anadolu’da yazılmış -bir tek Hacı Bektaş Veláyetnámesi hariç- bir kitap bilmiyoruz. Tabii en azından şimdilik. İleride çıkar mı, bilemem. Ama 16. yüzyılda devletin çok sıkı takibat ve cezalandırma politikasının yarattığı korku ortamında da, farz-ı muhal, Alevî toplum içinde yazılı kültür gelişmiş olsa bile yazılı metinler üretmek herhalde mümkün olamazdı.

Bugünse artık Alevî ve Bektaşi toplumu hem yeni kitaplar yayımlamakta, hem eski metinleri -ne yazık ki ticarî gayelerle olsa gerek- itinasız ve baştan savma bir şekilde yayımlamaktadırlar.

Atatürk’ün Hazreti Ali olduğunu düşünenler var

Atatürk’ün Hz. Ali’nin halefi olarak görüldüğü şeklinde bir tespitiniz var. Nasıl oluyor da teolojik bir arayış seküler bir varılıyor?

Laikliğin bazı Alevî aydınlarınca ádeta bir teoloji gibi algılandığını yazmıştım, bu farklı bir şey. Benim söylediğim, aslında, Cumhuriyet’in kurucusu ve yegáne sahibi imiş gibi davranan bazı kesimler nezdinde Alevîliğin kendini meşrulaştırmak ve böylece Sünnî kesimlere göre bir üst kademeye yerleşmek ve bu maksatla da laikliğin teminatı oldukları imajını yaratabilmek amacına bir telmih idi. Atatürk’ün Hz. Ali’nin modern çağda yaşayan halefi olarak görüldüğünü söylediğim konusuna gelince, halefi olarak değil, bizzat kendisi olarak yorumlandığını söylemiştim. Bu bizzat benim bir düşüncem değil, bir gerçek olgunun ifadesidir. Bunun nasıl böyle görüldüğünü anlamak için, geleneksel ve tarihsel Alevîliğin temel inançlarından olan hulûl (enkarnasyon, Tanrı’nın insan bedeninde görünmesi) ve tenásüh (reenkarnasyon, ölen bir kişinin ruhunun başka bir zaman ve mekánda başka bir bedende yeniden yaşaması) inançlarına ve bunların Alevî teolojisindeki yerlerine áşina olmak icap eder.

Aleviler Hz. Ali’yi teolojik bir figür olarak görürler

Sünnî kesimin ve özellikle bu meseleyi halletmeye soyunanların artık, Alevîliğin sadece Hz. Ali’yi sevmek kadar basit olmadığını, yahut Alevîlerle Sünnîler arasındaki yegáne farkın Hz. Ali’yi fazlaca sevmekten ibaret olmadığını anlamaları gerekir.

Sünniler de Kerbelá olayına hassasiyet gösterirler. Bu, neden bir ortak payda olarak görülemiyor? Neden Hz. Ali, Sünni ve Alevileri yakınlaştıracak, en azından iki kesimi karşılıklı olarak yumuşatacak bir figür olarak işlenemiyor, işlenmiyor?

Kerbelá olayına karşı gösterilen hassasiyetin taraflar arasında çok farklı bir mahiyet arzettiğini bilmek lazım. İkisi aynı zihniyetten veya algılayıştan kaynaklanmıyor. Sünnilerin hassasiyeti, Peygamber’in çok sevdiği torununun uğradığı bir zulüm, kanlı, menfur bir cinayetle sonuçlanan bir haksızlığa karşı duyulan tepkiden geliyor. Sonuçta Peygamber’e karşı yapılan bir haksızlık ve hatta saygısızlık olarak görülür ve tabii ki büyük üzüntü kaynağıdır. Oysa Alevilikte bu facia bir teoloji yaratmıştır ve tarih boyunca Aleviliğe vücut veren temellerinden biridir. Aynı zamanda da Aleviliğin çok önemli ritüellerinden biridir. Bu algılayış ve yaklaşım farkına rağmen Kerbelá olayı belki iki kesimin ortak noktalarından biri olarak algılanabilir, belirttiğim farkı anlamak kaydıyla tabii.

Peki ya Hz. Ali... Sünni ve Alevilerin Hz. Ali’ye bakışları...

Hz. Ali konusunda ise iki kesim arasında çok daha derin bir fark vardır. Şu kadarını söyleyeyim ki, Hz. Ali, Sünni kesim için Peygamber’in amcaoğlu ve ilk Müslümanlardan olmasının ötesinde, Hayber kahramanı ve dördüncü halife olarak en büyük İslam şahsiyetlerinden biridir. Fakat Sünniler için bir teoloji konusu değildir. Oysa Alevilik için Hz. Ali, en temel teolojik unsurdur, teolojisinin merkezindeki şahsiyettir. Dolayısıyla Sünnilerin Hz. Ali’si etiyle kemiğiyle tarihte yaşamış ve vefat etmiş bir insandır, ama Alevilerin Hz. Ali’si bundan çok daha fazla bir şeydir. Bence en önemlisi de, Sünni kesimin ve özellikle bu meseleyi halletmeye soyunanların artık, Aleviliğin sadece Hz. Ali’yi -üstelik hangi Hz. Ali’yi? Sünnilerin benimsediği, tarihte yaşamış olanı mı, yoksa Alevi toplumunun tarihin içinden bugünlere taşıdığı kendi inanç dünyalarındaki Hz. Ali’lerini mi?- sevmek kadar basit olmadığını, yahut Alevilerle Sünniler arasındaki yegáne farkın Hz. Ali’yi fazlaca sevmekten ibaret olmadığını anlamaları gerekir.

‘Ali’siz Alevilik’ tezi...

Zaten bu yüzden ‘Ali’siz Alevilik’ tezi çok haklı olarak Alevilerden tepki gördü. İki kesimi karşılıklı olarak yumuşatacak bir figür olarak işlenmemesi, hatta işlenemiyor olması bence bu yüzdendir. Ama Sünnilerin bir türlü anlamaya yanaşmadığı temel fark da buradan kaynaklanıyor. Ben bu konuda belki faydalı olur düşüncesiyle, editörlüğünü bizzat yaptığım, İngilizce ve Türkçe olarak iki versiyon halinde yayımlanan, çeşitli İslami inanç kesimlerinde Hz. Ali’nin nasıl algılandığını anlatan bir kitabı salık vermek isterim. ‘Tarihten Teolojiye: İslam İnançlarında Hz. Ali’

Dedelik müessesesi Alevi kimliğini taşıyan en önemli unsur. Bugünkü haliyle dedelik müessesesinin etkinliği ne düzeyde? Dedelik kurumunun yeniden inşası gibi bir çabaları var mı?

Gözlemleyebildiğim kadarıyla dedelik müessesesi, 1960’lar sonrası dönemde Marksist olan kesim içinde kaybettiği itibarını yalnız köylerde değil, şehirlerde de, özellikle cemevlerinin yaygınlaşmasına paralel olarak yeniden kazanmakta. Eskinin okuma, eğitim alma imkánlarından yoksun dedeleri, yerlerini yavaş yavaş eğitim almış, hatta belli bir alanda uzmanlaşmış dedelere bırakıyorlar. Bu çerçevede dedelik müessesesi zaten kendini yeniden inşa ediyor, etmek zorunda. Biliyorsunuz, sayıları az da olsa, günümüzde ilahiyat fakültelerinde Sünni teoloji eğitimi almış dedeler de var.

Alevi okur-yazar gençlerin kimlik konusunda referansları neler? Dedeler ve Alevi ritüelleri yeterli geliyor mu?

Okur-yazar Alevi gençlerinin kimlik konusundaki referansları da geleneksel kültür ister istemez. Çünkü Aleviliğe karakteristiğini kazandıran odur. Onu yok sayar, yerine başka şeyler koyarsanız, Aleviliği ortadan kaldırmış olursunuz. Ama okur yazar gençler o kültürü, edindikleri eğitimin süzgecinden geçirerek yeniden yorumlama çabası içindeler. Alevi öğrencilerimle zaman zaman bu konuları tartışıyoruz. Alevi ritüelleri bazılarına yeterli gelmeyebiliyor.

AÇIK GÖRÜŞ / RÖPORTAJ: HALİME KÖKÇE

STAR GAZETESİ - 7 Ocak 2008

Röportaj Haberleri

Alevilerin Dışavurumu: Müzik ve Kimlik
Ali Ekber Yurt: 'İmam hatip ve ilahiyat mezunu iki ‘dede’yi Diyanet’e biz önerdik'
Gani Pekşen ile röporaj
Alevi Haber Sözcüsü: 'DAD Hasret Gültekin anıtının yıkılmasını savunuyor!'